Makale

Dedemin hatıralarından

Dedemin
hatıralarından

Rabia Gölbaşı

Ela gözlerinin hiç bitip tükenmeyen bir hüznü vardı. Zaman zaman uzaklara dalar gider, efkârlanır, iç geçirir, yanık bir türkü tutturarak içli içli söylerdi. Onun bu halinden yine harp yıllarını hatırladığını hisseder, bıkıp usanmadan anlattığı “93 Harbi, Çanakkale Zaferi, Kurtuluş Savaşı, Ermeni Soykırımını v.s...” duygu dolu bir yürek ve gözyaşlarıyla dinlerdim. Dedem canlı tarihti ve bizlere de bu vatanın ne kadar zor şartlarda alındığını defalarca anlatırdı. Taa çocuk yaşımızda minicik yüreklerimize vatan ve millet sevgisini aşılamıştı.
Bu yüzden olsa gerek okul yıllarımızda Tarih, en sevdiğim derslerimden biriydi. Tarihimizi, tarihi yaşayan canlı bir tarihten, sevgili dedem Ömer’den öğrenmiştim ve onunla her zaman gurur duydum.
Yine böyle duygu dolu günlerden biriydi. Dedem bahçede kayısı ağacının altına oturmuş "Çanakkale içinde aynalı çarşı “ve” Uzun olur gemilerin direği” türkülerini efkârlı bir halde, hüzünlenerek okuyordu. Yanına doğru yöneldim ve okuduğu türkülere kulak verdim. Türküler bittikten sonra uzun uzun of çekti... “Hayırlar dedeciğim! Yine o günlere mi gittin? “ dedim.
"Nasıl gitmeyeyim evladım, ne zaman unuttum ki... Bu vatanın nasıl alındığını bilin ki, kıymetini anlayın, bu rahat günlerinizin değerini iyi bilin, vatanınızı koruyun, sevin; hiç bir düşmana el uzattırmayın, ona el uzatan elleri kırın, dil uzatanların dillerini koparın’’ dedi.
DEDEM HARP YILLARINI ŞÖYLE ANLATIRDI
V. Murad’ın tahttan indirilmesinden sonra Kanun-i Esasi’yi ilan edeceğini daha önceden halka söz veren Abdülhamid padişah oldu (1876). O sıralarda Balkanlar da kaynıyordu. Rusya, Türk egemenliğinde olan Balkanlardaki Slav halkını kendi himayesine almak için propaganda yürütüyor, bunda da çok etkili oluyordu. Hersek’te de ayaklanma başlamış, Sırbistan ve Karadağ Osmanlı Devletine karşı savaşa girmişti.
Abdülhamid Kanun-i Esâsiyi ilan etmişti. Fakat ilan edildiği gün başlayan İstanbul konferansı ve Avrupa devletlerinin Londra’da aldıkları kararlar meselelerin barış yoluyla çözülmesini sağlayamadığı için Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açtı (Halk arasında seferber-lik denen tarihlerde de 93 harbi diye geçen 93 harbi başladı.19 Nisan 1877) Osmanlı tarihinde de 93 harbi diye geçen bu harp Rusya’nın kesin galibiyeti ve Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi (3 Mart 1878).
EKMEK VE TUZ HAKKI
Bir yıla yakın süren bu 93 harbi sırasında cephede askerlik yapan dedem, cephede olan ilginç bir barış hikayesini de şöyle dile getiriyordu; “Sabahın seher vaktinde komutanımız yanımıza gelerek, "Arkadaşlar, bir haftalığına Ruslarla (yani karşı cepheyle) barış yapmaya karar verdik. Bu bir hafta süre içinde içinizden üç arkadaşınızı misafir olarak karşı cepheye göndereceğim, bir hafta boyunca Rusların misafiri olacaklar ve tekrar dönüp gelecekler. Karşı cepheden de üç asker bizim buraya gelecek ve biz de onları elimizden geldiğince iyi ağırlamaya ve dostluğumuzu göstermeye çalıçacağız” dedi. Bu habere Türk askerleri sıcak bakmadı. Herkes komutanın bu sözünden sonra şaşkın şaşkın birbirinin yüzüne bakmıştı. Arkadaşlarımız bunun Ruslar tarafından kendilerini esir etmek için yapılan bir teklif, bir oyun olduğunu öne sürerek korkuyla ve tedirginlikle karşıladılar. Komutan, arkadaşlarımızın bu tedirginliğini anlayınca sözlerine şöyle devam etti...
"Yiğit erlerim! Yüzlerinizden ve bakışlarınızdan yüreğinizin ve gönüllerinizin endişesini ve tedirginliğini anlıyorum. Müsterih olun, kılınıza hiçbir zaman zarar gelmeyecek. Rus askerleri de bize gelecek. Bu, bir haftalık barış anlaşmasıdır. Teklife icabet etmek lâzım, eğer olumlu bir cevap vermez isek bizi korkaklıkla suçlayıp, yanlış anlayacaklar. Oysa biz Türkler hiçbir şeyden korkmayız.
“Can veririz Vatan vermeyiz” derken komutanımızın çok duygulandığını fark ettik. İçi dolmuştu, sesi titriyordu. O heybetli komutanımızın ilk kez gözlerinden yaş aktığını görmüştük. Ben ve arkadaşı son derece duygulu anlar yaşıyorduk. Kom tanımız kendini toparladı ve, “son sözlerimi söylemek istiyorum” dedi. “Ben hiçbirinize sen yada o gitsin demeyeceğim, bunun kararını tamamen sizlere bırakıyorum. Düşünüp taşının ve bir saat içinde bana bildirin, tamamen karar sizlere ait” dedi...
Komutanımızın sözü biter bitmez bir adım öne atılarak “Komutanım! İzin verirseniz bir saati beklemeden hemen kararımı söylemek istiyorum. Rusların cephesine gönüllü misafir olarak tek başıma da olsa ben giderim. Allah’a bir can borcumuz var, ne olursa olsun, Türkler kaçtı dedirtmem" dedim. Bu ani çıkışım karşısında şaşıran komutan, “Olmaz Ömer, seni tek başına gönderemem, sen üstelik buranın başçavuşusun” dediyse de, ben ısrarla “Gitmek istiyorum komutanım. Bütün sorumluluk bana aittir, beni gönderin" dedim. Bunun üzerine, “iki arkadaşını da seçöyleyse" dedi. Benim sözlerimden cesaret alan arkadaşlarımdan Sami ve Hüseyin de bana katılmak üzere karar verdiler. Komutanımız gerekli hazırlıkların yapılması için üçümüzü cepheden bir hayli uzakta olan erzak deposuna götürdü. Önceleri buna bir anlam veremedik, neden erzak deposuna gidiyorduk ki, arkadaşlarla birbirimize bakıştık.
Komutan şaşkınlığımızı anlayınca açıkladı, “Yarın sabah erkenden, tan ağırırken yola çıkacaksınız. Bugünden itibaren geleceğinizi bildireceğim, oraya bomboş gidemezsiniz, bazı ufak tefek, elimizden gelen, gücümüzün el verdiği hediyeler götüreceksiniz, orada onlarla kaynaşın" dedi. Erzak deposunda sadece biz Türk askerlerine yetecek kadar malzememiz vardı. Buna rağmen kahve, çay, kurumuş et, tuz, ekmek gibi mevcut olan yiyeceklerden atın üzerindeki heybelere doldurduk ve ertesi gün sabah erkenden üç arkadaş atlarımıza binerek Rusların cephesine doğru yola koyulduk.
Akşam üzeri bakır rengi bir kızıllık göğe yayılırken Rus cephesine varmıştık. Geldiğimizi gören Rus askerleri koşarak komutanlarına haber verdiler. Komutan bizi karşıladı, hal-hatırdan sonra kalacağımız bölüme gelince bir tepsi içinde tuz ve ekmek tutan bir erle karşılandık. Komutan, “buyrun" dedi önce parmağımızı dilimize sürerek tuza bandık, daha sonra da ekmekten bölüp yedik." Tuz ve ekmek ikramı onlar için çok önemliymiş ve dostluk, sevgi, hürmetle karşılanmanın anlamıymış.
Bir haftanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. Kendi cephemizdeymiş gibi rahat ve serbest hareket ettik. Hareketlerimiz kısıtlanmadı, yememiz, içmemiz mükemmeldi, bizi bu savaş ortamında dahi dörtdörtlük ağırladılar. Bir hafta bir gün gibi geçmişti, gelirken endişe duyduğumuz bu yerden giderken hüzünle ayrılıyorduk. Çünkü artık Rus askerleriyle dost olmuş, savaşın manasızlığını kabul etmiştik, ama mesele bizimle bitmiyordu tabii ki. Onlar da götürdüğümüz hediyelere karşılık ellerinden geleni yapmışlar, bizde olmayan (konserve, et, kesme şeker, pasta v.s.) erzaklarla heybelerimizi doldurmuşlardı.
Kendi cephemize döndüğümüzde ise üzerimizde tatlı bir yorgunluk vardı. Bizi merakla bekleyen komutanımıza ve arkadaşlarımıza herşeyi en ince ayrıntılarına kadar anlatmış, Rus askerlerinin de bizim cephede nasıl vakit geçirdiğini ve neler yaptıklarını da varınca dinlemiştik.
Komutanımızın gözleri yine dolu dolu olmuştu. “Yiğit erlerim! Sizlerle gurur duyuyorum” diye sırtlarımızı sıvazladı. “Sizlere söylemedim fakat sizleri gönderirken ben de tedirgindim. Çok şükür Allahı’ma ki sağ salim döndünüz” diye duygularını dile getirdi.
0 yıllarda Askerlik dört yıldır, dördüncü yılını dolduran dedem, teskere almasına 1 ay kala, 93 harbinin başlaması üzerine askerlikte devam eder ve bu süre 13 yıl boyunca sürer. Üst üste başlayıp biten savaşlarda kimi zaman derin yaralar alırsa da Allah’ın yardımı ve izniyle iyileşir ve vatanına hizmet etmeye davam eder, Gazi olur...

KURTULUŞ SAVAŞI
“MİRALAY KAZIM BETİN CEPHESİNDE”
15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgaliyle 19 Mayıs-1919’da Mustafa Kemal Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşını başlattı.
Yunanlılar İzmir’den sonra Ege içlerine doğru ilerlemeye başladılar. Bunun üzerine Doğu, Kuzey ve Güney Cephesi olmak üzere üç ayrı cephe oluşturuldu. Kuzeydeki cepheyi yöneten Miralay Kâzım Beydir. Kazım Beyin cephesinde dedem de vardır ve Kâzım Beyle omuz omuza Yunanlılara karşı büyük bir mücadele vermiş, var gücüyle düşmanla çarpışmıştır. Bu sırasında yedi yerinden yara alan dedemi hariciye koğuşunda tedavi altına alırlar. Miralay Kazım Bey dedemin ağır yara aldığını duyunca, hariciye koğuşunda ya tan dedemin yanına ziyarete gider, geçmiş olsun temennilerinde bulunarak kendisini bu ağır yaralarından dolayı harp dışı bırakmak istediğini "Azat ettiğini” söyler. Bunun üzerine dedemin gözleri dolu dolu olur, yaşlı gözlerle Miralay Kâzım Beyin ellerine sarılarak; “Paşam, Beni Öldürün, daha İyi" der...
Miralay Kâzım Bey dedemin bu yürek yakan sözleri üzerine öyle duygulanır ki, dedemin sırtını sıvazlar, “Yiğit Ömer, Gazi Ömer, kal o zaman. Ölsek de kalsak da beraberiz" der. Bu sözler üzerine dedem; “Sağ olun Paşam, iyileşir iyileşmez cephedeki görevimin . başında olacağım” der ve öyle de olur. Cephedeki görevine yüreğindeki iman gücü, vatan aşkıyla tekrar döner. Bu savaşlar sırasında gösterdiği cesaret, azim ve vatanseverliği karşısında istiklâl madalyasıyla şereflendirilir.