İSLÂM DÎNÎ VE TÜRK SECİYYESİ
İnsan topluluklarını medenî kılan asıl sebep, kendilerinde bulunan iyi vasıflar ve sâhip oldukları manevî değerlerin üstünlüğüdür. İnsanlarda bulunan bu iyi vasıflar ve onların sâhip olduğu manevî değerler ne ölçüde üstün olursa bu insanların meydana getirdiği toplumlar da o kadar medenîdir.
Diğer taraftan varlığını korumak ve devamını sağlamak isteyen toplumların, kendilerini ayakta tutacak maddî güç ve unsurların yanıbaşında ve onlara muvâzî olacak manevî güç ve değerlere de sâhip bulunmaları gerekir. Manevî gücü zayıflamış toplumların maddî gücü ne kadar fazla olursa olsun arzu edilen başarıları elde etme imkânını zâyi’ etmiş sayılırlar.
Hangi milletin sâhip olduğu manevî değerler daha üstün ve insan tabiatına, ruh yapısına daha uygun ise, o milletin yükselmesi, varlığını ilânihâye devam ettirmesi o kadar tabiî olur. Mânevî değerlerini heder eden cemiyetlerin büyük medeniyetler kurmaları şöyle dursun, varlıklarını devam ettirmeleri bile mümkün olmaz.
Târihin tetkiki bize gösteriyor ki; âile, vatan, millet, din, iyi ahlâk gibi mukaddes duyguları sarsılmış bir cemiyetin asırlarca yaşaması ve görenlere hayranlık sağlayacak üstün medeniyetler kurması mümkün olamamıştır.
İnsan topluluklarını sevindiren ve bugün dahi büyük bir hayranlıkla müşâhede edilebilen güzel eserler, maddî kuvvetleriyle birlikte mânevî gücü üstün olan milletler tarafından meydana getirilmiştir.
Milletimizin mâzîsi objektif bir görüşle incelendiği zaman yukarıda kaydedilen hususlarda mümtaz bir mevkii bulunduğu kolaylıkla görülür. Cesareti, çalışkanlığı, sadâketi, hakseverliği, mânevî değerlerine olan bağlılığı, milletimizi mâzisini iftihar edilecek zafer ve şeref levhalariyle tescil etmeye muvaffak kılmıştır. Sâdece Malazgirt Zaferi’ni hatırlamak, bu kaydedilen hususları anlamak bakımından kâfidir.
Milletimizin tab’ında mevcut ve yukarıda bir kısmına işaret edilen istidatlar İslâm Dîninin hayat-bahşeden prensipleriyle yoğurularak kemâlini bulmuştur. Bu bakımdan milletimizin ahlâkı ve seciyyesi, dînimizin yüce prensipleriyle hayâtiyetine kavuşmuştur.
RÛHÎ TERBİYE
Bir milletin rûhî terbiyesi ve manevî değerlerinin kaynağı dindir. Türk Milletinin dîni İslâmiyettir. Başta Türk Milleti olmak üzere, beşeriyyetin ruh yapısına en uygun olan din İslâm Dînidir. Tevhîde inanmış olan Türk Milleti, İslâm Dîninin yüce prensiplerini anladıktan sonra kütleler hâlinde İslâm Dînine girmiştir. Bundan sonra da İslâm ahlâkının hak ve adâletin âdetâ sembolü olmuş, zaferle gittiği yerlere huzur ve emniyeti götürmüştür. Bu bakımdan İslâm Dîninin insanlığa getirmiş olduğu ve insan rûhunu tatmin eden ilmî ve içtimâi prensiplerine bir atf-ı nazarda bulunmak yerinde olur.
İSLÂMİYET AKL-I SELİM VE İLİM DÎNDİR
“Düşünmeyeceksin, aklın idrâk etsin veya etmesin kabul edeceksin” gibi bir mülâhazanın İslâmiyette yeri yoktur. İslâm Dîni akl-ı selîm’e hitâbeder. Aklı ve muhâkemesi olmayan bir kimseyi İslâmiyet mükellef tutmaz. Bunun içindir ki, insana lâyık olduğu en üstün değeri veren İslâm Dîni insanı reşîd olup, aklı erinceye kadar mâsum saymış; ancak bu çağa gelip aklı erince onu mükellef tutmuştur.
"İnsanın dîni aklıdır. Aklı olmayanın dîni de yoktur." düsturunu getirmekle aklı lâyık olduğu en yüksek mevkiine çıkarmıştır. Diğer taraftan akıl ve düşünceye hürriyetini vermiştir.
"Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış anlaşılmıştır." hükmünü getirmekle insanları akl-ı selîm ve düşünceleriyle doğruyu seçmekte serbest bırakmıştır. Zîrâ herhangi bir eseri görünce onun mîmârına intikâl etmek, akl-ı selîmin bîr îcâbıdır. Eser ne kadar iyi tetkik edilirse, mîmârının mahâreti, ilim ve san’attaki kudretinin genişliği o derece iyi bir şekilde anlaşılacağı tabiîdir.
İslâmiyet bu konuda bütün dinlerin fevkindedir? Onun esaslarına göre insan da dâhil bütün kâinat bir Allah’ın eseridir. O halde Cenâb-ı Hakk’ın ilim, kudret ve azametini beşer idrâki ölçüsünde anlamak için kendimizden ve üzerinde yaşadığımız dünyamızdan başlamak üzere bilgimiz ve idrâkimiz yettiği kadar Cenâb-ı Hakk’ın eserlerini incelememiz, araştırmamız ve bu kâinatta koyduğu prensipleri kavramaya çalışmamız gerekir.
Bütün tesirlerin dışında yapılacak bu araştırma, insanı her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten; her varlığa lâyık olduğu istidadı veren ve kâinatı kendi kânun ve irâdesine göre tedvîr eden mutlak hüküm sâhibi bir Allâh’a îman sonucuna götürür. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, "Göklerde ve yerde neler var, bir bakıp araştırsanıza!" mealindeki birçok âyetler insanlar için bunları hatırlatan İlâhî emirlerdir.
Şinâsi, şu vecîz manzumesiyle bu gerçeği ne kadar güzel beyân etmiştir:
Varlığın bilmeye ne hacet kürre-i âlem ile
Yeter isbâtına halkettiğin bir zerre bile.
Şüphesiz ki böyle yapmak için akıl ve düşüncenin yolunu aydınlatacak bir esâsa ihtiyaç duyarız ki o da ilimdir.
MİLLÎ SECİYEMİZ
Cesaret, hakseverlik, sadâkat, samimiyyet, mertlik, düşmüşlere yardım, affedicilik, sulh ve müsâlemet severlik, cömertlik, misâfirperverlik, müsâmaha, Cenâb-ı Hakk’ın yardımına tam itimat, yeri geldiğinde düşmana haddini bildirmek millî seciyyelerimizdendir. Kezâ, şeref ve haysiyyet, din, vatan ve millet uğrunda canını vermeyi en şerefli görevlerden addetmek ve millî seciyyelerimizden olduğu bilinen bir gerçektir.
Bütün bu meziyetleri ekmel bir surette insanlara öğreten İslâm Dînidir. Bundan dolayıdır ki, yayılışını müteakiben milletimiz İslâm Dîni ile yakından ilgilenmiş, onun ulvî prensiplerinin beşer fıtratına, kendi ruh yapısına en uygun olduğunu anlamış ve Allah katında da makbul bir tek din olduğunu bilmiştir. Bunu bilince de kendi arzusu ile kitle hâlinde İslâm Dînini kabûl etmiştir.
Bundan sonra da milletimizin ruh yapısında nüveler halinde bulunan istidatlar bir fidan misâli filizlenip kuvvetlenmiş, sonuç itibariyle de en olgun meyvelerini vermiştir.
Onun bu olgun meyvelerinden birisi de Malazgirt Zaferi olmuştur. Zaten eskidenberi yaşayışlarında ve muamelelerinde dâimâ dürüst, iffetli, büyüklere karşı saygılı olarak yaşamayı şiar edinen milletimiz İslâm ile müşerref olduktan sonra bahar yağmurunun münbit topraklar üzerine yağması gibi bir durum almıştır. Başbuğundan neferine kadar duygu, düşünce ve gayeleri aynı olan bir milletin elde edemeyeceği zafer, aşamayacağı engel yoktur. O gaye ki, Cenâb-ı Hakk’ın yüce adının her yerde anılmasını sağlamak, milletimizin şan ve şerefini yüceltmektir. Alp Arslan ve O’nun askerinde bu azim ve inanç mevcut idi. Nitekim, Türk barış severliğinin İslâm Dîninin bir îcâbı olarak Romanus’a ilk defa barış teklif edilmiş idi. Romanus "Musalâha Rey şehrinde olur" demesi üzerine Sultan müteessir olmuştu.
Din âlimlerinden Buharâlı Muhammed İbn-i Abdülmelik, Sultâna hitâben: "Siz bir din için mücâhede ediyorsunuz. Cenâb-ı Hak onu mansur ve diğer dinlere gâlip kılacağını vaad buyurmuştur. Ümid ederiz ki, Cenâb-ı Hak bu fethi sizin nâmınıza yazmıştır. Cuma günü öğleden sonra düşman ile karşılaşınız. Zîrâ o saatte minberde bütün hatipler İslâm mücâhitlerine nusrat niyaz etmektedirler. Ve o saatlerde yapılan niyazlar da icabete makrundur." demiştir. Çok âlîcenap bir tab’a mâlik olan Alp Arslan öyle yapmış, Cuma namazını, askerleri ile kılıp, Cenâb-ı Hakk’a duâ ettikten sonra, ordusuna hitâben, kendisinin de onlar gibi bir asker olduğunu, arzu edenin geri dönebileceğini, şehit olduğu takdirde giydiği beyazların kendisine kefen olmasını söylemiş, ordusu ile birlikte tekbir alıp, arslan gibi düşmanın üzerine atılmıştı. Zaferle nihayet bulan bu savaşta insanî olgunluğun en güzel eserlerinden birini düşmanına göstermekle gelecek kuşaklara örnek oldu. Zaten onun bu zaferi dünyâda vuku’ bulan ender muzafferiyetlerden biri olmuştur. Bu rûhu taşıyan milletimiz dünyâlar durdukça payidar kalacağı muhakkaktır. Çünkü Allah’ın yardımı O’nun rızâsını arayanlarla beraberdir.
_________________________________
HAYIRLI TİCARET
Ey iman edenler, — elem verici bir azabdan sizi kurtaracak — bir ticaret yolunu göstereyim mi size?
ALLAH’a ve Peyglmberine îman (da sebat) eder, mallarınızla, canlarınızla da ALLAH yolunda çarpışırsınız. Bu, sizin için, eğer bilirseniz çok hayırlıdır.
(Böyle yaparsanız) O sizin günahlarınızı yarlığar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adin Cennetlerindeki çok güzel saraylara sokar. İşte bu, en büyük kurtuluştur.
(Sizin için) sevdiğiniz diğer (âcil bir nimet) daha varki o da ALLAH’tan nusret ve yakın fetihdir. Sen müzminlere bu nusret ve fethi müjdele.
(Es Saf: 10-13)
_________________________________