HAYAT DİNİ: MÜSLÜMANLIK
Hayrullah HAMİDÎ
Bir kaç yıl arasız yaşadığım İslamiyet’in beşiği Hicaz’da ve asırlar boyu dünyaya ilim ve irfan dağıtan Bağdad, Şam ve Kahire gibi ünlü Arap şehirlerinde, câhilinden bilginine, fakirinden zenginine kadar her sınıftan gördüğüm, temas ettiğim ve İslâm Dîni mevzuu üzerinde konuşarak tartıştığım (Müslüman) kimselerden edindiğim intiba, bu ulvî dînin sâlikleri hakkında maalesef pek müsbet olamamıştır. Arapçaya, millî âdet ve an’anelerine vukufum; bu müşahede ve tedkiklerimde edindiğim kanaatlerde melhuz hataları asgarî hadde indirmeğe yardımı dokunmuştur. Ayni zamanda bu yazıdaki rehberim; Kur’an-ı Kerim, tefsirler, Arap Tarihleri, İslâm Medeniyeti Tarihi ve birkaç eserdir. Mahallinde yaptığım tedkikler ve müracaat ettiğim kaynaklar, bana şu neticeyi vermiştir: (İslâm dîni: devamlı ve sinsi suikastlara maruzdur, inhitat devresine çoktan girmiş, inkiraz safhasına girmek üzeredir. Cenab-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerimindeki "Ebediyete kadar devam edeceği” va’dine inandığımız içindir ki, müsterih olmaktayız.)
İslâmiyet, tarih boyunca Türklerden daima yardım görmüştür, korunmuştur ve Allah’ın inayetiyle de ayakta kalabilmiştir. Buna rağmen ister Türkiye, ister diğer Müslüman memleketlerde, bu ulvî dinin getirdiği fazilet ve yüksek ahlâk prensipleri fertlerin varlığına girememiştir: Meselâ: Dürüstlük; yalandan sakınma, temel unsur iken, hasis menfaatler için bu gün en geçer akça halini almıştır. Allah için fakirleri gözetme, yardım etme bâbında, varlıklı kimselerden gönül rızası ile bir şey almak müşkülleşmiştir. İnsanların tabiî haklarını teslim etmek, hilye karıştırmadan alış verişte bulunmak, ana babaya itaat, yakın muhtaç akrabaya yardım, afif bir hayata kanaat; artık hayal olmağa mahkûm birer deyimden ibaret kalmışlardır.
Şâyân-ı esef olan cihet şudur ki, bütün bu uygunsuzluklar, İslâm cemiyetlerini saran atalet ve gayr-i meşrû yollarla geçinme temayülü, İslâm dinine atfedilmektedir.
Milyonlarca nüfusu olan Öyle Müslüman memleketler tanırım ki, okumuşlarının sayısı, nüfus nisbetlerinin yüzde birini bulamaz. Okumuş olanlarının da Yahudilik, Hıristiyanlık gibi diğer din sâliklerinin yaptıkları devamlı ve kapalı propagandaların tesiriyle Müslümanların gerilemesini; bu hayat veren, bilgiye sevk eden, çalışmayı emreden; aile, cemiyet ve milleti refah ve saadete götüren İslâm dinine ¡hamletmektedirler. Hemen belirteyim ki, İslamiyet’i böyle şaibelerden tenzih ederim. Müslümanlık değil, ancak Müslümanların gerilemesi olarak kabul edeceğimiz bu iddianın âmilleri, dinin esasında ve aslında değil, cehâlet, yalan ve iftiralardan ibaret propagandaların tesirinde aramak icabeder. Taklitçilikten ileri gitmeyen hareketlerle ibadet eden bir câhil, bilgisizlikten kurtarılmadıkça, garazla yazılmış bir yahudi yabancının İslamiyet’e iftira dolu eserlerini münevverler okumaktan vaz geçmedikçe, bu kitaplardaki haksız iddiaları, dininin kitabını okumadan önce yaymağa devam ettikçe, akide ve zihinler bulandırıldıkça, halk tabakalarına inilip Müslümanlığın getirdiği feyizli, bereketli ve nurlu hayatı anlatmadıkça bu dinin prensipleri kavranamıyacaktır. Gerilemenin baş âmili cehalet ise, ikinci mühim âmili de bu dine karşı açılan sinsi mücadelede aramak gerekir. Güzel prensipler zamanla unutturulmağa çalışılır ve itiyat haline getirilirse; şüphesiz ki, sefâlet ve sefâhat içine yuvarlanmış bir topluluktan başka bir şey kalmaz.
İslam dininin cari olduğu memleketlerdeki durumu, bundan 1400 yıl önceki Arapların cahiliyet devrine benzetmekte hata olmayacağı kanısındayız. Kısaca bu zamana bir göz atalım:
Arap Tarihinde İslâmiyet öncesi devre, Cahiliyet Çağı diye tanınmıştır. Bu çağda, Arap yarımadası ve çevresinde yaşayan insanlar, yiyecek, giyecek ve barınmada son derece basit ve sefil hayat geçirmekte, derin bir cehalet içinde yüzmekte, her türlü fikrî faaliyetten yoksun, gayesiz, kendilerini yaratan Büyük Kudretin varlığından habersiz taş ve balçıktan yaptıkları putları tanrı bilen, tapan acaip inanış ve an’anelere bağlanmış, medeniyetle temasları olamamış, tarih boyunca çevrelerindeki en kudretli devletlerin bile nüfuz edemedikleri susuz ve verimsiz çölden ibaret yurtlarında asırlarca mıhlanıp kalmışlardır. Bu insanların görülen tek faaliyetleri; geçim vasıtası olarak yekdiğerini soyup talan etmekten ibaretti. Romalıların Filistin ve Mısır’da yaptıkları zulümlerden kaçarak Taif, Mekke ve Medine taraflarına hicret edip şehirler kuran Naptîlerle yahudilerin temas ve münasebetler kurmaları bile, onları bedevîlikten kurtaramamış ve insan gibi yaşamayı öğretememiştir.
Diğer taraftan, Arapların bu cehalet ve yoksulluk hayatlarının yanı başında, sözde medenî addedilen ve bu çevreleri hükümleri altına alan Roma ve İran imparatorluklarının tarife sığmaz zulüm ve kan dökücü- lükleri, insanlık bakımından Öğünülecek bir yönlerini bırakmamıştır. Hemcinslerine hayvandan aşağı bir muamele yapar, mâsum insanları, yırtıcı hayvanlara eğlenme için parçalattırır, şehirleri yakarak seyreder, fuhuş ve sefâhat denizlerinde yüzerlerdi. Roma Hukuku; kâğıt üzerinde bir masaldan ibaretti.
İşte böyle bir zamanda, Yeryüzünde yaratıkların en şereflisi olan insanoğlu, yürekler parçalayıcı bir hayat sürerken, İslâmiyet, bu çevreyi Nuru ile aydınlattı. Cehâlet, zulüm ve İtisafın, vahşetin ezdiği, sefilleştirdiği yaratığını, Cenâb-ı Hak, rahmetiyle, kudretiyle kurtarmayı takdir buyurmuştu. İslâmiyetten önceki semavî dinlerin kitaplarında da müjdelemişti. Doğru yola, hidayet yoluna dönüş mukadderdi. Nitekim, Milâdî tarihin 609, yılında bu olay vâki oldu. Cenâb-ı Hak, en sevgili kulu Hazret-i Peygamber Efendimiz’i, bütün insanları uyarmağa memur etti. Kur’ân-ı Kerîm ile Hak dini, hayat, saadet ve refah dini olan İslamiyet’i, insanlara bir merhameti olarak indirdi.
(Devamı gelecek sayıda)