Makale

2000’Lİ YILLARDAN 1000 YIL ÖNCEKİ DÜNYAYA BİR BAKIŞ

2000’Lİ YILLARDAN 1000 YIL ÖNCEKİ DÜNYAYA BİR BAKIŞ

Mesut ÖZÜNLÜ

Yeni bir 1000 yıla daha adım atmış bulunuyoruz...
Şayet Cahit Sıtkı 1965 yılında doğmuş olsaydı, belki de "Otuz Beş Yaş" şiirinde, "Yolun yansı" yerine "İki bin sonrası" ifadesini kullanacaktı.
Tıpkı bir Çin deyiminde geçen ve "Allah’ın sizi ilginç zamanlarda yaşatması için dua ediniz" şeklinde ifadesini bulan veciz sözde olduğu gibi; insanlık tarihinde ender rastlanan böylesi bir zaman diliminin canlı şahitleri olarak, belki sizin de zaman zaman heyecanlandığınız, 2000’li yılların neler getirip götüreceği üzerinde bir hayli meraklandığınız, hatta otuz kırk yıl sonraki genç kuşaklar tarafından ne de olsa binli yılların insanları şeklinde, bazı yönlerimiz yer yer sitayişle anılırken; bazılarının da absurtça bir soyutlanmaya tabi tutulacabileceğini düşündüğünüz zamanlar olmuştur.
1999 yılına gelinceye kadar, sadece basın yayın organlarına bir göz atar; mazide bıraktığımız yılları kısaca hatırlamaya çalışır, önemli olayları; yürek burkan nostaljik duygularla hızlıca bir bakıp geçerdik. Fakat 2000’e girerken durum biraz daha farklıydı. Adeta bütün insanlık âlemini; haftalar, aylar ve hatta yıllar öncesinden bir milenyum beklentisinin heyecanı sarmıştı. Çünkü 1999’u geride bırakırken, sadece bir yılı değil, aynı zamanda hem yüz, hem de bir bin yılı daha tarihin ibret dolu sayfalarında bırakıyorduk. Bundan böyle, çeşitli devlet ve milletlere mensup çok sayıda tarihçi, yazar veya düşünür; mazide kalan 1999 yılıyla birlikte, geçen yüz ve bin yılın da yeniden bir muhasebesini yapma ihtiyacını hissettiler.

HÜZÜNLÜ BİR YIL
2000’e haftalar, günler ve hatta saatler kala, yurtta ve dünyada şahit olduğumuz son gelişmelerin başlıklarını; Rusya’nın Çeçenistan’da gerçekleştirdiği soykırım, Hind Havayollarına ait bir yolcu uçağının kaçırılması ve sekiz gün süren çetin bir pazarlığın ardından anlaşmaya varılarak rehinelerin serbest bırakılması, Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in istifası, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunun kabulü vb. gibi olay veya olgular demeti oluşturmuştu.
1999 yılı, tatlılığı az, hüznü çok olan bir zaman dilimi idi. Bundan böyle, özlemle az anacağımız bir yıl olarak tarihe geçti. Her şeyden önce, 17 Ağustos ve 12 Kasım günleri ülkemizde yaşanan Marmara ve Kaynaşlı depremleri, sadece bizi değil, bütün dünya kamuoyunu yakinen etkiledi ve izleri yıllarca hafızalarımızdan silinmeyecek derin acılar bıraktı. Aynı zamanda 1999 senesi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yılına tekâbııl ettiği için; tarihimiz ve şanlı geçmişimiz açısından önemli bir dönüm noktasıydı. Bu haşmetli Devlet’in çekirdeğini oluşturan Anadolu çocukları olarak, şan ve şeref dolu tarihimizin yeniden bir muhasebesini yaptık ve geleceğe emin adımlarla ilerlemenin, geçmişimizi iyi anlamaktan geçtiğini bir kez daha idrak ettik.

İNİŞLE ÇIKIŞIN
HIZLANDIĞI BİR
YÜZYIL
Bazen maziye şöyle bir bakıp, yüzlerce yıl yaşamış gibi bir hisse kapıldığınızı veya tarihin çok önemli bir virajında hayat sürdüğünüzü hiç düşündüğünüz oldu mu? Bu soruyu belki de sı- radışı bulmuş olabilirsiniz. Aslında bu sıradışı- lık, içinde yaşadığımız zamanın; tarihin ender rastlanan dönemeçlerinden birisini teşkil etmesinden ileri geliyor. Nitekim, başdöndürücü bir hızla gelişmekte olan çağımız teknolojisi;/i7/,/<5- il ve meful arasındaki mesafenin kısalmasına sebep olmuş, adına İletişim çağı dediğimiz yepyeni bir kavramı da beraberinde getirmiştir. Özellikle, 20. yüzyılın son çeyreğinde büyük bir hız kazanan elektronik gelişmeler; olguları hemen hemen olaylar kadar süratlendirmiş, hatta medeniyetlerin kuruluşları ile çöküşleri arasındaki mesafenin kısalması sonucunu doğuracak kadar ileri bir noktaya ulaşmıştır. Daha somut bir ifadeyle, tarihin eski devirlerinde yaşanmış üç yüz senelik bir akış, bugün neredeyse hayatımızın otuz yıllık bir kesitine sığar hale gelmiştir.
Nitekim mazide bıraktığımız 20. yüzyıl, kate- dilen teknolojik gelişmelere pararel olarak; insanın gerçekten başım döndürdüğü, sosyal ve etnik huzursuzlukların çoğaldığı, uyuşturucu ve keyif verici madde kullanımının arttığı, çevre sorunlarının bütün insanlığı kaygılandıracak kadar ileri boyutlara ulaştığı, ferdî düşüncelerin daha çok ön plana çıktığı, mânânın bir hayli küçümsendi- ği, maddenin de olabildiğince büyütüldüğü yıllar olmuştu. İnsanı, adeta bir tüketim kölesi haline getiren bu tepetaklak gidişat; daha çok kendisinin var edicisi olan Avrupa toplumlarında büyük bir telaş uyandırmış ve bunun bir zıt tepkimesi olarak, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, adına "Postmodernizm" denilen, yeni bir düşünce olgusunun, Batı’nm entellektüel çevrelerinde yavaş yavaş kendini hissettirmesine sebep olmuştu. Aslında bu, teknolojinin dünyayı küçültmesi ile birlikte, Batı’nın; Doğu’nun değerlerini de yanına alıp, madde ve mânâ dengesini mihver kabul eden yepyeni bir senteze ulaşma hasretinin bir ifadesiydi.
20. yüzyıla insanlık, bir önceki yüzyılın en büyük armağanı sayılan Sanayi Devrimi’nin göz kamaştıran teknolojik gelişmeleriyle girmiş ve bu yeni yüzyılın, kendisine yepyeni ufuklar açacağı umudunda birleşmişti. Ancak 20. yüzyılın başlarında, yeryüzünün hemen hemen en önde gelen denge unsuru olan Osmanlı Devleti, birdenbire büyük bir parçalanma sürecine girmiş; ve böylesine âni bir çöküşe hazırlıksız yakalanan dönemin emperyalist devletleri de, dünyanın başına I. ve II. Dünya Savaşları dediğimiz iki büyük fâcianın gelmesine sebep olmuşlardı. 20. yüzyılın, teknolojiyle birlikte savaşlar ve kıyımlar asrı olması; dünya dengelerini, NATO ve Varşova Paktı şeklinde iki kutuplu yeni bir ittifak arayışına götürmüştü. İşte 20. yüzyılda gelişen dünya gündemleri, büyük oranda bu iki kutbun oluşturduğu olaylar ve olgular zincirinin birer halkası şeklinde cereyan etti. Bu iki kutup arasında meydana gelen kıyasıya rekabetin, bilimsel gelişme açısından olumlu katkılarıieîbette inkar edilemezdi. Fakat, milyonlarca kişinin savaşlarda ölmesi, aç kalması veya mülteci durumuna düşmesi gibi büyük problemler, teknolojinin ahlâkiliği şeklinde özetlenebilecek, yepyeni bir kavram zaruretine duyulan ihtiyacı da gün yüzüne çıkarmıştı.
Geride bıraktığımız yüzyılın, belki de en önemli ve en büyük gelişmesi, Sovyetler Birli- ği’nin çöküp parçalanması ve bununla birlikte dünyadaki iki siyasi kutuptan biri olan Varşova Paktı’nın tarihe karışması oldu. Bu, aynı zamanda, 1917’de meydana gelen Bolşevik İhtilali ile başlayan; dinin afyon sayılması, insanın en temel hakkı olan inanç özgürlüğünün yok edilmesi, iki kutup arasında devam eden silahlanma yarışının hız kazanması, insan haklarının hiçe sayılması, totoliter düşüncenin yükselişi, onlarca devlet ve milletin esaret altına alınması... şeklinde yetmiş yıldır süregelen bir ideolojinin de iflas edişi anlamına geliyordu. Neticede, yıkılmaz sanılan duvarlar yıkılmış, aynı inanç ve aynı kültürel değerleri paylaşan nice devlet ve millet birbi- riyle buluşmuş, yetmiş yıllık hasret sona ermişti.
* * *
Zaman kavramı, tıpkı insanoğlunun ömründeki safhalar gibi, dönemli ve bâdireli bir akış seyrine tâbidir. İnsanoğlunun; çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık gibi dönemlerden geçtiğini düşünürsek; dün, iptidai bir hayat süren nice devlet ve milletin, tıpkı yürümesini bilmeyen çocuklar misali, medeniyet yolunda emekleyerek ilerlemeye çalışırken, bugün erişilmesi güç birer atlet durumuna geldiklerini; terakki sürecini yaşayan nice devlet ve milletin de çöktüğünü, hatta medeniyet tarihinden silinip gittiğini görürüz.
Tarihteki bu değişmez tedavül, başta insan hayatı olmak üzere, milletlerin çıkış ve çöküşleri de dahil, kainattaki bütün olay ve olguların, mahdut bir zaman süreciyle mukayyet olduğunu göstermektedir. Nitekim bu doğal akış, sadece bugünün 2000’li yılları için değil, dünün 1000’li yılları için de geçerli idi. İsterseniz şimdi, 2000’li yıllardan 1000’li yıllara doğru bir seyahate çıkalım; bugünün dünyasından, dünün dünyasının nasıl göründüğüne bir bakalım.
1000 YIL ÖNCE DÜNYA
1000 yıl önceki dünyaya, bugün ile o gün arasındaki en büyük fark açısından kısaca bir göz attığımızda; Avrupa’nın en büyük kentinin, günümüzde İspanya olarak bilinen Endülüs’ün başkenti Kurtuba olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Kurtuba, 450 bin nüfusuyla İspanya’nın ortalarında, Büyük Vadi bölgesinde, hilal hilal nehirlere geçmiş köprüleri, parke döşeli kaldırımları, son derece gelişmiş kanalizasyon sistemleri ve evlerin içlerine doğru tatlı su akıtan küçücük kanalları ile sadece Avrupa’nın değil, hemen hemen dünyanın da en büyük kenti durumunda idi. İlim denilince, akan sular dururdu Kurtuba’da. Neredeyse herkesin evinde, özel bir kütüphanesi vardı. Bir zenginler şehri olan İşbiliye’de birisi vefat etse, hemen Kurtuba çarşısı hareketlenir, adeta kitapları kapışılarak satın alınırdı. Şehir, göz dolduran mimarisi, görenleri hayrette bırakan sanatsal zerafeti ve şöhreti bütün Avrupa’ya yayılmış olan kütüphanesi ile tam bir bilim yurdu imajına sahipti.
Endülüsü yönetenler müs- lümanlardı. Fakat ülkede çok sayıda Hristiyan ve Yahudi de vardı. Kendilerinden sadece özel birkaç vergi alınan gayrimüslimlere, müslümanlar o kadar hoşgörülü ve kardeşçe davranırlardı ki, ilk bakışta kimin müslüman veya gayrimüslim olduğunu ayırdetmek son derece güç olurdu. Aynı zamanda Kurtuba, Avrupa kıtasının en ünlü yüksek okullar ve medreseler şehri idi. Bu okullarda, başta Avrupa’nın diğer devlet ve milletlerinden olmak üzere, çok sayıda yerli ve yabancı öğrenci okurdu.
Miladi 8. asırda, İslam dünyasında gelişmeye başlayan İlmî inkişaf; 1000’li yıllarda, kıtalararası iletişim ve kültürel alışverişin büyük bir ivme kazanmasına sebep oldu. İlmî düşüncenin, İslam dünyasında olabildiğince serpilip boy attığı bu yıllarda, eski Yunan düşünür ve filozoflarının birkaç faraziye ve deneyden öteye götüremedikleri bilim dallarını, yepyeni bir İlmî inkılâp boyutunda tekrar ele alıp geliştiren İslam bilginleri, aynı zamanda bilimsel düşünce mantığının da Avrupa’ya ilk taşıyıcıları olarak tarihe geçtiler.
Hatta Abbasiler devrinde, hükümdar Me’mun tarafından; sırf bilimsel kitapları tercüme etmek ve İlmî araştırmaları geliştirmek gayesi ile, 830 yılında Bağdat’ta "Beytiilhikme" adı verilen bir merkez kurulmuştu. Beytülhikme’yi bizzat görmüş ve kütüphanesinden yararlanmış olan İbnü’n-Ne- dim, bu konuda çok kıymetli bilgiler vermektedir. Onun tespit ettiği mütercimler listesine göre; Grekçe’den Süryâni- ce’ye, oradan da Arapça’ya tercüme yapanların sayısı kırk yediyi buluyordu. Farsça’dan tercüme yapanların sayısı on altı, Sanskritçe’den tercüme yapanlar üç kişi idi. İbn Vah- şiyye de, birçok kitabı Nebatî dilinden Arapça’ya çevirmişti. Rivayete göre hükümdar Me’mun, sadece Grekçe’den yaptırdığı tercümeler için 300 bin dinar para ödemişti.
1000’li yıllara doğru İslam dünyasında bu gelişmeler olurken, Orta ve Kuzey Avrupa’da ise tam bir sefalet ve trajedi hâkimdi. Kıtanın büyük bir bölümünü, adeta kâbuslu bir yorgan gibi örten skolastik düşünce, her türlü ilerleme ve gelişmeye karşı çıkıyor; yeniliğe set teşkil eden bir din, ve bu dini insanları acımasızca soyup sömürmek için vasıta yapan krallıklar ve bu iki burjuvazi arasında inim inim inleyen mazlum halklar... üçlüsü içerisinde tam bir zifiri karanlığı yaşıyordu. Hatta Avrupa’nın bazı yörelerinde, bu hâkim burjuvazinin acımasızlığı öyle vahim boyutlara ulaşmıştı ki, açlık ve sefaletten kasıp kavrulan insanlar, birbirlerinin etini bile yemeye başlamışlardı. Sonunda bu kaos dönemi, 1000’li yılların başında Hristiyanlığın parçalanmasına sebep olacak; Bizans Ortodoks ve Roma Katolik kiliseleri şeklinde iki büyük cemaate bölünecekti.
1000 yıl öncesinin insanlarında da, tıpkı mi- lenyumu karşılarken günümüz insanının duyduğu bazı umut ve endişeler gibi, yeni bir bin yıla girerken, hurafeyle karışık birtakım mesnetsiz kaygılara ve bazı bilimdışı umutlara kapılanlar olmuştu. Fakat 2000’li yılların kaygıları daha çok teknolojik, 1000’li yılların kaygı ve umutları ise genelde arkaik düşüncelerde yoğunlaşmıştı. Kimi Hristiyanlar, kiliselere çekilerek kıyametin kopmasını endişeyle beklemeye başlamış, kimileri de Hz. İsa’nın, doğumunun 1000. yılında tekrar dirileceğini ve Avrupa’nın büyük bir kısmını yönetimi altında bulunduran şeytanî düzene son vereceği hayalini kurmuşlardı.
Hatta bugün bazı araştırmacılar, 1000 yılının; Avrupa halkları üzerinde silkinişe geçirici birtakım müspet baskılar oluşturduğunu; bunun sonucu olarak, hurafeyle karışık umut ve hayale dayalı bu arkaik kalıplardan yavaş yavaş vazgeçmeye başladıklarını; 1000’li yıllardan sonra bilimsel düşünceye geçişin hız kazanmasının ardından, reaksiyoner düşünceden aksiyoner düşünceye yükseldiklerini ifade etmektedirler. Başka bir deyişle, miladi 1000 yılı, bilimsel düşünce açısından Avrupa’nın bir nevi "Doğululaş- ma veya Endülüsleşme Süreci"nin miladını oluşturmuştur. Hatta bu milattan yaklaşık iki asır sonra (1215), İngiltere’de gündeme gelecek olan Magna Karta (Büyük Ferman) olayını, bu doğu- lulaşına sürecinin Tanzimat Fermanı’na benzetmek mümkündür.
Bunun bir sonucu olarak, özellikle batı Avrupa; 1000’li yıllarda Endülüs’ten kaptığı bu aydınlanma pırıltısını gittikçe alevlendirecek, 1789’da Fransız İhtilali ile perçinledikten sonra, 2000’li yıllara doğru adeta bir güneş kadar büyütecek ve sıcaklığı bütün insanlara eşit dağıtılan tam bir demokrasiye çevirecekti.
Avrupa, 1000’li yılların hem en ileri hem en geri kıtası olma özelliğini korurken; Asya’nın bir kısmında çıkış, bir kısmında da iniş trendi hâkimdi. Başka bir deyişle yeni batışlar, birtakım yeni doğuşların müsebbibi rolünü oynuyordu. Mesela İslam Uygarlığı’nı, Bağdat’ta kağıt fabrikası kuracak kadar ileri bir medeniyete taşıyan Abbasiler, yavaş yavaş parçalanmaya doğru giderken; İslam dünyası, kendisini yüzyıllarca himaye edecek, karakteri ve savaş gücü yüksek, kahraman bir nesille tanışıyordu; Türkler...
1000’li yılların başında, adeta Türkler’in yüzüne, belki de tarihin akış seyrini allak bullak edecek kadar ender rastlanan bir şans gülüyordu. Sosyolojinin temel yasasına göre; toplumlar bütünleştikçe büyüyüp güçlenirlerken, sanki Türkler; tam tersine bölündükçe büyüyor ve güçleniyorlardı. Ortaasya’nın güneybatısında kurulan Karahanlılar ve Gazneliler; kurdukları rasathaneler ve yetiştirdikleri bilimadamlarıyla, şarkın erişilmesi güç birer yıldızı olma yolunda hızla yükselirlerken, Selçuklular da Önasya’da, Anadolu kapılarını kendilerine açmanın fetih hazırlıklarını yapıyorlardı.
Hollandalı tarihçi Andria Wenec tarafından 1990 yılında yayımlanan "Hind-İslam Dünyasının Ortaya Çıkışı" adlı kitapta yer alan ve 1000’li yıllara ait bir değerlendirmeyi konu alan bir araştırma yazısının paragrafı; yukarıda kısaca temas etmeye çalıştığımız gelişmelere ışık tutması bakımından fevkalâde önemlidir.
"Müslümatılar, Hind Okyanusu’ndan Asya içlerine, oradan da Ortadoğu’ya uzanan geniş coğrafyada, ağırlık merkezini Hindistan ve çevresinde yer alan devlet ve milletlerin oluşturduğu, son derece aktif bir ekonomik güç oluşturdular. 1000’li yıllara gelindiğinde bu ekonomik güç, Çin’in sahip olduğu ekonomik potansiyelle birlikte, Asya ağırlıklı dünya ekonomisinin iki büyük kutbunu oluşturuyordu."
1000’li yıllarda Asya’nın yakaladığı bu olağanüstü kalkınma hızının ardındaki en önemli güç, şüphesiz sanat ve bilimdi. Avrupalılar’m, bugün bile hâlâ hayranlık duydukları ve Aliboıon şeklinde özel bir isimle andıkları el-Bîrûni; miladi 973 yılında, Oıtaasya Türk hanedanlarından Harzemşahlar’ın kültür ve bilim merkezi Kas şehrinde doğmuştu. Başka bir deyişle o, bundan tam 1000 yıl önce bugünlerde, 27 yaşında, Astronomi sahasında ihtisas yapmakta olan genç bir bilimadamıydı. Daha sonra Harezm sarayına dönecek, burada İbn Sina, İbn Miskeveyh ve Ebu Nâsır gibi bilginlerle tanışacak ve onlarla beraber çalışmaya başlayarak; adeta sarayı, büyük bir araştırma merkezi haline çevirecekti.
Doğu Asya’da ise, iki ayrı gelişme yaşanıyordu. Bugün dünya nüfusunun dörtte birini elinde tutan Çin, 1000 yıl öncesinin şartlarında, 280 milyonluk nüfusu ile, nispeten siyasî ve ticarî gelişimini tamamlamış ileri bir ülke olma özelliğini korurken; Japonya’da, Fucivara hanedanıyla başlayan kültürel kalkınmanın ışığı gittikçe zayıflıyor; yerini, israf ve savurganlığın sebep olduğu toplumsal bir huzursuzluğa bırakıyordu. Çin’de, özellikle 960 yılında kurulan Song hanedanı döneminde, resim, seramik ve matbaacılık alanında büyük gelişmeler yaşanıyordu. 1040 yılına doğru, tahtadan tek tek oyulan Çin harfleri ile ilk defa basım yapılmaya başlanmıştı.
Bugün Afrika denilince, üçüncü dünyanın açlığı, yoksulluğu ve kabile çatışmaları akla gelir. Oysa 1000 yıl önce bugünlerde, Afrika’nın bazı yörelerinde, yer yer görenleri parmak ısırtacak gelişmelerin nabızları atıyordu. 969 yılında Kahire’yi başkent yapan Fatımîler, Afrika’da hemen hemen o devrin en parlak gelişmelerinden birisini gerçekleştirdiler. Bundan 1000 sene önce, Ezher Üniversitesi açılalı henüz otuz yıl olmuştu. Şehir gözkamaştıran yapılarla tanışıyor; göğe ihtişam püskürten camiler inşa ediliyor, insanlar hallerinden memnun bir hayat sürüyorlardı. Akdeniz’den Kızıldeniz’e, oradan da Hind Okyanu- su’na açılan Baharat Yolu’mn transit deniz taşımacılığındaki rolü; Anadolu’dan Çin’e uzanan İpek Yolu’mn, Asya’daki kara taşımacılığındaki rolü kadar önemli idi. Bundan böyle, bu deniz yolunun eşiğinde bulunan Kahire şehri de, 1000 yıl önce, jeopolitik önemi haiz dünyanın en gözde kentlerinden birisiydi.
Sadece Kuzey Afrika’da değil, kara Afrika’da da büyük gelişmeler yaşanıyordu. 1000’li yıllara doğru, özellikle demir sanayiinde büyük atılımlara sahne olan Zimbab- ve’de muhteşem yapılar inşa edildi, benzerine az rastlanan sanayi kolları gelişti. Ayrıca 1000’li yılların başında, hızlı bir uyanış içerisinde bulunan Batı Afrika’da Yoruba kent devletleri kuruldu, gözle görülür değişimler yaşanmaya başlandı.
Bugün Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla dünyanın tek kutuplu süper gücü haline gelen A.B.D’nin yer aldığı Amerika kıtasında ise, 1000’li yıllara doğru nev-i şahsına münhasır, renkli bir uygarlığın sahibi olan ve yıllarca orta Amerika’nın tek ışıtıcıları olarak kabul edilen Mayalar büyük bir sarsıntı geçirmiş ve tarihî Maya Medeniyeti hızla çöküş sürecine girmişti. Buna mukabil, 10. yüzyıl ortalarında, Peru’da İnkalar güçlenmeye, Meksika civarında da Toltek Uygarlığı gelişmeye başlamış, Vikingler Grönland adasını geçerek Kuzey Amerika’ya ulaşmışlardı.

HAYATIN GERÇEKLERİ
Değişim açısından bakıldığında, 1000 yıl öncesinin dünyasıyla 2000’li yılların dünyası arasında büyük farklılıkların olduğunu söylemek mümkündür. Fakat bu farklılıklar, nicelikten daha çok nitelik üzerinde yoğunlaşmaktadır. Çünkü, insanoğlunun temel eğilimlerinin genelde hep aynı olması; değişimin nicelikten daha çok nitelikte gerçekleşmesinin ana sebebini oluşturmuştur. Mesela 1000’li yıllarda da ticaret yapılıyordu, 2000’li yıllarda da. O günlerin insanlarının da spor ve eğlenceye ihtiyacı vardı, bugünkü insanların da. Başka bir deyişle, ticaret ve eğlenme ihtiyacı her zaman var oldu. Fakat ticaret şekilleri veya eğlence vasıtaları, farklı zaman ve mekanlarda değişik standart ve şekillerde ortaya çıktı.
Şimdi 1000’li yılların Ortaçağ’ına gidelim, bugünle o gün arasındaki farklılıkların neler olduğuna bir bakalım.
Ticaret ve Ekonomi
1000’li yılların dünyasında Asya ağırlıklı bir ekonomi hâkimdi. Bunun motor gücünü ise, Anadolu’dan Çin’in doğusuna uzanan İpek Yolu ile Akdeniz’den Kızıldeniz’e, oradan da Hind Okyanusu’na ulaşan Baharat Yolu oluşturuyordu. Bu iki büyük kara ve deniz yolunun Ortadoğu’da merkezleşmiş olması, İslam dünyasına; Avrupa, Asya ve Afrika’da bulunan birçok büyük İmparatorlukla ticarî ve ekonomik bağlantılar kurma fırsatı vermişti. Başka bir deyişle, 10. asırda; dünya ticaretinin hemen hemen en önde gelen ekonomik partneri Müslümanlardı. Bu sebeple dünya para piyasasında, konvertibilite açısından en kıymetli para birimi, İslam ülkelerinde basılan altın dinarlar ve sikkelerdi.
1000 yıl önce insanların ne alıp ne sattıklarını, ihraç veya ithal ettikleri en önemli ticarî ürünlerin neler olduğunu belki de merak etmişsinizdir. İsterseniz şimdi, kısaca bunlara bir göz atalım.
Baharat Arz ve talep açısından en gözde ithal veya ihraç mallarından birisini baharatlar oluşturuyordu. Karabiber, kimyon, nane, kendir, kenevir ve karanfil gibi çok sayıda kokulu bitkinin tohum veya köklerinden elde edilen baharatlar; yemeklerde, koku yapımında, tören tütsülerinde ve ilaç imalatında kullanılırdı. En ünlü baharat ihracatçısı ülkeler; Hindistan, İran ve Çin civarında yer alan devletlerdi.
Tuz 1000’li yılların insanları, buzdolabı gibi teknolojik bir imkandan mahrum oldukları için, genelde yiyecek maddelerini tuz ile korurlardı. Bu sebeple tuz çok kıymetliydi. Hatta Müslüman tüccarlar, Afrika’ya tuz götürdüklerinde, para olarak Gana altını alırlardı. Çünkü bu altın, Afrika’nın en itibarlı para birimi idi.
Kereste Ağaç ve kereste ticaretinin Ortaçağ’da önemli bir yeri vardı. Özellikle Hindistan’da yetişen ve "sac" adı verilen bir ağaç çeşidinin bu ticaretteki payı büyüktü. Sac kerestesi, deniz kurtçuğu denilen böceklere karşı dayanıklı olduğundan ve gemi yapımında kullanıldığından çok kıymetli bir ticaret metaıydı.
Porselen Çinlilerin 7. yüzyılda keşfettikleri porselen, 1000’li yıllarda, ipekten sonra en önemli ihraç ürünüydü. Çanak, çömlek ve süs eşyası olarak kullanılan porselen, daha çok Asya ve Avrupa’da alıcı bulurdu.
Köleler Bu ticaret, daha çok Avrupa kıtasında yaygındı. Viking kabileleri, İrlanda adasından yakaladıkları köleleri, tıpkı ticarî bir mal gibi satarlardı. Dünyanın en büyük köle pazarı, Kuzey Avrupa’da bulunuyordu.
İpek Belki de 1000’li yılların, yükte hafif pahada ağır olmak yönünden en değerli ticaret mallarından birisini ipek oluşturuyordu. Ortaçağ’da ipeğin dayanılmaz bir cazibesi vardı. Tarihî İpek Yolu, bir uçtan bir uca uzanan deve kervanları ile kaynardı. İpek, günümüzde de giyim ve konfeksiyon ürünü olarak kıymetini hâlâ korumaktadır.

Büyü ve Tıp
1000’li yılların dünyasında, falcılık ve büyücülük çok saygın bir meslekti. Hatta Avrupa’da falcıların, neredeyse günümüzün doktorları kadar gözde bir konumu vardı. Falcıların boş vakitleri hiç olmazdı. Hasta çiftçileri önlerine çömeltirler, bazı ot ve bitki tohumlarının yanısıra, ölmüş bir adamın azı dişini hastaya temas ettirerek tedavi etmeye çalışırlardı.
Fakat Ortadoğu’da durum bundan çok farklıydı. İslam’ın getirdiği mantık esprisine göre, obje ile nesne arasında aklânî bir ilişkinin olması şarttı.
Bu kavram ilişkisinin inceliğini, Avrupalılar yüzyıllar sonra farkedecek ve adını "Determinizm" diyeceklerdi.
Bundan böyle İslam dünyasında tıp, batı toplumlarına göre çok ileri bir düzeyde idi. Sahasında uzmanlık sahibi tabiplerden müteşekkil gezici poliklinikler oluşturulur, at veya deve sırtında hastalık görülen bölgelere intikal ettirilirdi. 10. asırda İslam dünyasındaki hastalar; ilk defa Mısır’da açılan akıl hastanesi başta olmak üzere, tedavi amacıyla tesis edilen onlarca hastanede şifaya kavuşmanın mutluluğunu yaşarken, Kuzey ve Batı Avrupa’da akıl hastalığı diye bir kavram bilinmiyor, hastalık sahibi kişiler ise, ilaçsız ve tedavisiz bir şekilde toplumda başıboş bırakılıyordu.

Gelenekler ve Aileler
1000’li yıllarda, kız çocukları genelde on iki veya on üç yaşma geldiklerinde evlendirilirdi. Evlenememiş veya nişandan ayrılmış kızlar ise, daha çok râhibelik veya yün eğirmek gibi işlerle meşgul olurlar ve hayatları boyunca bu mesleklerini sürdürürlerdi. Hatta bundan böyle, bugün İngilizce’de eğirmek ve döndürmek anlamına gelen spin fiiliyle; bu fiilden türetilmiş spinster (kalık, yaşı geçmiş kız) kelimesi, bu tarihî gerçeği doğrulamakta ve aynı orijine sahip iki özdeş kelimeyi oluşturmaktadır.
Avrupalı kadınlardan, sadece çok az sayıda kişi hukuk ve kanunlardan faydalanabilirdi. Zengin ve aristokrat tabakaya mensup örnek ailelerde ise, kadınlar genelde eşinin koruması ve himayesi altında bulunurlardı. Bazen kilise desteği ile çıkan kanunlarda, erkeğin karısını dövmesinin hayrına olacağı şeklinde vurgular yapılır, adeta kadınların dövülmesi teşvik edilirdi. Bu sebeple, aristokrat ailelerin kadınları; ev işlerinde kullandıkları hizmetçi kadınları sık sık döver, cezalandırırlardı.

Evsizler ve Kimsesizler
Ortaçağ’da, çok sayıda cüzzamlı hasta vardı. Cüzzamlı olmak, toplumun gözünde idamlık suç işlemek gibi bir şeydi. Şayet aile fertlerinden birisi bu hastalığa yakalanırsa, hemen çevreden uzaklaştırılır; sanki ailesinin yüzüne kara çalmış- çasına dışlanır, arkasından da oturulup ağıtlar yakılırdı.
Toplumdan ve aileden tecrid edilen bu cüz- zamlılara, genelde uzun ve renkli bir elbise giydirilir, boyunlarına da; üzerinde cüzzamm "c"sinin yazılı olduğu tabelaya benzer bir levha asılırdı. Cüzzamlıların çilesi, bu kadarlıkla bitmezdi. Ayrıca, üzerlerine; hareket ettikçe öten bir çan takılmadıkça gezinmeleri yasaktı. Bu da olmazsa, topluma çıktıklarında "Ben kirliyim! Ben kirliyim!" şeklinde bağırmaları gerekirdi.

Basın-Yayın
1000’li yıllara doğru Avrupa, basın-yayın faaliyetleri alanında, doğu toplumlarına göre bir hayli ilkel bir düzeyde idi. Yayımlanmak istenen metinler; ya müvezziler tarafından elden ele dağıtılarak, ya da sesi gür hatipler tarafından ilan edilerek kitlelere ulaştırılabilirdi.
Çinlilerle Ortadoğu ülkeleri ise, basın-yayın alanında dünyanın en ileri kalkınmasına sahiptiler. Çinliler, Gutenberg’in Avrupa’da kurduğu matbaa makinasından asırlarca evvel, tahtadan oydukları harflerle ilk matbaa makinasını keşfetmişler ve binlerce kitabı bu makina ile basmaya muvaffak olmuşlardı. Kağıdı Çinliler1 den alan Müslümanlar, bunu çok daha geliştirmişler, ilk defa Harun Reşit devrinde, 754 yılında Bağdat’ta bir kağıt fabrikası kurmuşlardı.
Müslümanların kağıt, kalem, mürekkep gibi basm-yayın araçlarına olan âşinâlığı, daha İslam’ın doğuş asrında başlamış; fıkıh, hadis, tefsir ve kelam gibi İslâmî bilimlerle gelişmiştir. Bundan böyle miladi 8. yüzyıla doğru, büyük bilginlerin yanısıra; yazı, şiir ve hitabet gibi edebî türlerle, Emevi ve Abbasi toplumlarına hakim olan fikrî ve siyasî gelişmeleri yakinen etkilemiş şairler ve kalemşörler yetişmiştir. Mesela 730 yılına doğru, iki Emevi şairi olan Cerîr ile Ferazdak arasında vuku bulan yazılı münakaşalar; çağımızda, tıpkı zaman zaman televizyon ve gazetelere akseden güncel tartışmaların veya siyasî polemiklerin, bir nevi tarihî bir simetriğini oluşturur.

Köleler ve Esirler
İnsanoğlunun, kendine yaptığı zulmün bir nevi sistemleşmiş bir şekli olan kölelik; 1000 yıl öncesinin toplumlarına, tarihin çok eski devirlerinden tevarüs eden bir müessese olarak kalmıştı. Ortaçağ’da Avrupa’nın uygarlık yolunu tıkayan en büyük engellerden birisi, köleliğin çok yaygın olmasıydı. İlk defa 1086 yılında, kölelerin de normal bir insan olarak kayda geçirilmesini emreden İngiltere kralı I. William; İngiliz top- lumunda her on kişiden birisinin köle olduğunu belirtmektedir.
Alman kabileleri, daha çok kölelerinin komşuları sayılan Slavlar’dan olmasını tercih ederlerdi. Hatta bugün İngilizce’de, slave kelimesinin köle olarak kullanılmasının sebebi bundandır. Amerika kıtasında da, savaşlarda esir alınan askerler köle statüsünde değerlendirilir, ağırlıkları kadar yük taşımaya mecbur edilirlerdi.
Ortadoğu ülkelerindeki köleler ise genelde Afrika kökenliydi. Özellikle Müslümanların kölelere karşı tutumu, diğer toplumlara göre daha farklıydı. İnsanları daima adaletli olmaya çağıran ve işlenen bazı küçük günahların keffaretinin dahi, köle azat etmek olduğu tavsiyesinde bulunan İslam’ın; tarihin en müzmin toplumsal yaralarından birisi olan köleliğin kalkmasındaki rolü çok büyüktür.

Spor ve Eğlence
Spor ve eğlencenin, insanlık tarihi kadar eski olduğu bilinen bir gerçektir. Hatta ilk çağda, Ati- nalılar’ın disk atmak ve maratonlar düzenlemek gibi bazı sportif faaliyetler tertip ettikleri tarihen sabittir. 1000’li yıllarda da, yaşadığımız zamanların oyun ve eğlencelerine benzeyen bazı etkinlikler yapılırdı.
Asya’da daha çok güreşler yapılır, at yarışları ve cirit müsabakaları düzenlenir; Afrika ülkelerinde ise bazı yerel dans gösterileri yapılırdı. Amerika kıtasında, özellikle Mississippi Neh- ri’nin geçtiği havzada; bugün hâlâ A.B.D’nin bazı güneydoğu eyaletlerinde varlığını sürdüren Chancy adlı bir spor türü oynanırdı. Chancy; taştan yapılmış ve üzerine nişan noktası tayin edilmiş bir disk üzerine, ok veya mızrak atmak şeklinde oynanan, eğlenceli ve tehlikeli bir spor şekliydi. Hatta bu oyun esnasında, bazı rehinelerin ağır yaralandığı ve büyük zararlar gördüğü riskli pozisyonlar olurdu.



Kaynaklar
1-Oryantalizm, Edward SAID, Pınar Yayın lan, İstanbul 1980.
2-AI-Majalla (The International Magazine of the Arabs), Issue no. 1029-1030.
3-Ortadoğu, Bernard LEWIS, Çev. Mehmet HARMANCI, Sabah kit. Serisi, İst. 1995.
4-Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansik lopedisi, cilt 6, "Beytülhiknıe" maddesi.
5- Tiirk ve İslam Ansiklopedisi, Tercüman Gaz. ve Mat. A.Ş, Heyet, Yön. Prof. Dr. Salih TUĞ.








1000’Lİ YILLARA YAKIN GELİŞMELER

* 960 Çin’de Song hanedam yönetime geldi. Tai Zung bu hanedanın ilk imparatoru oldu.
* 961 Endülüs Emevi Devleti’nin ünlü hükümdarı III. Abdurrahman, 49 yıl süren parlak bir saltanattan sonra vefat etti.
* 969 Fatımîler’in ele geçirdiği Mısır’da Kahire başkent oldu.
* 970 Yönetime geldikten bir yıl sonra Fa- tımîler, Kahire’de Ezher Üniversitesi’ni kurdular.
* 973 Büyük İslam bilgini ve düşünürü el- Bîrûni, bugün Hîve yakınlarında bulunan Kas şehrinde doğdu.
* 980 I. Viladimir devrinde Hristiyanlık Rusya’da yayılmaya başladı.
* 985 Hindistan’ın güneyinde Çola hanedanı büyük bir güç kazandı. Mihraca Racaraca ülkeye hakim oldu.
* 987 Fransa’da Capet hanedanı yönetime geldi. Ülkeyi 1789 Fransız İhtilali’ne kadar, hep hanedanlara mensup krallar yönetti.
* 995 Japonya’da israf ve savurganlığın sebep olduğu büyük bir toplumsal buhran yaşandı.
* 1000 Meksika’da Toltek uygarlığı, tarihinin en parlak devrini yaşadı. Vikingler Grön- land adasını aşarak Kuzey Amerika’ya geçtiler.
* 1000 Endülüs Emevi Devleti, Güneybatı Avrupa’da medeniyetin zirvesini yaşadı.
* 1016 Endülüs Emevi Devleti’nde yıkılışa götürecek huzursuzluklar başladı.
* 1019 Yaruslav, Vikingler’in kurduğu Kiev’e kral oldu.
* 1020 İran’ın ünlü destan şairi Firdevsi vefat etti.
* 1031 Endülüs Emevi Devleti, resmen tarih sahnesinden çekildi. Yerine, sayıları 14’ü bulan ve Tavâifu’l-Mülûk adıyla anılan emir devletçikleri kuruldu.
* 1040 Karahanlılar Devleti sona erdi. Büyük Türk hakanlığı tacı Selçuklular’a geçti.
* 1043 Selçuklu Türkleri, Anadolu yarımadasını fethetmek için hazırlıklara başladılar.


1000’Lİ YILLARIN EN BÜYÜK ŞEHİRLERİ

Kurtuba Endülüs Emevi Devleti’nin başkentiydi. 450 bin nüfusuyla Asya ve Avrupa da dahil, hemen hemen dünyanın en büyük kenti durumundaydı. Halkının büyük çoğunluğunu zenginler ve halinden memnun olan kültürlü insanlar oluştururdu. Köprüleri, kütüphaneleri, dillere destan kasırları, camileri, hamamları ve Avrupa’ya İlmî düşüncenin geçişini sağlayan yüksek okulları ve medreseleri ile ünlüydü.
Kyıfiyang 400 bin nüfusuyla Sarı Nehir’in iki yakası boyunca uzanan, Asya’nın en büyük kenti durumunda idi. 1000’li yıllara doğru Çin’de yönetime gelen Song hanedanına başkentlik yaptı. Şehir, etrafını saran sulama kanallarının çoğalması ve yönetimin kalbini oluşturan sanayinin artması sebebiyle hızla gelişti ve büyüdü.
Kostantiniye Bugün bizim İstanbul’umuz olan 1000’li yılların Kostantiniye şehri; nüfusu 300 bine ulaşan, Asya ile Avrupa kıtalarının birbirinden ayrıldığı bir boğazın kıyısında, son derece stratejik öneme sahip bir kent durumunda idi. Aynı zamanda Bizans İmparatorluğu’nun da başkenti olan Kostantiniye, Avrasya’daki ticaretin sevk ve idare edilmesinde merkezî bir rol oynuyordu.
İnkuvar 200 bin nüfuslu, bugün hâlâ Kamboçya’da aynı adla anılan, Asya’nın ikinci büyük şehri idi. 1000’li yıllarda Kı- merler’in başkenti olan bu büyük şehir, aynı zamanda güney Asya’nın en önemli siyasî merkeziydi. Sulama kanallarıyla donatılmış verimli bir toprağa da sahip olan İnkuvar, 10. asırda, Asya’nın en büyük pirinç pazarıydı.
Kiyutu 175 bin nüfusa sahip, miladi 8. yüzyıldan beri Japon adalarına başkentlik yapan önemli bir şehirdi. Dinî ve kültürel bir merkez olmasının yanısıra, 1000’li yıllarda, ipekli kumaşlar üreten tezgah ve fabrikaları ile ünlüydü.
Kahire Fatımîler’in 969 yılında başkent yaptıkları bu şehir, 135 bin nüfusuyla Afrika’nın en büyük yerleşim yeriydi. Camileri, köprüleri, hanları, hamamları, yüksek okulları ve medreseleri ile ün saldı.
Bağdat Abbasi halifelerine başkentlik yapan bu şehir, 125 bin kişilik nüfusuyla Ortadoğu’nun en önemli kentlerinden birisiydi. 1000’li yıllarda, fikrî ve kültürel ekollerin buluştuğu önemli bir merkezdi. Zaman zaman İran kültür ve mimarisinin etkisinde kaldı.
Nişabur Bugün İran toprakları içerisinde kalan bir bölgede, 125 bin kişilik bir nüfusa sahip büyük bir kentti. 1000’li yıllarda süs eşyası olarak kullanılan kıymetli taşların çıktığı bir yer olması hasebiyle, hızla gelişen cazip bir kent durumuna geldi.
İnulfâdâ 1000’li yıllarda, 100 bin nüfusa sahip, Hindistan’ın en güzel kentiydi. Birçok nehrin bir araya geldiği ve yan yana şelaleler halinde büyüleyici bir manzara oluşturduğu örnek bir yerleşim yeriydi.
Rey Bugün, İran’ın başkenti olan Tahran yakınlarında, 100 bin nüfuslu, kalitesi yüksek ipekleri ve ince işlemeli seramikleriyle ünlü, zengin bir sanayi şehriydi. 1000’li yılların, çarpıcı güzelliğe sahip gözde kentlerinden biriydi.
İsfehan İran’da bugün hâlâ aynı adla anılan, 1000’li yıllarda 100 bin nüfuslu; buğday, ipek, halıcılık gibi tarımsal ve endüstriyel ürünleriyle ünlü bir şehirdi.
İşbiliye 90 bin nüfuslu, Endülüs Emevi Devleti’nin en zengin şehriydi. 1000’li yılların bilim, kültür ve sanayi kenti olarak İber yarımadasını senelerce aydınlattı.
Dali Çin’de bugün dahi aynı adla anılan, 90 bin nüfuslu, mermerleri ile ünlü bir şehirdi. Mermer üretimi, 1000’li yıllardan 2000’li yıllara kadar hâlâ devam etmektedir.
Singapur 1000’li yıllarda, Kula hanedanına başkentlik yapan, 90 bin nüfuslu bir liman şehriydi. Hanedan’tn en ünlii kralı Ra- caraccı, taştan devasa bir mabet yaptırdıktan sonra önemli bir dinî kent durumuna geldi. Bugün de, dünyanın en ünlü finans ve ticaret merkezlerinden birisidir.