FETVA EMİNLERİ
M. Vâmtk Şükrü ALTINBAŞ
— 26 —
FETVÂ EMİNİ
Ahmed Efendi
“Hısn-ı Mansûrî” denmekle mâruftur. Fudalâ-yı benâmdan idi. 1106 da Şeyhû’l-İslâm seyid Feyzullah Efendi zamanında Fetvâ Emini oldu. Feyzullah Efendi’nin 1115 Rebîu’l-evvel’inin 13 ünde infisâliyle beraber azil ve (Boğaz Hisarı) na nefyedildi. Sonra ıtâk ve İstanbul payesiyle tatyip olundu. Ragid Tarihi, müşârün-ileyhe İstanbul pâyesinin 1115 senesi Muharrem’inde tevcîh olunduğunu bildiriyor ki, azil ve nefyinden evvel demektir; doğrusu da bu olmak gerektir.
Müşârün-ileyh 1133 Receb’inde vefât etmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.
— 27 —
FETVA EMİNİ
Mehmed Kâmi Efendi
Edirnelidir. (Şeyh İbrahim Gülşenî) nin oğludur[1] . 1086 tarihinde Şeyhü’l-İslâm Ankaravî Mehmed Efendi’den mülâzım olup medreselerde müderrislik etmiş ve 1116 Rebîul-Ahır’inde Kasım-Paşa Müderrisi iken Medîne-i Münevvere pâyesiyle Bağdat Kadısı olmuştur. Azlinden sonra İstanbul’a gelerek 1119’da Ebezâde Abdullah Efendi Şeyhü’l-İslâm olunca kendisini Fetvâ Eminliğine getirmiştir,
1124 Zilkadesinde Bursa pâyesiyle Galata Kadılığına, sonra Şehit Ali Paşa’nın sadâreti sonunda Sun’ullah Efendi yerine Evkaf Müfettişliğine, 1130’da Mısır Mevleviyetine tâyin olunarak oradan ma’zûl iken 1136 da Mekke-i Mükerreme pâyesini ihraz etmiş ve o sene Zilka’de’sinin onuncu Pazartesi günü Rumeli Hisarındaki yalısında vefât ederek Üsküdar’da defnedilmiştir. Rahmetu’llâhi aleyh.
Müşârün-ileyh fakîh, zarif, nüktedân, şâir, münşî bir zât idi. Üç dil üzere şiirleri olup mürettep dîvânı, (Tuhfetü’l-Vüzerâ), (Behcetü’n-Nuamâ) fıkıhta imam olanların tercümelerini hâvî (Mihâmmü’l-Fukahâ), (Fîruznâme), fıkıhdan (Riyâzü’l-Kasımîn) isimlerinde mûteber eserleri vardır. (Salât-ı Mes’ûdî) yi tercüme etmiş ve Şeyhü’l-İslâm Ebû Saîd Feyzullah Efendi’nin ta’ribine başlayıp ikmal edemediği (Fetâvâ-yı Kaaidiyye) nin Fârisîden Arabîye tercümesini tekmîl eylemiştir.
Es’ad Efendi Kütüphanesinde (2792) numaralı mecmua muhteviyâtı meyânında (Mehmed Kami el-Edirnevî) nâmına (Şerhü Hicv-i Mü’min-i Şifâî) isminde bir risâle vardır. Müşârün-ileyhin olsa gerektir.
Olma sihâm-ı dest-i kazadan emîn emân
Tîr âşikâre gelmededir der kemîn-i keman
beyti müşârün-ileyhindir. Tarih söylemekte de mahareti vardı. Bu tarihler onundur:
Üçüncü Sultan Ahmed’in şehzadesi Sultan Mehmed’in velâdetine:
Muhammedi gül ile saltanat ferahlandı
1119
Kadri Efendinin Reîsü’l -Küttâb olmasına:
Kalem fuhûlüne Kadri Efendi oldu reîs
1129
İmâm-ı A’zam kubbesinin tecdidine :
Bu âli künbed-i zibâ sırâc-ı ümmete fânûs 1122
Mühürdarağa ve Akpınar’da Hamzabey çeşmelerine:
Akdi bu ayn-ı şifâ mâü’l-hayat
1125
Rayigân oldu gül-i şarâb-ı tahûr
1106
Hoca-zâde İbrahim Efeıidi’nin sakalının belirmesine:
Melâhat levhına gûya yazıldı suhuf-ı İbrahim
1114
Üçüncü Sultan Ahmed’in üç sultânı tezvîç etmesine:
Zehî devlet bu üç sultânın üç sûri se îd oldu.
1136
Gülşenî şeyhi Lâ’lî Efendi’nin vefâtına:
Medet koptu nihâl-i gülşenîden bir gül-i lâ’lî
1112
Müşarünileyh Kâmi Efendi, ikinci derece şâirlerimizden sayılır.
(Devam edecek)
[1] 940 da vefat eden pır-i tarikat İbrahim Gülşenî değildir. Üçüncü Sultan Mehmed tarafından Eğri seferine dâvet olunan Manisa’lı (Semerci Dede) nin oğlu olup Edirne’de tevellüd eden ve 1100 de 93 yaşında vefât eyleyen (Gülşenî İbrahim Efendi) dır ki, Bağdat’ın fethine şu güzel tarihi söylemiştir.
Dar-ı İslâm oldu avn-1 Hak’la dârü’s-selâm (1024)
BİR RADYO YAYINI ÜZERİNE, BAŞKANLIĞIMIZIN AÇIKLAMASI
T.C.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
Olgunlaştırma Müdürlüğü
Sayı: 10781
TRT Genel Müdürlüğüne
Bir müddetenberi Ankara Radyosundan (Radyo Halkokulu) adıyla geceleri neşredilmekte olan, biri erkek diğeri kadın iki şahıs arasında muhâvere şeklindeki konuşmaların, halk efkarında teşevvüşlere, (karışıklıklara) tehevvürlere (öfkelenmelere) sebeb olduğu Başkanlığımızca yapılan müracaatlardan anlaşılmaktadır Bilhassa 31.12.1965 Cuma günü saat 17,30 sıralarında yapılan neşriyatta, "İslâm (uygarlığı) ın terkettiğimiz, çünkü: İslâm (uygarlığı) nın Ortaçağ uygarlığı olduğu...” söylenmiştir.
Bunlar basma kalıp fikirlerdir. Hakikatte İslâm Medeniyeti’nin, Ortaçağ İle muâsır olmakla beraber Avrupa kıt’asını, fikirlere zincir vurarak, göz gözü görmez bir zindana çeviren mutaasıb kilise tahakkümü ile uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur.
Kilise -hâşâ- Allah adına iş görür; dilediğini hıristiyan yapar, dilediğini aforoz eder, dinden çıkarır,
İslâm Dini’nde bütün insanlar hür, serbest bir iradeye sahibdirler; kendi arzu ve iradeleriyle Müslüman olurlar. Eğer dinden çıkmışlarsa, yine kendi iradeleriyle çıkmışlardır. Müslümanlık’da kimseye -peygamber de olsa- Allah adına, hiçbir ferdi dine koyma, dinden çıkarma selâhiyeti verilmemiştir.
Kilise, düşünmeden inanmayı telkin eder.
İslâm Dini, öne« düşünmeyi, sonra inanmayı tavsiye eder.
Kilise, İznik Konsili’nde, İncil adını taşıyan 100 küsur kitaptan seçilen ve biribirini nakzeden 4 Mukaddes (!) kitâba ve kendi İnanç ve telkinatona ay kın gördüğü, hakikatte aklî, mantıki ve hakikatin ta kendisi olan herşeyi, her düşünceyi, bilhassa müsbet ilimleri sâdece reddetmekle kalmamış, insanları böyle şeyleri düşünmekten, bunlarla meşgul olmaktan da men etmiştir. Meşhur Galile’nin başına gelenler mâlûmdur. Bu yasaklara aykırı hareket edenler Engizisyon Mahkemelerinde akla, hayâle gelmez işkencelere mâruz bırakılmışlardır.
İslâm Dinî, gerek akideleri, gerek ibâdetleri, gerekse ahlâki, ictimâî umde ve prensipleri Üzerinde düşünülmekten korkmak şöyle dursun bil’akis insanları bu yolda düşünmeye dâvet eder. Zirâ bu akideler, bu ibâdetler ve bu ahlâki içtimâi umde ve prensipler (Vahy) e dayanmakla berâber, akla tamâmen uygundurlar. Bu akîde, ibâdet ve umdeleri en câhil bir kimse kolaylıkla kabul edebileceği gibi, en münevver bir kimse de kolaylıkla kabul edebilir. Yeter ki vicdanım, peşin hükümlerin taassubundan kurtarmış ölsün...
Diğer yönden, İslâm Dinî, müsbet ilimlere cephe almamış, bil’akis insanların dikkat nazarlarının tabiat âlemine, tabiat hâdiselerinin oluşlarına, bunların nasıl olduklarını incelemeye, hilkatin sırlarım araştırmaya çekmiştir, Böylece Müslümanlık İnsanları, müsbet ilimlere önem vermeğe, onları geliştirmeğe teşvik etmiş, aynı zamanda müşâhede metodunu vaz etmiştir. Müşâhede, müsbet ilimlerde esas metoddur. Mü- şâhede metodunu tecrübe metodu, tahlil, takip eder. İslâm âlimleri bu teşviklere dayanarak ve müşâhede metodunu tatbik ederek, Hey’et (Astronomi) ilminde Batlamyus nazariyesini yıkmışlar, Dünyanın hem kendi mihveri etrafında, hem de güneş etrâfında döndüğünü ortaya koymuşlardır. Aynı zamanda ilk (Rasadhâne) yi kurmuşlar, semânın haritasını yapmışlardır. Riyâzî ilimlerde (Matematik) Fizik, Kimya, Nebâtat, Hayvanat gibi tabiat İlimlerinde eriştikleri seviye, Batı ilim adamlarının itirafları ile de sâblttir. Dünyânın ilk def’a haritasını çizenler de yine İslâm coğrafyacılarıdır.
Müslümanlar Tıb’da, Eczacılık’ta da çok ileri gitmişlerdir. Avrupa Tıb Fakültelerinde daha yakın zamanlara kadar İbn Sînâ’nın (Kanun) adlı kitabı ders olarak okutulmakta idi.
Şiir, edebiyat gibi, süsleme ve cild gibi, mimarî, musiki, hat (yazı) gibi İslâm Güzel San’atlarındaki erişilemez yüksekliği ve taklid edilemez güzelliği görmemek, bilmem ne dereceye kadar ilim ve insaf ölçülerine sığar.
Kilise serbest tefekkürü boğmuş, vicdanlara zincir vurmuştur.
İslâm Dinî ise, fikirlere serbestlik, vicdanlara hürriyet getirmiştir. Fârâbi, İbn Sinâ gibi filozoflar, eski Yunan Felsefesini Arapcaya çevirerek onu hem Îslâmîleştirmeye çalışmışlar, hem de yok olmaktan kurtarmışlardır. Rönesans, oluşunu işte bu hizmete borçludur. Kütüphaneler dolusu, bu günün İnsanının okumaktan da, anlamaktan da aciz bulunduğu binlerce kitap bu iddianın apaçık delilidir. İslâm âlimleri vaktiyle münkir ve kâfir fikirleri bile ilmin hududları içerisinde soğuk kanlılıkla serbestçe, münâkaşa etmişlerdir.
Bu misaller daha da artırılabilir; fakat buna lüzum görmüyoruz.
İşte böylesine aydın ve aydınlatıcı bir din olan Müslümanlığın yayıldığı geniş ülkelerde gelişen İslâm Medeniyeti de o nisbette parlak, ileri bir medeniyettir. Bu medeniyetle, Abbasî halifelerinden Harun er-Reşîd’in Fransa kiralına hediye ettiği çok basit bir çalar saat karşısında, Kral da dâhil olmak üzere, halkı abdalca bir hayrete düşecek seviyeye indirmiş olan mutaassıb kilise tahakkümü arasında bir benzerlik şöyle dursun, bunu düşünmek bile abestir. Çünkü hakikat olanca parlaklığıyle ortadadır. Güneş balçıkla sıvanamaz.
Radyo gibi en geniş bir neşir vasıtasından halka hitap edilirken, -bilhassa % 99,5 u Müslüman olan bir halka-çok dikkatli olmak, garezkâr müsteşriklerin, ilmin nâmusunu hetkeden (yırtan) yazı ve kitablarına itibar ederek yapılacak neşriyatla efkâr-ı umumiyede teşevvüşlere, (karışıklıklara) tehevvürlere (öfkelenmelere), dalgalanma ve çalkalanmalara meydan vermemek lâzımdır.
Radyolarımız, bir yandan İslâm Dini’nin, yukarıda bir nebzecik tebellür ettirdiğimiz vasıflarını (Dini - Ahlâki Sohbetler) şeklinde halka duyururken, diğer yandan bu türlü neşriyatla tenakuza da düşmektedir. Radyo İdarecilerimizin bundan gafil olmamaları elzemdir.
Böyle münâkaşalar halk huzurunda yapılmaz. Eğer bu fikirleri besleyen ve müdâfaa edenler varsa, bir kapalı yerde Başkanlığımızın elemanlarının da katılacağı husûsî bir toplantıda, mevzû enine boyuna münâkaşa edilir, vesikâlar, deliller ortaya dökülür ve ancak bu sûretle müsbet bir neticeye ulaşılır. Bununla berâber, böyle münâkaşalara girişmek esâsen TRT nin vâzifesi değildir. Zira orası bir ilim Akademisi değildir ki.
Bu sebeble alâkalılara emir verilerek, dînine samimiyetle bağlı bulunan halkımızı üzen, inciten bu türlü neşriyatın biran önce kesilmesini ehemmiyetle rica ederim.
Diyanet İşleri Başkanı
İbrahim ELMALI