PEYGAMBERİMİZ (S. A. S.)’İN AHLÂKI KUR’AN İDİ
Doç. Dr. Talât KOÇYİĞİT
( … )
Muhakkak ki sen en yüksek ahlâk üzeresin. Sizin için, Allah’ı ve Ahiret gününü umanlar için ve Allah’ı zikredenler için, O’nun Resulünde mükemmel örnekler vardır (Kur’an-ı Kerîm). Ümmü’l-mü’minîn Âişe (R.A.) buyurmuştur: Hazreti Peygamberin ahlâkı Kur’an idi. (Hadis)
İslâm Peygamberi Muhammed (S.A.S.)’in 14 asır önce, Arabistan’ın Mekke denilen şehrinde, Kureyş kabilesine mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelişi, yalnız Arap tarihinin değil, fakat bütün dünya tarihinin kaderini değiştiren, kâinatın oluşundaki ve insanın yaratılışındaki asıl gaye ve hikmetin o zamana kadar gizli kalmış sırrını bir anda gözler önüne seren bir hâdise olmuştur.
Bu büyük hâdiseden bahseden “tarihçiler, O’nun doğduğu gece Kisrâ’nın sarayında on dört sütunun yıkıldığını, Mecusilerin ateşgedelerinin söndüğünü ve Sava gölünün kuruduğunu yazarlar. Aslında, yıkılan Kisrâ’nın sarayı değil, bütün İran’ın saltanat ve ihtişamı, Bizans’ın satveti ve Çin’in azameti idi. Sönen ateş, Mecusilerin ateşgedelerinde parlayan alevler değil, bütün dünyadaki küfür ve ilhad ateşi idi ve kuruyan şey Sava gölü değil, putperestliğin tahakkümü, Hristiyanlığın tagallübü idi"1.
Filhakika, Hazret-i Peygamber’in dünyaya geldiği sıralarda insanlar, çeşitli din ve mezheplerin, zihinlerinde yerleştirdiği birbirinden farklı, hatta çoğu birbirine zıt inanç ve itikatların mücadelesi içinde bulunuyorlardı. Bir taraftan Yahudilik ve Hristiyanlık, diğer taraftan Mecusi ve sair müşrik dinleri, telkin ettikleri inançlarla, insana, yaratılışındaki gayeyi unutturmuşlar, Allah (C.C.)’ın birliğini ispat değil, fakat O’na şerik veya ortak bulmanın yarışına koyulmuşlardı.
Mecusiler, Nur ve Zulmet olmak üzere iki asıl ihdas ederek, Nur’un iyi ve hayırlı olan, Zulmet’in ise, kötü ve şer olan şeylerin yaratıcısı olduğuna inanmışlardı.
Müşriklerin bir kısmı; “Hayat, bu dünyada yaşadığımız hayattan ibarettir; yaşarız ve ölürüz. Bizi zamandan başka hiçbir şey helâk etmez” (Câsiye Suresi, 24) diyerek, hem Allah (C.C.)’ı, hem öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlar; bir kısmı da, “Çürümüş olan bu kemikleri kim diriltecek?” (Yasin Suresi, 78) diyerek, Allah (C.C.)’ın varlığını kabul etseler bile, öldükten sonra dirilmeyi kabul etmiyorlardı. Diğer bir kısmı Peygamberleri reddederken (bkz. Furkan Suresi, 7-8), bir kısmı da meleklerin, Allah’ın kızları olduklarını ileri sürerek onlara ibadet ediyorlardı (Nahl Suresi, 57; Zuhruf Suresi, 19).
Kendilerine Peygamber gönderilmiş olan Yahudiler ve Hristiyanlar bile, peygamberlerinin talim ve telkin etmiş oldukları tevhit (Allah’ın birliği) akidesini unutarak Allah’a şirk koşmuşlar, Yahudiler Üzeyir’in, Hristiyanlar ise Mesih (İsa) in Allah’ın oğlu olduğunu iddia etmişlerdi (Tevbe Suresi, 30).
İşte Arabistan, bu çeşitli inanç ve itikat sahiplerinin sert ve çetin mücadelesine sahne olduğu bir sırada, Mecusilerin ateşgedelerinde parlayan küfür ve ilhad ateşini söndürecek, putperestliğin ve Hristiyanlığın tahakküm ve tagallübünü kırıp yok edecek olan bir çocuk, Rabbinin tükenmez hazinelerinden âlemlere yetecek bir rahmet yükü ile küçücük dünyayı teşrif ediyordu.
Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’in dünyaya gelişinden sonra tevhit yeniden canlandı. Etrafında toplananlara tebliğ ve talim ettiği İslâm esaslarıyla saadet kapıları bir kere daha açıldı, insanları iyiliğe, adâlete, fakir, yetim ve yolda kalmışlara yardım etmek için yaptığı dâvetlerle dünyayı kaplayan zulüm, vahşet ve enâniyet kasırgası bir daha kırıldı. Yağmuru kara, karı tipiye çeviren kırıcı ve yakıcı hava, yerini, gönüllere ferahlık veren bir Nisan güneşine terk etmişti; bu güneş, kalplerin, içinde boğulduğu küfür ve ilhad zulmetini yok eden bir hidayet güneşi olmuştur.
Hazret-i Peygamber (S.A.S.) Rabbinden aldığı vahiylerle İslâm dinini insanlara tebliğ etmeğe başladığı zaman 40 yaşında bulunuyordu. Bu devre kadar yaşamış olduğu hayat, O’na, peygamberlik gibi mühim bir görevi yüklenebilecek ve onu başarıyla yürütebilecek bir kudret ve kabiliyet kazandırmıştı; daha doğrusu Rabbi, O’nu bu kutsi görev için terbiye etmiş, asırlarca önce, insanlığa, doğacağını vaat ve tebşir ettiği hidayet güneşini seherinde hazırlamıştı.
Hz. Peygamber (S.A.S.) bir taraftan İslâm dininin iman ve ibadet esaslarını tebliğ ve talim ederken, diğer taraftan putperest müşriklerin, Müslümanlara yönelttikleri çeşitli hakaret ve işkencelerin tahammül edilmez bir hal alması üzerine hicret ettikleri Medine’de kurulan ilk İslâm Devletinin idaresini de yönetiyordu. Bu Devletin anayasası, dünyada yapılmış ilk anayasa olarak bizzat Hazret-i Peygamber (S.A.S.) tarafından hazırlanmıştı.
Devlet reisliğine paralel olarak, teşkil edilen ordunun kumandanlığı da Hazret-i Peygamber’in üzerinde bulunuyor, fetih için çıkılan seferlerde hem orduya kumanda ediyor, hem de er olarak savaşlara katılıp düşmanla vuruşuyordu.
O’nun, üzerinde titizlikle durduğu konulardan biri de, erkek ve kadın ayırımı yapmadan Müslümanların eğitim ve öğretimi idi. Medine’ye hicretini müteakip yapmış olduğu ilk iş, “Mescid-i Nebevi” denilen camiin inşasıyla, bu câmie ekli, üstü örtülü bir “suffa”da öğretim faaliyetine başlamak oldu. Cahiliye devrinde yazı sanatını bilen ve bu sebeple “kâtip” unvanıyla tanınan Abdullah İbn Saîd İbni’l-Âs, bu “suffa”da Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’in emriyle Müslüman talebeye yazı öğreten hocalardan biri oldu2.
Bedir savaşında Müslümanların eline esir düşen müşriklerden yazı bilenlerin her birinin on Müslüman çocuğuna okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bırakılması da, Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’in eğitim politikasını gösteren en güzel delillerden biridir3.
Hz. Peygamber (S.A.S.), vaz’ ettiği İslâm dini esaslarıyla kendinden sonrakilere gerçek insanlık yolunu da göstermiştir.
Allah Teâlâ (C.C.), Kur’an-ı Kerîm’inde O’ndan bahsederken:
( … )
“Sizin için, Allah’ı ve Ahiret gününü umanlar için ve Allah’ı çok zikredenler için Allah’ın Resulünde örnekler vardır”. (Ahzab Suresi, 21) buyurmuştur.
Hazret-i Peygamber (S.A.S.), Allah (C.C.)’a olan sevgisi, imanı ve takvasıyla insanlara örnek olduğu gibi, gece ve gündüz ibadetleriyle, faziletleriyle, ahlâkının ve başkalarına karşı muamelesinin güzelliğiyle, adâlet ve insafıyla, cûd ve keremi, feragat ve fedakârlığı, misafirperverliği, ihtiyatkârlığı, tevazuu, yardımseverliği, doğruluğu, ahde vefası, affı, merhameti, muhabbet ve şefkati, velhâsıl, Peygamber olarak kendisinde bulunması lâzım gelen en üstün vasıflarıyla da insanlara örnek olmuştur.
Nasıl olmasın ki, Allah Teâlâ’nın tebliğini emrettiği ahlâk esasları, herkesten önce, onları tebliğe memur edilen kimseyi ilgilendirir ve bu esasların herkesten önce, onları tebliğ eden kimse tarafından tatbik edilmesi gerekir. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’inde:
( … )
“Allah, adâleti, iyiliği ve muhtaç olanlara vermeyi emreder; fuhşiyyattan, münkerden ve bağıyden nehyeler”. (Nahl Suresi, 90) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber ise, hem Rabbinin bu emrini insanlara tebliğ etmiş, hem de emredilen hususların tatbikatını göstermiştir.
Allah Teâlâ (C.C.):
( … )
“Allah, size, emanetleri ehline tevdi etmenizi ve halk arasında hakemlik yapmak durumunda kaldığınız zaman adâletle hükmetmenizi emreder”. (Nisâ Suresi, 57) buyurmuş; Hazret-i Peygamber, Rabbinden aldığı bu emri insanlara tebliğ ederek tatbikatını göstermiştir.
Allah Teâlâ (C.C.):
( … )
“Rüştüne erinceye kadar en güzel bir surette olmadıktan sonra yetim malına yaklaşmayınız. Ölçüyü ve mizanı tam ve denk tutunuz. Biz size ancak kudretiniz nispetinde teklif ederiz; akrabanız da olsa, söz sâhibi olduğunuz vakit hep adaleti gözetin; Allah’ın ahdini yerine getirin”. (Enam Suresi, 152) buyurmuş, Hazret-i Peygamber, bu emirleri hem tebliğ, hem kendi nefsinde tatbik ile Müslümanlara öğretmiştir.
Bunun gibi, ister itikat ve ibadetle, ister muamelat ve ahlâkla ilgili olsun, Kur’an-ı Kerîm’de emir ve nehiy olarak her ne gelmişse, Hazret-i Peygamber bunları amelî kaideler olarak insanlara öğretmiş, aynı zamanda, bu kaidelere uygun yaşayışıyla onları izah ve tarif etmiştir. Bu bakımdan Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de Hazret-i Peygamber (S.A.S.) den bahsederken;
( … )
“Muhakkak ki sen en yüksek ahlâk üzeresin”. (Kalem Suresi, 4) buyurmuş; Ummu’l-mu’minîn Âişe (R.A.) de Hazret-i Peygamber’in ahlâkını soran bir kimseye;
( … )
“Rasûlu’llah (S.A.S.)’ın ahlâkı Kur’an idi”4 cevabını vermiştir.
Burada Hazret-i Peygamber (S.A.S.) in, insanlar arasında adâletle hükmetmeyi emreden İlâhî vahiylere ittibaını ve ashabına örnek olan bir hükmünü, Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîse istinaden misal olarak zikredecek ve yazımıza son vereceğiz.
Mekke’nin fethi sırasında yüksek içtimâi mevkiine güvenerek ganimet malından kıymetli mücevherler çalan Fâtıma Bintu Esved adında bir kadının durumu Mekkeliler arasında bir hayli endişe kaynağı olmuştu. Birçok kimse, kadının affedilmesini arzu ediyor, fakat hiç kimse Hazret-i Peygamber’e onun affı için başvurmak cesaretini gösteremiyordu. Nihayet akıllarına Hazret-i Peygamber’in yüksek teveccühünü kazanmış olan Usame İbn Zeyd gelmiş ve ancak onun bu işi halledebileceğini düşünmüşlerdi. Kadını Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’in yanına getirmişler, bu sırada Usame de onun affedilmesini Hazret-i Peygamber’den rica etmişti. Ancak Hazret-i Peygamber’in yüz rengi birden değişmiş ve Usame’yi bu hareketinden dolayı azarlayarak, “Allah’ın tayin eylediği bir ceza için mi şefaat talebinde bulunuyorsun?” demişti. Usame ise düştüğü hatayı anlamış ve Hazret-i Peygamber’e, “Yâ Rasûlullah, benim için Allah’tan mağfiret dileyiver” diye niyazda bulunmuştu.
Bu hâdise Hazret-i Peygamber üzerinde büyük tesir icra eylediği için o günün akşamında Müslümanlara bir de hutbe irat etmiş, Allah Teâlâ’ya, lâyık olduğu sıfatlarla hamd ü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurmuştur:
( … )
“Emmâ ba’du. Sizden önceki kavimleri şu tutumları helâk etmiştir: Aralarında şerefli olan bir kimse hırsızlık yaptığı zaman onu salıvermişler, zayıf birisi hırsızlık yaptığı zaman da onu cezalandırmışlardır. Bana gelince, nefsim yed-i kudretinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapmış olsaydı onun da elini keserdim”. Bundan sonra Hazret-i Peygamber emir vermiş ve hırsızlık yapan kadının eli kesilmiştir.5
Hazret-i Peygamber (S.A.S.) bu hükmü ile milletlerin bekası için şart olan adaletin eşsiz bir örneğini vermiştir. Hadis kitaplarını gözden geçirenler, Hazret-i Peygamber’in her yönden üstün bir cemiyet meydana getirmek gayesiyle giriştiği tatbikatın binlerce örneğini bulmakta güçlük çekmezler.
Bugünün Müslümanları, şu veya bu cereyana kapılmak suretiyle değil, fakat Kur’an-ı Kerîm’in yegâne örnek gösterdiği Hazret-i Peygamber (S.A.S.)’in izini takip etmek suretiyle birlik ve beraberliğin doğacağını ve memleketin özlenen ahlâk seviyesine ancak bu yolla ulaşabileceğini hatırdan uzak tutmamalılardır.
_________________________________
(1) Ömer Rıza Doğrul, İslam Tarihi, I. 188.
(2) M. Hamîdullah, Hemmam ibn Munebbih’in Sahîfesi (Tercüme: T. Koçyiğit, İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1967), s. 21.
(3) Aynı eser.
(4) Ebû Dâvud, Sünen, I. 309.
(5) Buhârî, Sahîh, VIII. 16 (Kitâbu’l-hudûd); Müslim, Sahîh, III. 1315 (Kitâbu’l-hudûd, Hadis No. 9).