Ramazan Fıkra ve Sohbetleri:
YENİ İFTARLAR
Ahmet YÜZENDAĞ
Bilmem sizin de dikkatinizi çekti mi? Ramazan sohbetlerinden söz açıldı mı; eski Ramazanlar, eski iftarlar, eski sahurlar, eski eğlenceler, eski günler... diye anlatılır durulur. Hem de ballandıra, ballandıra...
Arasıra kendi kendime düşünürüm de derim ki: O, eskiden, dedikleri zamanlarda herkesin mi sofrası şatafatlıydı? Herkesin mi iftar sofrasında bin bir çeşit yiyecek olurmuş? Peki o zamanlar olurmuş da şimdi ne olmuş? Hem sonra iftar âm öyle bir andır ki kalbini Allah’a bağlayanlar için, sofrasına koyabildiği bir parça ekmekle bir baş soğan dahi o muhteşem sofralar kadar değerlidir.
Doğrusu bir türlü akıl erdiremiyorum. Bildiğim bir şey varsa, belirli kimseler müstesna, herkesin iftar sofrası, şimdikilerden pek zengin olmadığıdır. Söz konusu eski saraylar ve konaklardakiler ise Tanrı’ya çok şükür şimdi de öyle sofralar kuruluyor. Tabii zengin evlerinde.
Bence işin bir yönü daha var. Belki bu yönden eskilerle ayrılıyoruz. Eskiden bugünkü gibi, zaman darlığı, yaşama şartlarının güçlüğü, bir evde çalışanların çokluğu söz konusu değildi. Doğrusu eskiye göre şimdi çok hızlı yaşıyoruz. Öyle olması da gerek, çünkü: atom ve füze çağındayız. Eloğlu, üçbeş saatta dünyanın çevresinde tur atarken, Ay’da arsa almaya hazırlanırken, elbette biz eli kolu bağlı duramayız, ya da yerinde sayamayız. Hızlanmamız mutlaka gerek...
İsterseniz, sözü yine tatlıya bağlamak için bir kez daha bir eski zaman iftarını dile getirelim. Hattâ aslına uygun bir anlatım ile.
Ah, eski iftarlar, ah o muhteşem eski iftar sofraları!..
Kuşluk vaktine doğru sokağa çıkan hane reisinden sonra, eski tâbirle hatun kişiler ortalığı temizleyip düzeltir, önüne önlüğü takar, iftar hazırlıklarına başlardı, iftar sofrasının hazırlanması zannedildiği kadar kolay değildir. Evvelâ hâne reisi ile zevcesi ve varsa babası ve annesi ile istişare yaparak iftira davet edilecek zevatı tâyin ederlerdi. Hane reisi çarşıda bu zatları ayrı ayrı ziyaret ederek, iftara teşrif etmeleri hususunda ricada bulunurlardı. Hatun kişi ise, çorbasından, etlisine; sebzelisinden, mıhlısına; pilâvın envaından, böreğe; tatlısından meyvasına kadar (midemize lâyık) yemeklerin hazırlığına başlanırdı. Bundan başka reçelin âlâsı, zeytin tanesinin ranasına; mevsim güz veya kış ise, pastırmanın aliyyülalâsına kadar her şeyin ikram edilmesi âdetti.
Bu yalnız Anadolu’da değil, İstanbul’da da böyleydi. Hattâ o devirlerde İstanbul’un ramazan ayı, şimdi de olduğu gibi halde-i yekta idi. İftar vaktine kadar işlerini bitiren hatun kişiler setr kaidelerine riayet ederek başlarına beyaz örtüler koyarak ibadet saatlerini geçirmezlerdi. İftar saati yaklaşınca, odalara onluk, onbeşlik denilen geniş, kalaylı bakır siniler konulur; ekmekler sırlanır, su bardakları bir kere daha elden geçirilir, minderler serilir, peçeteler hazırlanır, sonra da yapılanlar temaşa edilirdi.
İftar vaktine yarım saat kalınca hane reisi, davet ettiği vezatın bir kısmını yanına alarak, eve gelir diğer misafirlerini beklerdi. İftar odasının baş köşesine hoca efendi ve diğer yaşlılar oturtulduktan sonra kısa muhabbet fasılları başlardı. İftar saatlerinin en güzel yönü, konuşandan çok dinleyenlerin bulunmasıydı. Vakit yaklaştıkça sevaba nail olmak babından sofra başına geçilir ve top atılmasına kadar beklenilirdi. Derken efendim “Gümmmm” diye top patlar. Kimisi su ile kimisi zeytin tanesi, reçel gibi şeylerle orucunu açar, kimisi de balın peteğini tercih ederdi. İftar açıldıktan sonra:
— Buyurun hoca efendi, buyurun misafirler denilir ve tabu “su küçüğün, sofra büyüğün” fehvasınca ilk dalgıç ameliyesine hoca efendi girişirdi…
RAMAZAN VE TİRYAKİLER
Ramazan sohbetlerinde ve eğlencelerinde tiryakilere ait fıkralar, bir hayli yer işgal eder. Onların garip halleri, espirili sözleri; sohbetleri renklendirir, dinliyenleri güldürür.
Bazen kendi kendime düşünürüm de, derim ki: Belki Allah, tuttukları oruçdan dolayı tiryakilerden daha çok hoşnut olur. Çünkü hiç bir şeye tiryaki olmayanlar için oruç tutmak ne de olsa kolaydır. Zira sigara, nargile, kahve, çay v.s. tiryakilerinin, oruçlu iken bu alışkanlıklardan uzak kalmaları, onlar için cidden büyük bir iş. Aynı zamanda büyük bir irade işi. Onun için Allah, onlardan hoşnut olur. Hele bu alışkanlıklarını bırakıverseler daha da çok hoşnut olur.
Tiryakiler iftar saatlerini adeta iple çekerler. İftar yaklaştıkça onların telâşları artar. Bir arada duramaz olurlar. Bir elleri saatlerinde, kulakları ezan ve top sesindedir. Hallerince donattıkları iftar sofrası çevresinde, pencere önünde dolaşır dururlar. Bir yandan da tiryaki oldukları şey ne ise, özene bezene onu hazırlarlar ya da hazırlatırlar.
Tiryakilere sorarsanız, hiç açlıktan, susuzluktan söz etmezler de tiryaki oldukları şey yok mu, ondan, onun özleminden yana yakıla anlatırlar. Bu yanıp yakılmalarında hakları yok da değildir doğrusu. Açlık bir yandan, tiryakilik bir yandan onları serseme döndürür. Bunu; konuşmalarıyla, davranışlarıyla, çevresindekilere kızmalarıyla, hattâ yersiz sataşmalarıyla belli ederler, işte onun içindir ki: tiryakiler, mizah yazarlarına, komedilere, sinemalara konu olurlar. Okuyanları, dinliyenleri, seyredenleri bol bol güldürürler.
Eskiden zengin konaklarında iftar sofralarına tiryakiler, nüktedan kişiler de çağırılırmış. Tiryakilerin garip davranışları, nüktedanların tatlı esprileri sofradakileri epeyce güldürür, eğlendirirmiş.
Geçmiş Ramazanlardan söz edilince, ikinci Sultan Mahmut akla geliyor. Onun tiryakilerle olan ilgisine dair bir çok fıkralar anlatırlar. Biz de sözü uzatmamak için sohbetimizi, onunla ilgili bir fıkra ile bitirelim.
HUZUR DERSİNDE TİRYAKİ HOCA:
İkinci Mahmut, yine devrin meşhur tiryakilerinden Adanalı Abdullah Efendiyi huzur dersinde birbiri ardından sual sorarak sıkıştırmalarını müsahiplerine tenbih eder. Abdullah Efendi ise biraz ilmine mağrur, her mes’elenin cevabına kadir, zamanının gözde hocalarından...
Ders esnasında Padişaha yaranmak, hem de hocayı sıkıştırıp keyiflenmek için müsahipler ve davetliler, hocayı çembere alır, sorulan en çetrefil konulardan seçerler. Padişahın huzurunda bulunmasının verdiği sıkıntı, oruç keyfi, enfiye tiryakiliği, soru soranların, soruyu kasten açmayışı an hocayı epeyce asabileştirir. Şöyle başım bir toplayabilse, hepsinin hakkından gelecek amma bir tutam, bir çekim enfiye olsa! iftar yakın ama epeyce muhasara altında, savuşmanın ihtimali yok, pes demeğe de gönlü razı değil. Cebinden enfiye kutusunu çıkarır:
— Eh, ben altmış bir orucu göze aldım. İnşâallah Cenâb-ı Hak affeder. O, affettikten sonra Padişahımız da affeder... Diyerek üç defa birer tutam enfiyeyi çekip, mendiliyle kurulandıktan sonra hocanın önce gözleri, sonra aklı, ardından dili açılır. Şöyle bir doğrulup, cemaate döner, meydan okurcasına:
— Şimdi büyük hafızlar, sırayla gelin bakalım!