Makale

HAZRETİ PEYGAMBER’İN DOĞUM YILDÖNÜMÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

HAZRETİ PEYGAMBER’İN
DOĞUM YILDÖNÜMÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Doç. Dr. İsmail CERRAHOĞLU

( … )

Ant olsun ki, Allah’ın Resulünde sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü ummakta olanlar, Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel örnek vardır.1

Her zaman ve her devirde ahlâk, fa­zilet ve iyi işleriyle tarihe geçmiş şahsiyetlerin hâtıraları anılır ve onlar muhtelif vesilelerle tebcil edilirler. Pey­gamberimiz Muhammed (S.A.S.)’in do­ğum yıldönümleri de İslâm âleminde çe­şitli kutlamalara vesile olur. Fakat O’nun doğumunun kutlanışı, herhangi bir insa­nın doğumunun kutlanışı gibi değildir. O’nun medhüsena edilmesi, şair ve ediplerin, sanatı için bir şahsı övmeleri ve mahdut bir nimeti elde etmek için, bir şahsın diğer bir şahsa dudakları ile söyledikleri bir teşekkür gibi de değildir. Allah (C.C.)’ın insanlar için rahmet ola­rak seçtiği ve risâlete de sahip kıldığı bir zatın, diğer insanlardan ayrı bir du­rumu olması icap eder. O bir nümûne-i imtisâldir. O, maddî ve manevi yönlerden bir kumandandır. O’nun şahsiyeti, yaşa­yışı ve davranışları, diğer müminler için, kalplerini günahlardan ve akıllarını bâtıl şeylerden ve hurafelerden temizlemeye vesile olacaktır.

O muhterem zatın ismi senede bir defa, doğumu münasebetiyle değil, O her zaman ezanlarda, namazlarda, zikirlerde ve daha pek çok yerlerde anılır. Şüphe yok ki O, insanlık için bir önder, Allah’ı sevenler ve O’nun rahmetini ümit eden­ler için güzel bir örnektir.

Peygamberimiz (S.A.S.) nesep ve li­san yönünden Arap’tır. Bu hususta kimsenin şüphesi yoktur. Gayesi, mücadelesi ve yüklendiği elçilik vazifesi yö­nünden, bütün insanlığın malı olmuştur. O öyle bir ışık, öyle bir nurdur ki, her isteyen ondan istifade edebilir. Nasıl güneşten herkes istifade etmekte serbest ve o, kimsenin mülkiyetinde olmadığı gibi, Hz. Peygamber de kimsenin inhisarında değildir, insanlık her zaman ve her me­kânda O’ndan istifade edebilir. Bu ba­kımdan O, haklı olarak insanlığın hükümdarı olmaktadır. O, asırlar boyunca cahiliyet âdetlerine dalmış insanlara verdiği ruhla, onları çok kısa bir zamanda değiş­tirmiş ve onları ince bir anlayış zevkine ulaştırmıştı. Verilen bu ruh sayesinde Müslümanlar isimlerini medeniyet tarihlerine altın harflerle yazdırmışlardı. Ümmî olan bir zattan, ilim adamlarını, feylesof­ları ve edipleri âciz bırakan, her yönüy­le mükemmel bir eserin zuhur etmesi el­bette bir mucizedir. Ümmî olan Hz. Pey­gamberin, nâzımda, ilimde, tefekkür ve siyasette, kanun koymada, hatta kendi aleyhine olan hükümleri dahi yerine getirmede, bir kahraman olmuştur.

Görüyoruz ki, bugünkü yaşadığımız âlemde, mücerret insanlığa şiddetli bir ihtiram gösterilmektedir. 1400 sene evvel gelmiş olan Hz. Muhammed (S.A.S.) bu konuyu en mükemmel bir şekilde iş­lemişti. O, Medine Site Devleti reisi olarak Kur’an-ı Kerîm’in prensipleri ışığı al­tında, Müslüman olmayan dinî grupların durumunu tespit etmiş, maddî ve manevi insan haklarını himaye altına almış, İslâm Devleti hudutları içerisinde yaşayan gayr-i Müslimlerin hayatını, ırzını, namusunu, malını, mülkünü ve dinlerini, İslam Dev­leti’nin himayesi altına sokmuştu, insan haklarının her yönü hususunda müspet olan Hz. Peygamber’in 14 asır evvel gayr-i Müslimlere tanıdığı hakları, 20. asırda ol­makla öğünen bugünkü insanlık, hakkıy­la tatbik edebilmekte midir? Esefle söy­leyelim ki, böyle bir suale müspet ce­vap veremeyeceğiz. Batı dünyasında mo­dern zamanlarda ortaya çıkmış bir ilim dalı olan “devletler umumi hukuku” biz­zat 14 asır evvel Hz. Peygamber (S.A.S.) tarafından ele alınmış ve daha sonra ge­len fakihlerin bu ilmin gelişmesinde, bü­yük hisseleri olmuştu.2

Hristiyanlarca, Hz. İsa’nın hata et­mez ve mukaddes ruhtan ilham alan ha­lefleri telâkki edilen papalar, iki asır bo­yunca haçlı seferleri tertipleyip, insanlığı kana bulamışlar, tâ o günden beri Asya, Afrika ve hatta Amerika gibi kıtalarda, müstemlekeciliğin ve esaretin tahrikçisi olmuşlardı. Amerika’da 30 sene içerisin­de 12 milyon Kızılderili, Hristiyanlığı kabul etmediği için öldürülmüştü.3 Yakın zamanlarda ve hatta günümüzde meyda­na gelen bu zulüm hareketlerine karşıt Hz. Muhammed (S.A.S.) 14 asır evvel şöyle haykırıyordu:

“Ey insanlar dikkat edin, Rabbimiz birdir, babanız da birdir. Dikkat edin, bir Arabın Arabın gayrına, Arap olmayanın Araba, kırmızı derilinin siyaha, siyah derilinin kırmızılıya fazileti yoktur. Fazilet ancak takva iledir.”4

Allah Teâlâ (C.C.), Peygamberine, bü­tün muhalifleri için şöyle söyleme­sini emrediyordu:

“Ben Allah’ın indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adaleti icra etmekle emrolundum, Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda hiçbir husumet yoktur. Allah hepimizi birlikte toplayacak, dönüş ancak O’nadır”.5

Hz. Muhammed (S.A.S.)’in takip et­tiği yola itiraz edenlere ve dâvetine mâni olmaya çalışanlara şöyle tarizde bulunu­yordu:

“De ki, siz bizimle Allah hakkında çekişiyor musunuz? Hâlbuki o bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size ait, biz O’na bütün samimiyetimizle bağlanmışızdır”.6

İlmî ve insani hakikatlerin daha faz­la keşfedildiği şu 20. asırda, Kur’an-ı Kerîm’i okurken, vahiy şu anda nazil ol­muş gibi bir düşünceye dalabiliyor mu­yuz? Vahiy sâhibinin, zamanındaki insan­lara bu vahyi nasıl tebliğ ettiğini hatırı­mıza getirebiliyor muyuz? Kur’an ayetlerinin, İlmî ve Kevni hakikatlere cevap verici oluşunu, onun istediği şeylerin akıl ve mantığa uygun olup, insanın yaradılışı dışında olmadıklarını düşünebiliyor mu­yuz? Yoksa Hz. Muhammed (S.A.S.)’in vakti, hükmü geçmiştir, Kur’an asrımıza muhaliftir mi demekteyiz?

Her türlü gurur ve kibirden uzak kal­mış olan Hz. Muhammed (S.A.S.), ken­disinin takdis edilmesine razı olmamış ve Allah (C.C.)’ın kulu olmakla iftihar et­miştir. Bu bakımdan O’nun risâleti, Allah’ın birliğini, azametini, celâletini ve O’na sıdk ile yaklaşmayı ve sâlih ameli ifade eder. Bu mana Allah Teâlâ’nın şu ayetinde en güzel bir şekilde ifadesini bulmaktadır:

“İşte biz, sana da (habibim) böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Hâlbuki (vahiyden evvel) kitap nedir, iman nedir sen bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kimi diler­sek ona hidayet veririz. Şüphesiz ki sen her halde doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun”.7

İlk vahiy geldiğinde Hz. Peygamber 40 yaşlarında idi. Bu vahiy 23 sene devam etti. Mekkeliler, Allah birdir, ahiret haktır sözünü garip karşıladıklarından, O’ndan akla ve vakıalara daha uygun sözler etmesini istediler. Hâlbuki vahiy mahsulü olan bu İlâhî kelâmı, Hz. Pey­gamber tebdil ve tağyir etmeye, ona kendiliğinden bir şeyler ilâve etmeye salahiyeti yoktu.

“ … Ben, bana vahyolunandan başka­sına tabi olmam, Rabbime isyan edecek olursam, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım. De ki: Allah dileseydi onu size okumazdım. (Allah) onu (benim lisanımla) size bildirmezdi de. Ben ondan (Kur’an’dan) evvel aranızda bir ömür kalmışımdır. Siz hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?”8 ayetinde bu husus aydınlanmaktadır. Hz. Peygamber; ben sizin ara­nızda 40 sene kaldım, size bir şey dedim mi? Doğruluktan da ayrıldım mı? Şimdi bu kadar yaştan sonra mı insanlara yalan iddialarda bulunayım ve Allah’a iftira edeyim? Bu sözler kendimden değil, Yaratanımız tarafındandır ve bana teklif edilenin dışına çıkmama imkân yoktur, denilmektedir.

Hz. Muhammed (S.A.S.)’e gelen vah­ye tabi olan akıl sahiplerinin kalpleri Muhammed (S.A.S.) sevgisi ile dol­du, O’nu yücelttiler ve takdir ettiler, ge­lebilecek her türlü tehlikelerden korudu­lar. Yücelik bakımından insanların en yükseği, yaratılış yönünden günahlardan uzak, Allah (C.C.) ve kul hakkını en iyi bilen ve Allah’ın rızasına koşan bir insan olduğu hakikati, sadece O’na inananların bir görüşü değil tarihe mal olmuş bir ha­kikatin ifadesidir.

Hz. Muhammed (S.A.S.), Peygamber olarak Mekke’de 13 sene yaşadı. Mekke müşriklerinin zulüm ve ezalarından kur­tulmak için Medine’ye hicret etti. 10 se­ne de orada kaldı. Mekke devrinin mü­meyyiz vasfı, fertleri Allah (C.C.)’a ve ahiret gününe iman etmeye sevk ve ina­nanları halkın hizmetine ve Allah’ın Ke­lâmını yaymaya matuf bir hayata yöneltmeye çalışır. Hakikaten, bu çok meşak­katli merhalede, adetleri az da olsa ha­kikati görebilen hâlis bir nesil, en yüce mertebesine ulaşmıştı. Mekke devrinde, akait, ahlâk ve ibadetler yönünden olan ferdî inşa, Medine devresinde cemiyeti inşâya yöneldi. Cemiyet ve muamelata ait kanunlar ortaya çıkmaya başladı. Şe­ref ve asalet, yalnız başına kuru bir şey iken, onları adâlet ve faziletle süs­lediler. Bu hususta misaller pek çoktur. Onlardan birkaç tanesini okuyucularımıza sunalım. Hz. Peygamber (S.A.S.) şöyle buyurmaktadır:

“Sizlere, Allah’a yaklaştıracak emir­lerden başka bir şey ve yine sizlere, Allah’tan uzaklaştıracak nehiylerden baş­ka bir şey bırakmadım”. Keza: “İnsanın keremi dini, fazileti aklı, değeri ahlâkı­dır”.9

Zaten Hz. Peygamber (S.A.S.)’in bü­yüklüğündeki ilk esas, O’nun geniş bir rahmet ve rakîk bir kalbe sahip olu­şunda aranabilir. O, kendisine, hayretle bakanları hidayete sevk etmek için bütün gayretini bezletmiş ve onları ellerinden tutarak kurtuluş yoluna götürmüştü. Gaf­let ve oyunla istikbâlini kaybeden evlâ­da, bir babanın üzülüşü gibi, O da cahiliyetleri ve sapıklıkları sebebiyle kendi­sine mâni olmaya çalışanlara şiddetle üzülürdü. İnsanlar için, daima hayrı murat eden Hz. Muhammed (S.A.S.), sâ­dece zamanındaki insanları değil, istikbâlde gelecek olanları da doğru yola ilet­mek için hırslı idi. Bu şiddetli arzuyu Kur’an-ı Kerîm şöyle ifade etmektedir:

“(Habibim) Onlar mü’min olmaya­caklar diye âdeta - kendine kıyacaksın. Eğer dilersek biz onların tepesine gökten bir ayet indiriveririz de, onların boyunları ona eğilir”.10

Kısaca ifade edilmek istenirse inat­çıların bu durumu, sendeki hüznü gidere­medi. Eğer Allah dileseydi, onların kuv­vet ve kudretlerini kırar da, hakkı bil­meye mecbur olurlardı, denilmek isten­mektedir.

Hz. Peygamber’in, insanoğlunu hidayete sevk etme hususundaki bu şiddetli arzusu ve ince alâkası, İslam cemiyetinin esasının sevgi ve muhabbet olduğunu or­taya çıkarmaktadır. İslâm Devleti içerisin­deki gayr-i Müslimler, İslâm idaresinden o kadar memnun olmuşlardır ki, İslâm tarihinde (Müslümanlar arasında iç harpler eksik olmadığı halde), gayr-i Müslim tebaanın, idareye karşı bir isyan hareke­tini, tarih kaydetmemektedir. Müslüman­lar mağluplara daima rıfk ve yumuşaklık­la muamele etmişler, onların dinlerine ve ibadetlerine karışmamışlar, aynı zamanda onları himayeleri altına alarak, Müslümanlar arasında rahat ve huzur içerisinde ha­yat sürmelerini temin etmişlerdir. O devir­de böyle geniş bir müsamahayı, İslâm’ın dışındaki milletlerde görememekteyiz. İs­lâm’ın dışındaki milletler kendi dindaşları arasında dahi hakkı ve adâleti tevzi ede­memişlerdi. Onlar arasında gayr-i mem­nunlar zümresi çoğalmış, Müslümanların idaresine girmenin, hâlihazırdaki yaşayış­larından daha iyi olduğu kanaati onlarda uyanmıştı. Bunun için pek çok şehir ve ülkeler, zalimlerin istememesine rağmen mazlum halkın dâveti ve yardımıyla, Müslümanlar tarafından kolaylıkla fethedildiğini, tarihler kaydetmektedir.

Cemiyet içerisinde bazı kimseler, bazılarına nispetle haksız olarak üstün ve imtiyazlı bir duruma geçerler ve başkala­rına da zulmederler. İslâm insana, dine, mala hürmet esaslarını vaz ederek, adâ­let huzuruna gelen hükümdarla, fakir bir gayr-i Müslim arasında asla fark gözet­memiştir. İslâm tarihinde kadı huzuruna çıkartılmış hükümdarlar az değildir, işte bu şekilde hareket eden İslâm, insanları arkalarından sürüklemesini bilmiştir.

Hz. Muhammed (S.A.S.) afv ve müsamaha hususunda en geniş yolu takip etmiş, Mekke’yi fetihten sonra kuvvet ve kudret elinde iken kâfir olan Kureyşlileri toplayarak 21 senelik akılsız tutumlarını, işkencelerini, çapulculuklarını ve yağma­larını anlatmış, kendisini merak ve korku ile dinleyen Mekkelilere, “Şimdi benden ne bekliyorsunuz?” dediğinde, onlar hem korkmuşlar hem de utanmışlardı. Pekâlâ, onları kılıçtan geçirebilir, köle yapabilir veya mallarını ellerinden alabilirdi, insan­lara karşı aşırı muhabbeti olan bu zat sükûnetle, “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz” demişti. Beklenmeyen bu umumi af kar­şısında pek çok kimseler Müslüman ol­muşlardı.

Doğum yılı münasebetiyle bir defa daha kalplerin O’nun sevgisine meylet­mesinde bir gayr-i tabiilik bahis konusu olamaz. Bu öyle bir sevgidir ki, tarih ilmi bir beşer için, böyle bir sevgi numunesini bize gösteremez. Hakikaten Allah (C.C.)’ın Elçisine muhabbet ve sevgi, imanın bir rüknü ve O’nun doğruluğunun bir alâ­metidir. Bu sevgi arttıkça, Müslüman Allah’ına yaklaşır ve O’na itaati ziyadeleşir. Yaşayışı temiz, yaratılışı güzel, ça­lışması sağlam, sıkıntılara karşı sabırlı. Yaratıcısına dayanmış, daima O’nu zikre­den ve her türlü kirlerden tasfiye edilmiş bir kimseye, şu ihtiyar dünyamız Hz. Peygamber (S.A.S.)’den başkasına rast­lamamıştır.

Yine üzerinde yaşadığımız şu ihtiyar dünya, kemâl yolunu açan, o yolu insanlık için beşik yapan, insanlığı oraya dâvet eden ve doğru yolu en iyi şekil­de tarif eden ve hiçbir kimsenin taham­mül edemeyeceği bir yükü yüklenen bir insana rastlamamıştır. Baş tarafa koydu­ğumuz ayet-i kerime, Hz. Peygamber hakkında en büyük hakikati ifade etmek­tedir. Hislerinin esîri olan bazı insanlar, Hz. Muhammed (S.A.S.) Mekke’de bu­lunduğu ve orada düşmanlarının takip ve tazyikine uğradığı sırada asil bir örnek olduğunu, fakat Medine’ye gittikten son­ra muharebeler yaptığını, düşmanlarını kovaladığını ve buna benzer bir sürü iş­ler yaptığını, bu bakımdan insanlık için bir model olamayacağını ileri sürerler. Hz. Muhammed (S.A.S.)’in risâletinin gayesi, hislerine mağlup insanları memnun etmek değil, belki bütün insanlara amelî kaideler öğretmek ve bu kaideleri kendi yaşayışı ile tarif ve izah etmekti. Eğer O ordulara kumanda etmemiş olsaydı, ku­mandanlara; muharebe etmemiş olsaydı, hak, adâlet ve hürriyet uğruna canını feda eden askerlere; hükümler vermemiş ve kanunlar yapmamış olsaydı, kanun koyu­culara; davalara bakmamış olsaydı, hâkim­lere; evlenmemiş olsaydı, aile sâhiplerine ve babalara; zalimleri cezalandırmamış, düşmanlarını mağlup ederek onları affetmemiş, kendisine bağlı olanların kusurla­rına göz yummamış olsaydı, elbette insan­lar için mükemmel bir örnek olamazdı.

Hz. Muhammed (S.A.S.)’i sevmek, Allah (C.C.)’a hamdüsena etmek­ten doğan bir hakikatin ikrarı ve O’na olan en güzel bir şükrün ifadesidir. O’nun doğumunu kutlama esnasında gösterece­ğimiz hürmet ve ihtiram, insanlığın men­faati için, O’nun talimine bir defa daha sarılmak fırsatı verecektir. Şunu da unut­mayalım ki, O’nun hakkında ne söylenir­se söylensin, şüphesiz Allah (C.C.)’ın Elçisi’nin vasıfları, vasfedenlerin tavsifleri­nin üstündedir.

Ne mutlu O’nu örnek edinip O’nun yolunda olanlara; ne mutlu O’na ümmet olanlara...

___________________________________

(1) el-Ahzâb Sûresi, Ayet: 21.

(2) Devletler Umûmî Hukukunun geliş­mesi hak. fazla bilgi için bkz. M. Hamîdullah, İslâm’da Devlet İda­resi, İstanbul 1963, s. 52-57, keza bkz. Prof. M. Tayyib Okiç, Peygam­berimiz (S.A.S.) ve İnsan Hakları (Diyanet Dergisi, Özel sayı, s. 29-36).

(3) M. Hamîdullah, Hem Rahmet Hem de Harp Peygamberi (Diyanet Der­gisi, Özel sayı, s. 88-95).

(4) Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, el-Kahire 1313, V. 411.

(5) eş-Şûra Sûresi, Ayet: 15.

(6) el-Bakara Sûresi, Ayet: 139.

(7) eş-Şûra Sûresi, Ayet: 52.

(8) Yunus Sûresi, Ayet: 15-16.

(9) Müsned, II. 365.

(10) eş-Şuarâ Sûresi, Ayet: 3-4.

ALLAH RASÛLÜ (S.A.S.) BUYURUYOR Kİ:

( … )
“Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiye ve edepten daha faydalı bir bağışta bulunmaz”.
(Tirmizî - Hâkim)

( … )
“Bir kimse, İslâm Dininin müsaadesi olmayan bir işi işlerse merduttur (makbul değildir)”.
(Müslim)