HAZRET-İ PEYGAMBER (S.A.S.)’İN RİSÂLETİ
Lütfi DOĞAN
Diyanet İşleri Bşk. V.
يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذٖيراًۙ ﴿٤٥﴾
وَدَاعِياً اِلَى اللّٰهِ بِاِذْنِهٖ وَسِرَاجاً مُنٖيراً ﴿٤٦﴾
وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ بِاَنَّ لَهُمْ مِنَ اللّٰهِ فَضْلًا كَب۪يرًا ﴿٤٧﴾
“Ey Peygamber, biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeci, uyarıcı ve kendi emriyle Allah’a bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik. Allah’tan kendilerine cidden büyük bir fazl (-ü kerem) olduğunu müminlere müjdele!...” (el-Ahzâb Sûresi, Âyet: 45, 46, 47)
İnsan, doğru yolu bulmak ve başkalarının hukukuna tecavüz etmemek için akıl ve düşünce sahibi olarak yaratılmıştır. İnsanın doğru yolu bulması, behimi arzularının melekî hasletlerine, akl-ı selimine tabi’ olmasına bağlıdır. Doğru yoldan uzaklaşması ise melekî hasletlerin zıddına olan kötü isteklerin tesirinde kalması, fena işlere (günah bataklığına) dalmasıyladır.
İnsanda mevcut olan akıl, behimi arzuların melekî vasıflara tabi’ olmasının faydalarını müdrik olup, insanı bu güzel vasıflara sahip olmaya teşvik eder. Keza kötü meyillerin insana getireceği zararları da ilk bakışta kavrar ve insanı bu meyillerin tesirinden kurtulmaya davet eder.
Ancak insanların birçoğu bu gerçeği gereği gibi idrak edemezler. Zira birçok mâniler onların akl-ı selimin sesini duymalarına, doğru yolu idrak etmelerine engel olur. Hasta bir kimsenin hastalığı sebebiyle tatlı suların tadını alamadığı, en güzel içme sularını acı bulduğu gibi, bazı engellerin tesiriyle insanların birçoğu, kendileri için maksut olan gayeyi ve bu yüksek gayenin kendilerine kazandıracağı faydaları; keza kendileri için ilerde ıstırap kaynağı olacak ve zarar verecek neticeleri kolaylıkla idrak edemezler.
Böylece insanlar doğru yolu bilen ve onları da bu yola dâvet eden ve akl-ı selimin göstereceği bu yoldan uzaklaşmanın zararlarını kendilerine bildiren bir âlime ve terbiyeciye şiddetle ihtiyaç duyarlar.
Bununla beraber insanlar arasında sakim düşüncelere sahip kimseler de bulunur. İnsanı saadete götürecek doğru yolun zıddına bir yol takip eder, kendisi akl-ı selimin gösterdiği doğru yoldan uzaklaştığı gibi, başka insanları da bu yoldan saptırmaya çalışır, insanların işlerinin maksada uygun bir şekilde devam etmesi, bu kabil kimselerin aldatıcı düşüncelerine iltifat etmemelerine bağlıdır.
Diğer taraftan insanlar arasında isabetli görüş sâhibi birçok kimseler de vardır ki onlar da her şeyi bildikleri kanaatinde bulunmak suretiyle yanılmış olurlar. Şüphesiz ki bu gibi kimselerin, bu yanılmalardan kurtulmaları için bir uyarıcının tenbihine lüzum vardır.
Görülüyor ki; insanlar gerçekleri hakkıyla bilen ve dikkatsiz hareket etmeyeceğinden emin olunabilecek bir ilim sahibine, terbiyeciye şiddetle ihtiyaç duyarlar.
Küçük bir şehirde oturan insanların her birinin kendi kâr ve zararlarım bilmelerine ve hemen hepsi maddî işlerini kendi akıl ve düşünceleriyle yürütecek bir durumda olmalarına rağmen işlerini düzenleyecek ve tespit edilen düsturlara göre işleri yürütecek muktedir ve bilgili bir idarecinin bulunması zarurî olur.
Durum böyle olunca, çeşitli istidatlara sahip insanları, iyilik düşüncesi etrafında birleştirecek ve onları maddî ve manevi huzura kavuşturacak, en doğru yolda yürümelerini sağlayacak her yönü ile itimat edilen emin rehberlere zarurî olarak duyulan ihtiyaç aşikârdır.
Meselâ demircilik, marangozluk ve benzeri sanatlar bile bir yol gösterici, bir öğretici olmadan elde edilemiyor. Günlük maddî işlerimizde durum böyle olursa insanı ve insan cemiyetlerini maddî ve manevi yönden huzura erdirecek ve gayelerin en yükseğini onlara bildirecek emin rehberlere duyulan ihtiyacın zarûrîliği meydandadır. Sonra bu emin kimselerin öğütlerinde her çeşit yanılma ve yanıltmalardan mahfuz kaldıkları ve sözlerinin doğruluğu hakkında amme vicdanında kesin kanaatin sübut bulması da gereklidir. Susayan bir kimsenin kendi susuzluğunu müdrik olduğu gibi, böyle bir rehberin doğruluğunu da amme vicdanı rahatlıkla idrak eder. Böyle bir kimsenin yaşayışı, bütün davranışları ve sözlerinin doğruluğunun şâhidi, kendisinden hak ve hakikate uygun olan fiillerden başka bir şey sudur etmemesidir. İşte, böyle bir insanın Cenâb-ı Hakk’ın teyidine mazhar olduğunda insanların tereddütleri kalmaz. Bütün peygamberlerin sîretleri ve suretleri böyledir.
Bir memlekette hastalık görüldüğünde halkı bu hastalıktan korumak için devlet reisinin, yetkili organları vazifelendirmesi ve insanların da bu mütehassısların tavsiyelerine uymasını emretmesi gayet tabiîdir. Çünkü mütehassıs elemanların bu çalışmaları ile o belde halkının sağlığı korunmuş olur. Bunun gibi Cenâb-ı Hak da insanları maddî manevi huzursuzluklardan korumak için onların maruz kalacakları manevi hastalıkları en iyi şekilde teşhis ve tedavi eden ve yaradılışlarının hikmetini onlara öğreten rehberler (Peygamberleri) göndermiştir.
Cenâb-ı Hak bu Peygamberleri üstün vasıflarla tezyin etmiştir ki, insanlar onlara itimat edip, bu rehberlerin emir ve tavsiyelerine uyarak gayelerine erişebilsinler.1
Hz. Muhammed (S.A.S.)’in yüce vasıflarından bir kısmı:
Konumuzun tahammülü olmadığından burada sadece son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.S.)’in insanlara örnek vasıflarından bir kısmına kısaca işaret etmiş olacağız.
Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (S.A.S.)’i vücut yapısı ve sîreti itibariyle insanların ekmeli olarak yaratmıştır. Dine ve dünyaya ait bütün faziletler onda kemâlini bulmuştur.
Kadı ’İyâd merhum “Eş-Şifâ fî Târif-i Hukûki’l-Mustafâ” adlı mühim eserinin bir bölümünde özet olarak şöyle demiştir:
“İnsanın kemâlini sağlayan ve güzelliğini tamamlayan vasıflar iki bölüme ayrılır.
Bunlardan birincisi dünyevîdir ve zarurîdir. İnsanın yaradılışı ve dünya hayatının zaruretleri bunun böyle olmasını icap ettirmiştir.
İkincisi ise dinîdir, insanın kesp ve ihtiyarı ile elde edilir. Bu vasıflara sahip olan kimseler övülmeye lâyık oldukları gibi bu vasıflar onları Cenâb-ı Hakk’ın rızasına yaklaştırır.
Diğer yönden insanda zaruri ve ihtiyâri olarak bulunan bu vasıflar ya sadece zaruri veya ihtiyârî olarak bulunur yahut da zaruri ve ihtiyârî olan vasıflar her ikisi de insanda birleşir. Sadece zaruri olanı izah etmek gerekirse ki insanın hiçbir surette o vasıfların kendisinde bulunmasında dahli ve ihtiyarı bulunmaz. Bu vasıflar yaradılışı icabı insana bahşedilmiş olur. Bünye yapısının tam olması, yüz güzelliği, aklî melekelerinin çok kuvvetli olması, idrak kabiliyeti, konuşmasındaki fesahat, duyu organlarının mükemmel olması, bütün hareketlerinin mutedil olması, soyu çok temiz ve şerefli bulunması... diğer taraftan dünya hayatının zaruri kıldığı yeme, içme, giyme, uyku, ihraz ettiği mevki, servet, ki bu son sayılanlar insan için bir bakıma zaruridir, ancak bu son saydıklarımız dinî ve aklî ölçüler içerisinde olur ve bunlar ile takva kastedilirse dinî bir mahiyet de alırlar.
İkinci olarak insanın çalışması ve ihtiyarı ile kazanılan vasıflar vardır ki bunlar uhrevîdir. Akl-ı selimin ve dinî edebin gerekli kıldığı üstün vasıflardır.
Meselâ ilim, ağırbaşlılık, sabır, iyilik bilme, adâlet, dünyaya haris olmama, tevazu’, afivkârlık, haramlardan sakınma (iffet), cömertlik, utanma duygusu, yiğitlik, mürüvvet sahibi olma, ancak yerinde konuşma, vakarlı, merhametli ve güzel edep sahibi bulunma ki, bunlar ve benzerlerine güzel ahlâk adı verilir. Saydığımız vasıfların bir kısmı insanın tab’ında bulunursa da birçoğunu da kendi çalışmasıyla elde eder. Fakat hemen hepsinin bir istidat halinde insanın tabiatında bulunması gereklidir.
Bu sayılan vasıflar dünya hayatı bakımından da çok önemlidir. Akl-ı selim sâhipleri bu vasıfların üstünlüğünde ittifak halindedir. Gerek zaruri ve gerek ihtiyârî olsun bu saydığımız vasıflardan biri veya birkaçı bizden herhangi bir insanda bulunması o insan için büyük bir şereftir. Böyle bir insan bu vasıftan dolayı halk arasında darb-ı mesel haline gelir. Dünyadan göçse ve ölümünden sonra aradan asırlar geçse de o kimse bu vasfı ile daima anılır.
Durum böyle olunca burada sayamadığımız diğer vasıflarla birlikte bu vasıfların hepsi kemâl derecesinde kendisinde bulunan ve bunda hiçbir beşerin dahli olmayan bir insan için ne düşünülebilir?2
Böyle bir kimsede bu vasıfların hepsinin bulunması ve hem de kemâl derecesinde olması, Cenâb-ı Hakk’ın o kimseyi (insanlar için) seçmiş olması, ona Risâlet, vahiy, İsrâ ve Miraç, makâm-ı Muhammed, Hidayet, beşaret, yüksek derece ve âlemlere rahmet olarak göndermekle mümtaz kılmıştır. Bu mümtaz insan Hazret-i Muhammed (S.A.S.) dir.
Hazret-i Muhammed’in risâleti ve tebligatı ile Peygamberlik silsilesi kemâlini bulmuş ve O, “”Hâtemü’r-rûsül” olarak gönderilmiştir. Bunun için O’nun tebligatı beşeriyet için hayatidir ve cihanşümuldür.
O, hâmili bulunduğu risâlet vazifesini tebliğde akl-ı selimin kabul edeceği, bedî-i zevkin hayran olacağı ve sahîh vicdanın huzur bulacağı en metin esaslara dayanmıştır. O, insan aklını hakikatleri düşünmeğe, varlıkları tetkik süzgecinden geçirmeye sevk etmiş, bütün varlıkları bediî bir intizamda yaratan bir yaratıcı olduğunu ve her varlığa vücut veren işte O yaratıcı Allah Teâlâ olduğunu bildirmiştir.
Hazret-i Peygamber bütün tebligatında akl-ı selimi hakem kılmış ve en kesin delilleri, ilme esas kabul etmiştir. Cenâb-ı Hak tarafından kendisine en büyük mucize olarak verilen Kur’an-ı Kerîm insanlığa şöyle hitap eder:
"De ki: Benim yolum budur; ben ve bana uyanlar bilerek (basiretle) insanları Allah’a dâvet ederiz, Allah’ı tespih ederiz. Ve ben Allah’a eş koşanlardan değilim."3
"Bu, dosdoğru olan yoluma uyunuz. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah, size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır."4
__________________________________
(1) Hüccetu’llâhi’l-bâliğa, c. 1, s. 113 vd.
(2) Kadı Iyâd el-Yahsubî, Eş-Şifâ fî-Hukûki’l-Mustafâ, c. 1.
(3) Yûsuf Sûresi, Âyet: 108.
(4) El-En’am Sûresi, Âyet: 153.
___________________________________
“Ol Rasûl-i Müctebâ hem rahmeten li’l-âlemîn
Bende medfûndur deyû eflâke fahreyler zemîn.
Ravzasın îdûb ziyâret dîdi Cibrîl-i Emin:
Hâzihî Cennâtü Adnin fedhulûhâ hâlidîn.”