Makale

Yavrum

YAVRUM

HOLLANDA Televizyonunda seyretmiştim: Koningin Bearix ile Prins Claus; oğulları Prins Willem Âlexandre’ı buz patenine katılması dolayısıyla kucaklıyorlardı, ilginç bir tablo oluşmuştu: Kraliçe’nin yavrusuna bağlılığı., kraliçe de olsa, once "ana" oluşu.. Evlat sevgisi..
Bu kutsal duyguyu canlandıranlar, devletin en üst kademesinde üç aktördü: Kral-Kraliçe-Prens..
Allah’ın fakir-zengin, amir-memur, kral-kraliçe, herkese ve her canlıya nasip ettiği müstesna duygu: Evlat sevgisi..
Zaman zaman sergilenir benzer olaylar gazete sütunlarında: Bir tavuğun kartalın pençesine düşürmemek için yavrularına kanat gerişi.. Ana kedinin yavrusunu kaptırmamak için, köpeğin üzerine saldırırken, adeta arslan kesilişi.. Suya düşen çocuğunu kurtarmak için kendisini dalgaların kucağına fırlatan ve bir daha geri dönemeyen babanın fedakârlığı.. Freni boşalmış arabanın, yavrusunun üzerine doğru geldiğini görünce, takoz olmak için kendisini tekerin altına atan ananın akıl almaz şefkati.
Hep "canım yavrum" ifadesindeki "kutsal duygu", "evlat sevgisi" sergilenir "ana" şefkatinde...
Hissedilen, fakat ifade edilemeyen bir kutsal duygudur bul Küme küme güçlükler üzerine kurulmuş, perçinleşmiş ve kutsallaşmış bir duygu...
Öyleyse gençleri. Her yaştan evlâtlar!.
"Yavrum" sözcüğünün tonajındaki kutsal sevginin, anne ve babanıza karşı size yüklediği görev nedir, bilir misiniz?..
Bu derin sevgi ve onun karşılığı, Peygamberimizin dilinde şöyle ifade edilir:
"Yaşlı annesini, hac yaptırmak üzere sırtında taşıyan delikanlı, Peygamberimize sorar:
- Anneme olan evlâtlık borcumu ödeyebildim mi Ya Raasûlellah? Peygamberimiz cevap buyurur:
- Annenin seni karnında taşıdığı zaman çektiği bir anlık zahmetin bile karşılığı değildir bu!."
Anne ve babanın yavrusuna olan kutsal sevgisine evladın cevabı, ancak "kutsal saygı" ile olur.. Bu "kutsallığı yakalıya biliyor muyuz ?..

Abdullah SEVİNÇ




BÖYLE BİR YAZI YAZMAK ZORUNDA KALMAK, BİR MÜSLÜMAN İÇİN KOLAY DEĞİL, OKUYUCULARIMIZDAN TEEDDÜP EDEREK,,

FUHUŞ TIRMANDI

Böyle bir konuda yazı yazmak zorunda kalmak, şüphesiz kolay değil, hatta ıztırap verici... Zira Türk Milleti tarih boyunca içtimaî yapısının sağlamlığı ile örnek gösterilmiş bir millet... Fuhuş, aile yapısı ile doğrudan alâkalı bir olay.. Bir cemiyette aile müessesesi çözülmeye başladı mı, içtimai hastalıkların önünü alamazsınız. Fakat "Namus" denilen ahlâkî unsur var ya, işte o en son kaybedilecek insanî değer.. Bir insana "Katil" diyebilirsiniz, "Cani" diyebilirsiniz, hatta "Hırsız" ve "Ahlâksız" bile diyebilirsiniz fakat "Namussuz" diyemezsiniz. "Fahiş" veya "Fahişe" olmayı hiç kimse kabullenmez. Bir kimsenin ne kadar çok ahlâkî zaafı bulunursa bulunsun, "Namus"unu muhafaza ediyorsa, hâlâ kaybetmediği bir şeyleri var demektir. Onu da kaybeden ise, artık kaybedecek hiç bir şeyi kalmayandır.
Polis istatistikleri, sosyolojik araştırmalar ve gazete yayınları Türk toplumunda kaybedilecek hiçbir şeyi kalmamış kimselerin çoğaldığını gösteriyor.. Tek başına fuhuş yapan kadın sayısı 1983’te 1125, 1984’te 1287 iken, 1985’in ilk on ayında 6775’e yükselmiş ve kimbilir şimdi nerelere çıkmış... öyle ki, "tele-kız"lar, "telsiz-kız"lar derken, bu iş yavaş yavaş bir meslek, bir sektör oluşturmaya başlamış... Bir sulh ceza hakimi bunun hangi boyutlara ulaş-tığını belirtiyor: "Eskiden fuhuş suçu ile karşımıza gelenler utanır, yüzlerini saklarlardı, şimdi normal karşılıyorlar.. Gülerek, tebessüm ederek, normal bir olayı anlatır gibi kendilerini ve yaptıklarını anlatıyorlar" diyor.
Doç Dr. İhsan SEZAL’ın, bir güzel araştırması var.. Bu araştırmada SE-zal, fuhuşun temelinde "lüks hayat" özentisi var diyor. "Tüketim dalgası", "tüketim fırtınası", "tüketim isterisi" denilen bu nevzuhur özenti, zayıf karakterli insanları muhatap seçiyor. "Herkese erişilmesi kolay bir mesafede duran, ama yaklaştıkça sanki uzaklaşan cazip tüketim malları, şiddetli iştiyaklara dönüşebilmekte, fuhuşa kadar varan davranış sapmalarına sebep olmak-tadır." Fuhuş kurbanlarının itirafları da Sayın Sezal’ı teyid ediyor.
Fuhuş, sayısı mahdut sicilli "fahişe" leri aşmış ve uzmanların ifadesi ile muhkem Türk aile müessesesini tehdit eder hale gelmişse, bunun çaresi, gevşeyen terbiye sistemimizi yeniden tahkim etmektir.
"Tüketim isterisi", lüks yaşama özentisi, sadece zenginlerin alabilecekleri pahalı malların her gün biteviye reklâm edilmesi, namusunu pazara sürme konusunda belki bazı kimseleri tahrik edebilir. Pazara sürülen bu meta’ın alıcı bulması da aynı istisna sınırını zorlayabilir. Fakat ırz ve namus satışının asıl sebebi bunlar olamaz. Sebep tektir ve bellidir, o da "namus" mefhumunun da içinde bulunduğu mukaddeslerin hesapsızca, akılsızca, hunharca tahrip edilmesidir.
"Tüketim arzusu" eskiden de vardı. Zengin-fakir farkının bulunmadığı zaman mı var? Bir kısım insanla-nn saray ve köşklerde yaşadıkları, diğerlerinin onlara çalıştığı devirler olmadı mı? Bu millet nice yokluk yıllan, nice fetret devirleri, nice kıtlık çağları yaşadı. Ama o zamanlar toplumda sağlam ahlâkî değerler, toplu kıymet hükümleri dimdik ayakta idi.
Burada felsefi veya sosyolojik bir tartışmanın içerisine girme maksadımız yok Her milletin kendine mahsus diğer hükümleri, terbiye metodları, sosyal müessiriyetleri olabilir. O yargılar bir yana... Türk milleti bin yıldan bu yana hangi kıymet hükümleri ile terbiye edilmiştir? "Dev-lete isyan", "topluma tepki", "rüşvet" ve çeşitleri derken "o da gidince hiçbir şeyin kalmayacağı" en son değen de kaybetme noktasına gelmişsek, doğrusu "aydın-tutucu", "ilerici-gerici , "iktidar- muhalefet" sürtüşmelerini bırakıp "millî-resmi" tedbirler almanın zamanı gelmiş demektir.
Şunun için: Sosyal olaylar kolayca yönlendirilemezler. Bir sosyal disiplin, millî bünyede yüzyıllar içerisinde oluşur, kazanılır». Yüzyılların emekleriyle kazanılan o disiplini, millî değeri kaybederseniz, tedavi için yeniden yüzyıllar, binyıllar beklemek zorunda kalırsınız
Bizim, tarihin derinliklerinden kopup gelen millî normlarımız var. İslâmiyet öncesinden başlayan, İslâmiyet’le gelişip güçlenen sosyal değerler, içtimâi bağlar...
Özellikle son yüzyıl içerisinde, bize mahsus bu milli değerlere savaş açmış gibiyiz... Sinemalarımızla, tiyatro ve temsillerimizle, her türlü basın-yayın imkânlarımızla... Müstehcen sınırını çoktan aşmış terbiyesiz yayınlan okurken, seyrederken, ebeveynlerin kız ve erkek evlâtlarının yüzlerine bakacak halleri kalmadı.
"Basın hürriyeti" tamam... Başımızın üstünde yeri var. Ya bu hürriyetin istismarı?.. "Bu hürriyet Batı’da da var" diyorlar... Doğrudur, ancak orada başka şeyler de var...
Onlarda, eskiden mevcut olmayan iyiler şimdi şimdi imal ve icad ediliyor. Biz ise, mevcut iyileri karalamak ve yıkmak için seferber olmuş gibiyiz.