Makale

İslami Değerlerin Geleceği

İslami Değerlerin
Geleceği

Mehmet Nuri YILMAZ
Diyanet İşleri Başkanı

Evvela şunu belirteyim ki; bu yazının amacı. Islami değerlerin bizatihi geleceğini tartışmaya açmak değildir. Zira İslam, insanlığın ufkunu ondört asır evvel nasıl ay-dınlatmışsa; günümüzde de, aynı derecede aydınlatmaya devam edecektir. Bu nurun, zamana bağlı olarak artması mümkündür ama, eksilmesi asla düşünülemez.
Burada, irdelenecek olan husus, geleceğin insanı ve insan hayatının, Islami değerlere nispetinin ne olacağıdır. Yani, geleceğin dünyasını kurarken, İslam’a ne ölçüde müracaat etmek zorunda olduğumuzdur. Pozitivist söylemin, bütün insanlığın son bir kaç asrına mührünü vuran bu maceranın bizi getirip bıraktığı nokta bu. Bu noktayı son derecede ibret verici buluyorum. Çünkü insanın, yeni baştan bir tarifi yapılmaya çalışılmıştır. Bu tarife uygun bir dünya vurgulanmak istenmiştir. Hatta insanın ihtiyaçları bile bu tarif istikametinde belirlenmiştir, insanda olan bir şeyin, yani aklın, dolayısıyla insanın tek başına yetkinliğini ilan eden pozitivizm; aklın eşyaya nispetlerini, yani akli bilgiyi bu yetkinlik iddiasının delili olarak kullanagelmiştir.
Bir yöntem olarak, eşyayı kavramamızdaki başarısı alabildiğine abartılan pozitivizm; insanî gerçeklikle nesnel gerçekliği birbirine karıştırarak, insanı, kavranması jmkün olmayan bir varlık haline getirmiştir. O cümleden olarak, pozitivist bir hayat yorumu içerisinde, insanî problemler de günden güne artarak içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Alet yapmak ve kullanmak yönündeki becerimiz arttıkça, problemlerimiz de şaşırtıcı bir biçimde artmıştır.
Hayatın sabit bir ayağa ihtiyacı vardır. Bu; hayatın tutarlılığı açısından gerekli olduğu gibi, iç dünyamızla dış dünyanın uyumu açısından da gereklidir. Nesnel, yani akli bilginin bu ihtiyacı karşılayacağı zannedilmiştir. Oysa aklın objektivitesi sadece bir zandır, bir vehimdir. Çünkü akıl nispeten var olan bir şeydir. Üstelik bu nispet, tasavvuf ehlinin dediği gibi, gölgeyedir. Aklın; ne Allah ile, ne de ilahi olanla yarışması mümkün değildir. Akıl, böylesi bir yarışta çatlar. Günümüzde yaşanan kaos bundandır. İnsanın, tamamlanmak ihtiyacı asırlardır ihmal edilmiştir. İnsanın, tamamlanmak ihtiyacında olduğu bile kabul edilmemiştir. İnsanın kendisine, eşyaya ve hayata yönelttiği bu muvazenesiz bakış; insanlar arası toplumlar arası, ve kültürler arası ilişkilerle kavramlar arasındaki dengeyi bozmuştur. Bunun neticesi olarak; iyi ile kötü, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış, faydalıyla zararlı arasındaki denge ve nihayet, tabiatın dengesi bozulmuştur.
Maddi akla bu kadar önem ve öncelik veren insanoğlu; kurduğu beşeri mekanizmalara ve bu uğurda sarfettiği muazzam kaynaklara rağmen, kitlevi ölümlerle sonuçlanan yoksulluğun yaygınlaşmasına, vahşi savaşların ardı ardına patlak vermesine mani olamamıştır. Köleliğin ortadan kaldırılması şöyle dursun, daha yaygın, daha müesses, daha katı uygulama biçimlerinin ortaya çıkmasına mani olamamıştır. Sağlık problemlerinin artmasına ve zannedilenin tam tersi bir şekilde cehaletin yayılmasına mani olamamıştır. Hayatın sabit ayağı yerinden oynatılmış ve ortaya çıkan görecelilik içerisinde hiç bir şeyi sorgulamanın da imkanı kalmamıştır. Güç ve kudret sahipleri bunun tam aksini düşünebilirler. Ama onlar da insanlık vicdanının uzağında kalmış bir küçük azınlıktır.
İnsanlık, kendisine sunulacak yeni bir alternatife muhtaç hale gelmiştir. Bu ihtiyaç, önümüzdeki dönemde artarak devam edecektir.
Her yeni inşa, yeni bir tanımı gerekli kılar. Düşünceyi ve hayatı yeniden inşaya yönelik her disiplinin; insan, eşya ve tabiatı da yeni baştan tanımlaması gerekir. İster beşeri olsun, isterse ilahllik iddiasında bulunsun, bütün disiplinlerin temel problemi bu tanımlarda yatmaktadır. Bu problem; bizi, doğrudan doğruya yaratılışın gayesini aramaya sevkedecektir. Beşeri disiplinleri daha baştan zaafa düşüren husus budur. Yaratılış gayesini dikkate almayan bir insan, eşya ve tabiat tanımı; daha baştan eksik ve yanlıştır ve bunlar üzerine inşa edilecek bir disiplin de, beyhude bir macera olmaktan öteye geçmeyecektir. Bu kabil arayışlarla, bu kabil denemelerle, insan ve cemiyet hayatının armonik bir bütünlüğe kavuşması mümkün değildir. Kaos kaçınılmazdır, anarşi kaçınılmazdır ve nihayet insanın insana, insanın eşyaya ve tabiata zulmü kaçınılmazdır. Modern toplum bu çıkmazın artık farkındadır ve artık yaratılış gününün tanığını aramaktadır. O tanık, Kur’an’dır.
Hayatın sabit bir ayağa ihtiyacı olduğunu söyledik. Çünkü düzen ve intizam kaçınılmaz bir ihtiyaçtır ve onların da sabit bir menşei olmak gerekir. Hayatın sürekliliğini temin eden temel dinamik mes’uliyet fikridir. Burada nesnel bir mes’uliyetten, zorunlu bir mes’uliyetten söz ediyorum. Böylesi bir mes’uliyetin menşeinin de sabit olması gerekir. Sabitlik, teklikle mümkündür. Teklikle, yani vahdetle. Birden fazla Tanrının ve tanrılar arası rekabetin ne dehşetli bir şey olduğunu düşünebiliyor musunuz? Elbette ki Allah birdir ve alemlerin, kendilerine bahşedilmiş düzen içerisinde deveranı, bu birliğin en büyük delilidir.
Yüce Yaratanın tesis ettiği maddi alemdeki bu düzen ve istikrara karşılık, beşeri alemde her gün, her an bir yenisi kopan kıyametin sebebi nedir? İnsanlığın bir türlü sulh ve sükuna ulaşamaması nedendir? Bütün dikkat ve enerjileri, maddeyi daha fazla istismar geyesine endekslenmiş modern toplumlar, neden bir yandan bu gayeye doğru yürürken, bir yandan azgınlaşmaktadır. Ardı ardına üretilen projeler; ne bu sorulara cevap bulabiliyor, ne de bu problemlere çözüm üretebiliyor. Vahdet inancından uzaklaşan günümüz insanı, vicdanındaki çok tanrılılığı silip atmadıkça, tek Allah’a yönelmedikçe bütün icap ve tezahürleriyle birlikte böyle bir esaslı ve içsel dönüşümü gerçekleştirmedikçe cevapsız kalan sorular listesi de uzayıp gidecektir. Günümüz insanı, “cahili- ye” anlamında puta tapıcılığa elbette itibar etmeyecektir. Ama; Tanrısız bir dünyada, insanın kendi kendisini daha kolay gerçekleştirebileceğini zanneden pozitivist dünya görüşü, tapınılan şeylerin sayısını artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Yaşanılan beşeri kıyametler, insanlığın iç dünyasındaki mabutların rekabetinden kopmaktadır.
Fertle başlayıp fertle biten, fert merkezli bir dünya görüşü, insanlık idealinin ufkunu karartmış, onu çok dar ve kısır bir alana mahkum etmiştir. İnsanlığın ruhi enerjisi söndürülmüştür. Bunun neticesi olarak, yeryüzündeki pek çok cemiyetin cins ve nesil güvenliği ağır yara almıştır. Burada hiç şüphesiz modern toplumların problemlerinden söz ediyoruz. Yeryüzündeki pek çok cemiyet henüz bu problemlerin uzağındadır, ama, onların da yüzü böylesi bir hayat anlayışı ve tarzına dönüktür. Yani onlar açısından da potansiyel bir tehdit söz- konusudur.
Hiç şüphesiz ki Allah; insanlığı daimi bir zillet ve dalalete rıza gösterecek yaratılışla malul kılmış değildir. Küfrün zeval anı geldiğinde, imkansız zannedilen dönüşümlerin ne kadar kolay olduğu da görülecektir. Bütün bu olumsuzluklara ragmen insanlık, bir idrak devrimine her zaman muktedirdir. Allah’ın kitabı ve dini unutulmuş bir hazine gibi, yanıbaşımızda, eksiksiz durmaktadır. Bu, inanan ve bilenler için ağır bir mesuliyettir. ♦