Makale

Avrupa Birliği’nde Din Faktörü

Avrupa Birliği’nde Din Faktörü

Doç. Dr. Fikret KARAMAN
Elazığ Müftüsü

İki bin yıllık zaman diliminde olup biten olayların değerlendirilmesi tarih bilimine bırakılmalıdır. Zira bilim, uluslararası siyasal sistem, sanayi ve teknolojinin etkisiyle küreselleşen dünyamız iyice küçülmüştür. Ülkeler hatta kıtalar arasındaki bilgi akışı ve karşılıklı etkilenme olayı bir sitede oturan aileler arasındaki ilişki kadar hızlanmıştır. Fertler, aileler, toplumlar ve ülkeler bir araya gelerek birlikler, paktlar ve bloklar oluşturmaktadırlar. 21. yüzyıla girerken dünya gündeminde yerini alan bu organizasyonlardan biri de “Avrupa Birliği”dir. Başvuru, AB ülkelerinin coğrafi, ekonomik, kültürel ve sosyal değerleri nedeniyle uzun bir müddet beklemeye alındı. Nihayet kısa bir süre önce Helsinki’de alınan bir kararla Türkiye’nin AB adaylığı onaylandı. Tereddütlü ve tartışmalı geçen bu bekletilmenin nedenleri arasında ülkemiz halkının müslüman olması esprisinin de yer aldığı tahmin edilmektedir. Aslında din faktörü ile ilgili endişeler, henüz her iki tarafın da zihinlerinden silinmiş değildir. Bu husus, şimdiye kadar açık ve kapalı kapılar ardında çok konuşuldu ve tartışıldı. Artık gelişmeler karşısında endişeye kapılma yerine problemin bilimsel düzeyde ele alınması gerekir. Konuya katkımız olur ümidiyle bu yazımızda AB ilişkilerinde din olgusunun rolü üzerinde durmaya çalışacağız.
Aslında AB, din kültürüne yabancı ve uzak değildir. Çok tanrılı eski Grek dinlerinden, se- mâvî dinler olarak bilinen; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm dinine varıncaya kadar çeşitli dinler üye ülke halkı tarafından kabul edilmiştir. Özellikle Hiristiyanlığın kolları durumundaki Katolik, Protestan ve Ortodoks mezheblerine mensup büyük kitleler oluşmuştur. Aralarında tartışmalar, gerginlikler hatta savaşlar bile oldu. Bu yüzden kilise Avrupa’da önemli bir otoritedir. Özellikle demokrasi ve insan haklarının ele alınmasında önemli bir fonksiyon icra etmektedir. Bu yüzden AB ülkeleri sosyal hayatta din faktörünü dışlama yerine; ondan yararlanmaya çalışmaktadırlar. Olumsuzluk zincirini oluşturan yoksulluğu, maddeciliği, ırkçılığı, çevre kirliliğini, savaş ve silah üretimini, AİDS ve diğer sağlık sorunlarını ve ailelerin parçalanması sonucu sahipsiz kalan çocukların geleceğini korumak için dini değerler ile onun ürünü olan her türlü ahlakî, ruhî, gelenek ve göreneklerden yararlanmayı bir fırsat olarak değerlendirmektedir. Ön yargıyla yola çıkarak Avrupa’nın manevî değerleri reddettiğini söylemek doğru değildir. En azından günümüz insanının bilim ve düşünce özgürlüğü bakımından ulaştığı seviye bu tür yanlışlıklara izin vermemektedir. Şu halde AB ilişkilerinde İslâm dini söz konusu olunca neden bazı endişe ve tereddütlerle zihinler kurcalanıyor? Bu konuda doğru, bilimsel ve objektif değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Aksi halde asırlar önce insanlığı, küfür, cehalet, nifak ve bütün ilkel davranışlardan çekip kurtararak, iman, ibadet, ahlak ve eğitim sistemiyle en medeni seviyeye getiren dine ve onun kitabı Kur’an’a haksızlık edilmiş olur. Çünkü İslâm bölgesel değil; evrenseldir. Onun kaynağında vahiy vardır. Hedefi, sadece doğu ve güneydeki insanlar değil, kuzey ve batıda olan herkesdir. Nitekim Kur’an yer ve cihet (yön) olayını değerlendirirken bütün yeryüzünün Allah’a ait olduğunu belirtmiştir. “Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (Zatı) oradadır. Şüphesiz Allah (ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O her şeyi bilendir.” (Bakara, 115) Ayrıca Hz. Peygamberin alemlere rahmet ve uyarıcı olarak gönderildiği anlaşılmaktadır. “(Rasulüm) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 107) “Ey Peygamber ! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Ahzab, 45)
Görülüyor ki İslâm, farklı coğrafyada yaşayan insanlar arasında ayrım gözetmemiştir. Bütün insanlığı mutlu ve huzurlu kılmayı hedeflemiştir: “Ey İman edenler, hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin, çünkü o, apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 208)
O halde problem İslâm’ın kendisinden değil; onu yeterince anlamayan, anlatmayan ve pratik hayatında yaşamayan müslümanlardan kaynaklanmaktadır. Bugün müslüman toplum- larda İslâm adına gündemde tutulan bazı olaylar iyi bir görüntü sergilememektedir. Gıybet, yalan, aldatma, tembellik, hırsızlık, vurma, kırma ve ürkütme gibi İslâm’ın temel espirisiyle bağdaşmayan davranışlar ön plana çıkarılmıştır. Şahıs ve gurup çıkarı uğruna istismar, bid’at, hurafe, ideolojik saplantılar, kaprisler, örf ve adetler gibi bir dizi yanlışlık onun emri gibi takdim edilmeye çalışılmaktadır. İslâm’ın ruhu ile örtüşme- yen bu tür aşırılıklar her samimi müslüman gibi bizi de üzmektedir.
Konuya sadece AB açısından değil, bütün insanlığın beklentisi olarak yaklaştığımızda görülecektir ki İslâm gerçek anlamda barış dinidir. Hiç bir fert ve toplumu dışlamamıştır. Renk, ırk, cins ve coğrafyaya bakılmaksızın herkese yardımlaşma, hayat hakkı, huzur, güven başarı ve mutluluğu müjdelemektedir. Şu ayetler de bu hususu te’yid etmektedir.
"... İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın...” (Maide, 2) “ .... Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide, 32)
Konu ile ilgisi olduğundan şu hadisin anlamım da vermek istiyorum; “Müslüman dilinden, elinden müslümanların selamette kaldıkları kimsedir.” (Buhârî, İman, 3)
Yeni bir toplumla daha yakın ilişki kurarken siyasi, kültürel, ekonomik ve sosyal alanlarda olduğu gibi din, inanç ve ahlaki değerlerde de aynı hassasiyetin gösterilmesi kadar doğal bir şey olamaz. Aslında yakm geçmişimizi yokladığımızda benzer bir tecrübe daha yaşadığımızı hatırlayacağız. Bilindiği gibi 1960-1970 yıllan arasında memleketimizden Avrupa ülkelerine işçiler gönderilmişti. Bu konuda ön hazırlıklar yapılmadığı gibi; çıkacak muhtemel proplemlere karşı tedbir de alınmadı. Binlerce vatandaşımız eğitim, kurs ve seminere tabi tutulmadan doğrudan ilgili ülkelere gönderilmişlerdir. Kısa bir süre sonra bu insanların, çevrelerine uyum sağlamalarında, çocukların eğitiminde özellikle inanç ve ibadet ihtiyaçlarının karşılanmasında ciddi problemler yaşanmıştır. Acı olay ve deneyimlerden sonra toparlanıp özlük hakları, eğitim, inanç ve ibadet sorunlarıyla ilgili tedbirler alınıncaya kadar 1520 yıl aradan geçti.
Artık AB üye olma süreci resmen başlamıştır. Fert, toplum ve kurumlar düzeyinde hazırlıklar yapılmalıdır. Serbest dolaşım hakkıyla birlikte herkes ve herşey daha hızlı hareket etmek zorunda kalacaktır. Şimdiden memur, işçi, köylü, esnaf, tüccar ve iş adamı mesleğini temsil yönünden bir yarış ve heyecan duygusuna hazır olmalıdır. Sanayi ve teknoloji ürünleri başta olmak üzere bütün iş ve imalat sektöründe kalite, dürüstlük ve güven duygusu için gerekli önlemler alınmalıdır. Eğitim, sağlık, trafik, turizm ve spor gibi alanlarda, hoşgörü, karşılıklı saygı, yardımlaşma, rehberlik, dostluk, temel insan hakları gibi ilkeler karşısında sübjektif değil objektif ve doğru kararlar alınmalıdır. Bu temel prensiplerle kıyaslayarak örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bu alanlarda kendimizi çok şey söylemeye yeterli ve yetkili görmüyoruz. Fakat Diyanet ve İlahiyat alanında ciddi çalışmaların ve tedbirlerin alınması gerektiğine inanıyorum. Bunları ana başlıklar halinde şöyle özetlemek mümkündür.
1. Ülkemizde din hizmetinde istihdam edilmek üzere eleman yetiştiren okul ve fakültelerin programları gözden geçirilmeli; gerekirse yeni dersler ve bölümler eklenmelidir. Bu eğitim kurumlannda yetişecek elemanlardan beklentiler tesbit edilerek amaç ve hedefler yeniden düzenlenmelidir.
2. Başkanlığın çeşitli kademelerinde çalışan 80 bin civarında personel bulunmaktadır. Bunların bilgi düzeylerini yükseltmek, cami, çevre ve cemaat ilişkilerinde daha duyarlı, heyecanlı, sorumlu ve sempatik hale getirmek için sürekli, kapsamlı ve kaliteli hizmet içi eğitim kurslarından başlanarak üniversite mezunu olmalarına kadar her türlü tedbir alınmalıdır.
3. Vatandaşlarımıza cami, yayın ve televizyonlar aracılığıyla bugüne kadar sunulan hutbe ve vaazların daha kaliteli, verimli ve yaygın hale getirilmesi için yeni ve özendirici tedbirler alınmalıdır.
4. Batıda birden fazla yabancı dil konuşanlar oldukça fazladır. Kilise çevrelerinde ise bu oran daha da yüksektir. Ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı dahil bir çok kurumda bu avantajı görmek mümkün değildir. Oysa ki artık dünya küçülmüştür. Yazılı ve görsel yayınlarla dünyanın en ücra köşelerine ulaşılabilmektedir. Bu nedenle yabancı dillerde çeşitli dini programlar hazırlanabilir. Bugünden tedbir alınmazsa yarın başkalarıyla yarışmak ya da medeni ölçüler içinde tartışma imkanı olmayacaktır.
5. İbadet mekanları olan camilerin yer seçimi, yapımı, sanat değeri ve estetik görünümü tesadüfe bırakılmamalıdır. Bu alanda hem eleman yetersizliği hem de mevzuat boşluğundan kaynaklanan sıkıntılar bulunmaktadır.
Şurası unutulmamalıdır ki Diyanet İşleri Başkanlığı, 600 yıl boyunca Osmanlı Devletinin idari yapısı içinde bazı konularda Sadrazamdan önce bazı durumlarda ise Sadrazamdan sonra gelen din işlerinden sorumlu Şeyhülislamlık makamının Türkiye Cumhuriyeti’ndeki uzantısını temsil eden bir makamdır. Hem kuruluş amacı hem de kamu vicdanının beklentisi bu istikamette olmuştur. Bugün laik ve demokratik ilkelerle yönetilen Avrupa ülkeleri, bu düşüncenin de ötesine geçerek 1522 yılından bu yana seçimle görev başına getirilen “Papa” nın otoritesini korumaktadır. Çağımızda Papa hem müstakil bir devlet olan Vatikan’ın devlet başkanı hem de yeryüzündeki bütün Katoliklerin de başıdır. Tarihimizde ve günümüzdeki modem ülkelerde dinden sorumlu makam ve kuramların otoriteleri değerlendirildiğinde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çok iyi bir konumda olduğunu söylemek mümkün değildir. Oysa ki bu saygınlık, söz konusu Başkanlık makamına verilmesi halinde şahıslar değil ülke ve dünya politikasında bu yüce makamın otoritesi ön plana çıkarılmış olacaktır. Esasen milli menfaatlerimiz de bunu gerektirmektedir. Çünkü o makam huzur, güven, barış, adalet, hak, hürriyet ve kardeşliğin sembolü olan İslâmî temsil etmektedir. Böylece tartışma ve polemiğe girmeden Başkanlık makamının saygınlığı, otoritesi ve yetkileri desteklenerek, “özerk” bir konuma getirilmesine çalışılmalıdır. Artık AB veya diğer ülkelerle sağlanan fiziki ve kültürel yakınlaşmanın ötesinde iletişim araçları ve bilgisayar ağıyla değerler iç içe girmiş bulunmaktadır. Bu bilgi çağında sadece kendimize değil çevremize ve gelecek kuşaklara da iyi bir ortam hazırlamak zorundayız.
Tarih boyunca dinler, toplumların barış içinde yaşamalarına katkıda bulunmuştur. Nitekim çağımızda da AB ülkeleri kendi aralarında din faktörüne büyük değer vermektedirler. İnsanlığa barış ve huzur mesajı getiren en son ve mükemmel din ise şüphesiz ki İslâmiyettir. O halde onu tanımanın ve ona hizmet etmenin diğer bir anlamı da bütün insanlığa ve dünya barışına katkıda bulunmak demektir. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı semâvî dinler başta olmak üzere yeryüzünde yaşayan bütün dinlerle diyalog kurmaya, gerekirse peryodik aralıklarla din şuralarında olduğu gibi bilimsel toplantı ve kongreler düzenlemek suretiyle dünya barışına katkıda bulunma fırsatını sağlayacak tedbirleri almaya hatta öncülük yapmaya daima hazır olmalıdır.