Makale

Avrupa Hadis Edebiyatı Tenkitçiliği

Çev. YAŞAR ÇOLAK

Avrupa Hadis Edebiyatı Tenkitçiliği

Her ekol, devasa hadis yığını içinden kendi görüşünü destekleyenleri seçip alırken ters düşenleri göz ardı etmiştir.1 Bu ifade, İslâm hukuk doktrininin gelişiminde hadisin oynadığı rol hakkında Batı ilim dünyasına hakim bugünkü görüşün güzel bir hulasasını temsil etmektedir. Geleneksel İslâm hukukunda hadis, özellikle 3/9. yüzyılın altı muteber mecmuasında yer alanlar, Hz. Peygamber tarafından yerleştirilen hukuki uygulamaların veya sünnet’in sahih kaydını teşkil etmekteydi ve bu haliyle bizatihi Kur’anın hukuki emirlerine hem bir açıklama ve hem de bir katkı sağlayarak hukukun ilk kaynağı olarak değerlendirilmekteydi. Mamafih, Avrupa ilim dünyasında, yaygın olarak hadislerin önemli bir kısmının tezat ve tenakuz ihtiva ettiği gerçeğinden hareketle, bu görüşe karşı bir kuşku hakimdir. Bu kuşku, netice itibariyle, söz konusu ilim adamlarını, hukuk doktrinlerinin Hz. Peygamber’e atfının geniş ölçüde uydurma olduğu ve büyük hadis kütlesinin 2/8. asrın içinde doğduğu , böylelikle, hukuk doktrininin gelişiminde büyük oranda ikinci aşamayı temsil ettiği sonucuna götürmüştür.
Müslüman alimler, elbette, hadis uydurmacılığı ihtimaline karşı oldukça bilinçli idiler. Fakat onların sıhhat araştırması, rivayeti nakletmiş olan kişilerin isnad zincirinin incelenmesiyle sınırlıydı. 2 Zincirin inkıtasız ve ravilerin de güvenilir olduğuna karar verilmesi halinde hadis, bağlayıcı bir hukuk kuralı olarak kabul ediliyordu. Bizatihi dini inancın bir gereği olarak rivayetin muhtevası sorgulanamıyordu-, çünkü, bu ilahi vahyin bir mahsulü idi ve bu yüzden hukuki veya tarihi tenkitçiliğin hiçbir şekli için elverişli bir durum arzetmiyordu. AvrupalI ve gayr-i müslim alimler, gayet tabii olarak, bu tarz İslami tenkit biçimini yetersiz gördüler. Onlara göre hadisler, muhteva ve kavramlarının hukuk düşünce ve müesseselerinin gelişiminde işgal ettiği yer itibarıyla kritik edilmeliydi. Bu, eldeki mevcut bütün yazılı kaynaklara başvurmak suretiyle, objektif olarak (bir gayr-i müslimin bakış açısı itibarıyla), gerçekleştirilebilecek bir keyfiyetti.
Ignaz Goldziher, hadislerin tarihi kritiğini yapan kişilerin başında geliyordu. 3 Fakat, onun savunduğu tezin sistematik olarak geliştirilmesi, hadisleri değerlendirmek için kapsamlı bir ölçünün formüle edilmesi ve bu ölçülerin orjinal arapça kaynaklarda bulunan çok geniş çaptaki malzemeye uygulanması, Joseph Schachtin çalışmasının bir mahsulü idi. İslâm Hukuku’nun ilk dönemiyle alakalı yapılan bütün çağdaş araştırmaların ilhamı, işte burada yatmaktadır. 4
Schachtin erken dönem İslâm hukuk tarihi ile ilgili çalışmaları Şafiî’nin (ö: 204/820) araştırmalarına dayanmaktadır. Şafiînin zamanına doğru, hukuk mektepleri-islami davranışın ideal bir düsturunu ortaya koyma peşinde koşan alimler topluluğu-bir çok coğrafi bölgede iyice yerleşmişti. Bunların içinden en önemli ve en uzun ömürlü olanlarının, Medine ve Küfe mektepleri olduğu kesinlik kazanmıştır. Bu ilk hukuk mektepleri doktrinlerini büyük ölçüde, Kur’an’ın emirlerini de hesaba katmakla birlikte, esasen mahalli-örfî uygulama temeline dayalı olarak ortaya koymuşlardı. Fakat Şafiîden biraz önce söz konusu mekteplerden, bizzat Peygamberin hükümlerine doğrudan istinat eden daha katı bir İslâm hukuk çerçevesi arayışında olan bir muhalefet grubu da doğmuştu. "Hadisçi” adını alan bu hareketin başı, Şafi’î tarafından çekiliyordu. Şafiî’nin hukukun kaynakları hak- kındaki teorisinin temelini, Hz. Peygamberin uygulamasını gösteren hadislerin bağlayıcı otoritesi teşkil ediyordu. İlk hukuk mekteplerindeki tanınmış nüfuzlu kişilerin başlangıçtaki muhalefetine rağmen, Şafifnin hukuk teorisi kaçınılmaz bir şekilde başarılı olmuş ve üçüncü asrın sonları/ onuncu asrın ilk dönemlerine doğru, dört klasik sunnî hukuk mektebi-ilk Medine ekolünün tâbiileri olan Mali- ki’ler, ilk Küfe ekolünün tabiileri olan Hanefîler, Şafi’îler ve Hanbeliler-hepsi birden resmen hukukun bir kaynağı olarak hadisin üstün rolünü kabul etmişlerdi.
Schacht hukukun erken dönem gelişim sürecini oldukça zengin örnekler vererek anlatmaktadır. Onun metodolojisinin özgün örneği, hiyâr-ı meclis müessesesi ile ilgili ilk kaynaklardaki mevcut materyalleri değerlendirirken sergilenmektedir. Hiyâr-ı meclis, icap ve kabul formalitelerini yerine getirerek akitleşen tarafların, fiziki olarak birbirlerinden ayrılmadan ve pazarlık meclisini terket- meden önce akitten çekilme hakkı veya seçeneğidir. Her ne kadar Hz. Peygambere atfedilen bir kaç ifade bu kuralın geçerliliğini teyit ediyorsa da, bu husus Müslüman fakihlerin tamamı tarafından ittifaken kabul edilmiş bir şey de değildir. Özellikle Mâliki ekolü bunu reddetmiştir.
İlk İslâmî fıkıh külliyatının ortaya koyduğu kanıtlar, bu kuralın, Küfe ve Medine gibi ilk mekteplerin genel doktrinlenirce benimsenmediğini göstermektedir. Bununla beraber, Şafiînin eserlerinden birinde, Mekke’li alim Ata’nın (ö: 114/732)bu kuralı desteklediği rivayet edilmektedir ki bu Schacht’ın sahih kabul ettiği bir rivayettir; çünkü burada ilgili hüküm, klasik hadis mecmualarındaki Hz. Peygamber’e atfedilen ifadelerinde- kilerden daha az geliştirilmiş terimlerle ifade edilmektedir. Hiyâr-ı meclis’i destekleyen klasik hadislerden en önemlisi bu hükmü, herhangi bir doktrinin formüle edilişinde her zaman geç bir aşamanın işareti olan bir hukuk maksimi şeklinde ifade etmektedir. Ayrıca bu hadis Malik-Na- fı’-İbn Ömer-Hz. Peygamber isnadına sahiptir. Bu isnad Müslüman alimlerce en güvenilir isnadlardan biri olarak telakki edilmektedir-, fakat Nafi’ hakkında elde edilebilen çok az bilgiden, onun 117/735 civarlarında ölmüş olup İbn Ömer’in azatlısı olduğunu ve bu yüzden Medine ekolünün lideri Malik b. Enes’le (ö: 179/796) kısa bir süre için fiili olarak arkadaşlık etmiş olabileceğini anlıyoruz. Schacht ise, “onun adına gelen rivayetlerin mecmuuna, ikinci hicri asrın ilk çeyreğindeki isimsiz rivayetler seviyesinde değer verilmelidir” sonucunu çıkarmaktadır.
Medine ve Kûfe’deki hukuk mekteplerinin alimleri, Nafi’ hadisine, kendilerinin aksi yerleşik uygulamalarına atıfta bulunarak ve te’vil yoluyla etkisini asgariye indirgeyerek, tepki göstermişlerdir. Bunun üzerine bu tepkiye hadisçi muhalefet, İbn Ömer’in söz konusu kuralı uyguladığını gösteren başka bir hadis üreterek karşılık vermiştir. Schacht, bu hadisin Nafi’ hadisinden daha muahhar olması gerektiği hususunda kendisinden emindir-, zira bu hadisin terimleri Nafi’ hadisinin önceden varlığını gerekli kılmaktadır. Bu uygulamayı destekleyen diğer klasik hadisler de açık bir biçimde muahhardır. Schacht, bu yüzden, Hiyâr-ı meclis doktrininin, Medine ve Küfe hukuk mekteplerinin yerleşik uygulamalarına muhalif olarak, Mekke’de doğduğu ve tedavüle koydukları hadisler aracılığıyla hadisçiler tarafından işlendiği sonucuna varmaktadır.5
Hukuki nitelikli hadislerin kaynakları ve bu hadislerin İslâm hukuk doktrininin gelişiminde oynadığı rol hususunda Schacht’ın görüşünün temelde sağlıklı olduğu hususunda gayr-i müslim zihnin şüphesi çok azdır. Ancak Schacht’ın tezini ürettiği ölçü konusunda itirazlar da ifade edilmelidir. Onun nihaî olarak ulaştığı netice şudur: “Hukukî nitelikli hadis-: lerin varlığı, bizi, sadece hicri 100. yıla kadar geriye götürmektedir.”’6! Schacht’ın metodolojik kuralı da şudur: "Peygamber’den gelen hukukî nitelikli her hadis, aksi ispat edilince-; ye kadar sahih veya temelde onun zamanına münhasır sahih bir ifade olarak kabul edilmek yerine, daha sonraki bir tarihte formüle edilmiş bir hukuk doktrininin asli olmayan bir ifadesi olarak değerlendirilmelidir.’1 Bu durumdaki bir rivayetin ortaya çıkış tarihi, onun hukuki müzakerelerde ilk zuhurundan, ilgili olduğu problemin tarihindeki göreceli durumundan ve metin ile isnaddaki bazı emarelerden tesbit edilebilir.7’ Bu makalenin yazarı, Schacht’ın ulaştığı bu sonucu ve onun özellikle hadisin ilgili olduğu problemin tarihindeki göreceli durumu ile alakalı argümanlarını, bütünüyle ikna edici olmadığı gerekçesiyle, çok katı olarak değerlendirmektedir.
“Altı kölenin durumu" buna bir örnek teşkil etmektedir. Bir hadise göre, ölüm döşeğindeki bir şahıs, sahibi olduğu yegane varlığı altı köleyi azat etmiş ve bir Ümeyye valisi de söz konusu azat işleminin sadece ikisini, kur’a yoluyla belirlemek suretiyle, geçerli saymıştır. Schacht bu hadisi sahih kabul etmekte, aynı kararı Peygambere atfeden diğer rivayetleri uydurma addetmektedir.181 Buradan Schacht, İslâm miras hukukunun bu esas kaidesinin-yani vasiyetler veya vasiyetle yapılacak isteklerin, vâsinin mal varlığının üçte biriyle sınırlandırılması hükmü-Ümeyye döneminde doğmuş olduğu sonucunu çıkarmaktadır. Ne var ki Schacht’ın Hz. Peygamber’e atfedilen hükme ait senedin uydurma olduğu hususunda öne sürdüğü delilleri yeterince ikna edici olmakla birlikte, çıkardığı katî sonuç kabul edilemez gözükmektedir.
Şayet mevsûkiyet emaresi söz konusu problemin tarihinde ilgili bir yerde aranacak olursa, bu takdirde, 1/3 şeklindeki asli hükmün, Ümeyye valisinin rivayet edilen kararından çok önce var olduğuna inanmak için ilzam edici nedenler var demektir. Evvel emirde, bu kararın hukuki mahiyeti, vâhibin ölüm yatağında yaptığı bağışlara makul bir sınırlama koyma düşüncesine de şamildi. Bu fikir, aslında bizzat fakih Şafi’î tarafından ortaya atılmıştır. Hukukun gelişim süreci ile alakalı makul bütün farazi- yeler esas alındığında, valinin kararının 1/3 hükmünü esas alması ve bu orana tecavüz etmemesini gerekli kılmaktadır. İkinci planda, 1/3 hükmü basit ve temel bir hükümdü; dolayısıyla hukukun gelişiminde inkarı kabil olmayacak bir şekilde ileri bir aşamayı temsil etmekteydi. Bu haliyle söz konusu hükmün uydurularak Hz. Peygamber’e atfedilmesine imkan yoktu. Filhakika, bizzat Kur’an zorunlu verasetin titiz bir çerçevesini oturtmuştur. Ancak bu çerçevenin vasiyet hakkıyla nasıl irtibatlandırıldığı hususunu belirtmemiştir. Özellikle, ortada olan problem, vasiyet gücüne, varsa, ne gibi bir sınır konulacağı problemidir. Bu, bizzat Kur’an’ı yaşamanın ortaya çıkardığı ve dikkate değer pratik bir öneme haiz bir problem olduğu için, Kur’an’ın yorumlayıcısı ve ilk İslâm toplumunun kazâî başı olarak tabiatıyla Hz. Peygamberin cevaplandıracağı bir soruydu.
Öyle ise, Schacht’ın yaklaşımı bir şekilde çok dar telakki edilebilir; çünkü o hukukun gelişimini çok katı bir biçimde hadisin gelişimiyle özdeşleştirmekte ve bu meyandaki hukukun asli mevzularını yeterince hesaba katmamaktadır. Özetle Schacht, hukuki nitelikli hadislerin bizi İslâm’ın ikinci asrından öteye götürmediği tarzındaki olumsuz bir faraziyeyi, hukuki gelişimin yalnızca Ümeyye döneminin sonlarına doğru başladığı şeklinde olumlu bir yargıya çevirmektedir. Bu ise, ilk İslâm toplumundaki hukuk portresinde kabul edilmez bir boşluğu doğurmaktadır-, zira bizzat Kur’an ifadelerinin ortaya koyduğu hukuki nitelikli problemlerin, bir asır veya daha fazla göz ardı edildiğini farzetmek gerçekçi olamaz. Bu yüzden, resmi isnadın uydurma olduğu hususu doğru kabul edilse bile, yine de seküler tarihi tenkitçilik açısından, hadis malzemesinin Hz. Peygamberin doğru kararlarını yansıttığı pekâlâ öne sürülebilir.9
Bu gibi durumlarda hakikat, geleneksel İslâm hukuk teorisi ile Schacht’in çok sert tarihi yaklaşımı arasında bir yerde olabilir. Aynı zamanda samimi olarak kabul edilmelidir ki, tamamen değişik öncüllere dayanan İslami ve batılı hadis tenkit metotları birbirleriyle telif edilmeyecek durumdadır. Bir taraftan dini inanç, diğer taraftan seküler tarihi tenkitçiliğin dayatmaları arasında gerçek objektifliğin orta bir yolu ne yazık ki bulunamamaktadır.
*N.J. Coulson tarafından kaleme alınan bu makale A.F.L. Beeston, T.M. Johnstone, R.B. Serjeant ve G.R. Smith tarafından neşredilen Arabic Literature to the End of Umayyad Period (Ümeyye Devrinin Sonuna Kadar Arap Edebiyatı) adlı eserin 14 bölümü, 317-321, sayfaları arasında yayınlanmıştır.

(1) Bellefonds, Traite, 33.
(2) Krş. Yukarıda 10. bölüm, “The Development of the zscience of Hadith (Hadis İlminin Gelişimi”, özellikle, “Criticism" bölümü, Sh. 277-79.
(3) Özellikle Muhammedanische Stuen isimli eserinin II, 1-274. sayfalarında.
(4) Origins.
(5) Origins, 159-61 ve 176-9.
(6) A.g.e., 5.
(7) A.g.e., 149.
(8) A.g.e., 201 vd.
(9) Bu görüşü destekleyen daha detaylı delil
ler için bkz. Correspondence, Middle Eastern Studies, III/2, 1967. 195 vd.