İLÂHİ AŞK
Süleyman ATEŞ
İnsan iki varlıktan meydana gelmiştir: Ruh ve beden. Ruh göklere mensuptur, yüksektir; beden toprağa mensuptur, alçaktır. Yüce Rabbimiz ulvî varlıkla süflî varlığı birleştirip, varlıkların en olgununu ve en güzelini yaratmıştır. Nitekim Tin Sûresinde şöyle diyor: “Biz insanı en güzel bir surette yarattık.”
Dünya hayatı insan ruhunun olgunlaşması için bir imtihan devresidir: “O, öyle bir yaratıcıdır ki, hanginizin amel yönünden daha iyi olduğunuzu denemek için ölümü ve hayâtı yarattı.” meâlindeki âyet-i kerîme bu gerçeği ifâde etmektedir. Dünyâya gelişimizde güdülen asıl maksat, Cenâb-ı Hakk’ı bilmek, O’nun buyruklarına uyarak olgunlaşmaktır.
Ama insanlar çeşitli hayat şartlan altında kalıyorlar. Gittikçe içimizi saran çeşitli gaileler, ihtiraslar iç varlığımızı perdeliyor. Yaratılışımızdaki asıl gayeyi unutuyor ve dünyâya daldıkça dalıyoruz, işte o zaman yukarıda geçen âyetten hemen sonra gelen Allah sözünün hükmüne girmiş oluyoruz: “Sonra onu aşağıların aşağısına attık.”
Asıl hayat, bu dünya devresinden sonra başlıyacaktır. Ebedî huzûra ve saadete kavuşabilmek için insan, kendisine verilen ruh emânetini kirletmemeli, kendinde bulunan bu hazîneyi bulup onun kabiliyetlerini geliştirmeğe çalışmalıdır. Yâni yaratıcısını tanıyıp O’na kavuşmak aşkıyle yanıp olgunlaşmalıdır. Mevlânâ diyor ki: “Aslından uzak kalan herkes, tekrar ona kavuşma zamanını arar.” Aksi takdirde ruh, bundan sonraki hayatta hicapta kalacak, çeşitli ruhî azaplara dûçar olacaktır.
Bunun için her dinde ibâdet ve tâat emredilmiştir. İbâdetten maksat, ruhu maddenin tesirinden kurtarmak, güzel huylarla bezeyip nefse hâkim kılmaktır. İnsan, nefsi rûhun emrine uydukça ulvîdir; ruh nefsin hükmü altına girerse süflileşir. Ruh iyi duygularla süslenirse o insan melekleşir, hattâ melekleri de aşar. Kalb, kötü duyguların barınağı ise o insan, şu âyetin işâret ettiği zümredendir: “Onlar hayvanlar gibidirler, belki daha sapkın.”
İbâdet, duyarak, kalbini, bütün varlığını Allâh’a vererek huşû ile Allah’ın huzûrunda durmak, O’nu her an anmaktır. Namaz, zikirdin Kur’an’da birçok defa namazdan zikir diye bahsedilmektedir. Çünkü namazda yalnız Tanrı hatırlanır. Ondan başka her şey arkaya atılır. “Siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim, bana şükredin, nankörlük etmeyin.” diyor Yüce Tanrı. Ve diyor ki: "Şüphesiz namaz, bütün aşırılıklardan, kötülüklerden meneder. Elbette Allah’ı anmak (her şeyden) daha büyüktür, Allah yaptıklarınızı bilir."
Allah’ı anmak, O’na ibâdet, kalbdeki Allah aşkını besler, Allah aşkı, insan rûhunu temizler, kötü duygulan siler süpürür, rûhu göklere yükseltir. Aşk öyle duru bir nehirdir ki, aktığı yerde çer-çöp bırakmaz.
Allah aşkı kalblerinde yer tutan mü’minler, huzur ve itmi’nâna kavuşmuşlardır. Yüce Tanrı öyle diyor: “Ancak Allah’ı anmakla kalbler huzûra kavuşur.” (Râd sûresi, âyet. 28) “Ey huzûra eren nefis, sen Rabbından, Rabbın senden razı olarak Ona dön!”
Onların yürekleri şefkat ve merhamet kaynağıdır. Tann’nın ve Peygamberin sözleri anıldı mı kalbleri aşkla kaynar, gözleri nemlenir. İlâhî feyizler, ruhlarını sarar, imanları kuvvet bulur.
Hazret-i Peygamber son hastalıklarında: “Söyleyin, namazı Ebubekir kıldırsın.” dedi. Hz. Âişe hâlâ onun kalkıp namaz kıldırmasını umuyordu. Dedi ki: “Yâ Resûlâllah, Ebûbekir’in kalbinin inceliği ma’lûm. Kur’ an okudukça kendini tutamıyarak ağlar” Peygamber: “Söyleyin namazı kıldırsın.” dedi. Hz. Âişe deminki düşüncesini tekrarladı ise de Peygamber bağırdı: “Siz, Yûsuf’un dostlatısınız, söyleyin namazı kıldırsın.” işte Resûlullâh’ın Ashâbı, onun feyziyle böylesine incelmişler, letâfet kazanmışlar, Kur’an’ı böyle okumuş ve anlamışlardı.
Bu mes’ud insanların gözleri uyuşa da kalbleri Allah sevgisiyle çarpar. Hazret-i Peygamber’in yatsı abdestiyle sabah namazını kıldığı vâki olmuştur.
Allah korkusu ikiye ayrılır: Birincisi Cennet arzusu ve Cehennem azâbından kurtulma düşüncesinden doğar. Bu korku, insanı arzuladığına ulaştırır. Ama bunun üstünde de bir korku var ki o da hiçbir karşılık beklemeden sadece Allah’ın rızasını kazanabilme düşüncesinden doğan sevgi ile karışık korkudur. Büyük İslâm hanımlarından Râbiye-i Adeviyye, Rabbına şöyle niyaz edermiş: “Rabbim, Seni, Cennetini arzu ederek seviyorum, beni Cennetinden mahrum bırak. Cehenneminden korktuğum için seviyorum, beni ateşe yak. Fakat Sen’i Sen’in için seviyorum, beni cemâlinden mahrum bırakma.”
İşte gerçek mü’minlerin vasıfları... İnsanı bu mertebeye, huzurla yapılan ibâdet çıkarır. Sevmek, bağlanmak... Resûllullah Efendimiz Hz. Ömer’e: “Yâ Ömer, beni nefsinden de fazla sevmedikçe îmânın kemâle ermez.” demişti. Sevmek bağlanmak.. Mal, mülk, hâsılı bütün varlığımızı Allah uğruna harcamadıkça olgunlaşamayız. İşte âyet: “En çok sevdiklerinizden infak etmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız.”
Maksat, iğne gibi, cihânın cümle varından geçip varlığımızı Allah aşkında pişirmektir. İşte o zaman insanlık sıfatı gerçek mânâsiyle bizde tecellî eder
Allah içimizi ve içinizi kendi aşkı ve insanlık sevgisiyle doldursun. Huzur ve saâdet içerisinde kaim aziz okurlarımız.