Makale

İşi Güzel Eylemek

İşi Güzel Eylemek

Dr. Savaş Ş. Barkçin

Geçen sene yayınladığım kitabın tasarımını genç bir hanım yapıyordu. İlk görsel taslağı hazırlayıp bana gönderdiğinde kendisini aradım. Kitabın “sevda” üzerine olan bölümü için kullandığı çifte kumru resminin pek klişe olduğunu söyledim, “aşkı, sevdayı, muhabbeti başka hangi sembollerle anlatabiliriz, bir düşünün. Ama lütfen özgün ve bizden olsun” dedim. Bunun aynı zamanda medeniyetimizi ihya etmenin bir örneği olacağını söyleyince genç hanım şaşırdı: “Grafik tasarımın medeniyet ile ne ilgisi var?” dedi. Bunu söyleyen dindar bir hanımdı. Bunun üzerine ona bu cümlesinin, medeniyetin ve dinimizin temeline ne kadar aykırı olduğunu anlatmak zorunda kaldım.
Çevremizde böyle “sanat ile dinin ne ilgisi var?”, “bilim ile dinin ne alakası var?” diye soranların önemli bir bölümü dindar kişiler... Hâlbuki inanan kişinin; her şeyin imanla, dinle ilgisi olduğunu bilmesi gerekmez mi?
Maalesef İslam’ın bir “hayat dini” olduğunun farkına varmıyoruz. Peki, bu şuur eksikliği nereden geliyor? İşin esası şu: İki yüz senedir kendimizde değiliz, kendimiz değiliz. Kendimizden şüphe ediyoruz. İki yüz senedir kendimiz olmayı bir tarafa bıraktık, başkası olmaya çalışıyoruz. Bu yüzden geleneği sahiplenenlerin çoğunluğu da geleneği reddedenler kadar “kendine” bigâne... Gelenek düşmanları bunu tahkir ederek yapıyor, biz ise ya sürekli geçmişe yazıklanıyoruz, ya da eski kalıpları tekrar ederek bugünü ihya edeceğimizi sanıyoruz. Bir yanda “kendimiz” olan her şeyi reddeden, küçümseyen, tahkir edenler var. Bir yanda da geleneği yüceltmek adına onu bugünün insanına, dünyasına, hayatına kapayanlar var.
Kendimize o kadar yabancılaştık ki, kim olduğumuzu yabancılara anlatmaya çalışmaktan daha çok kendimize anlatmamız gerekiyor. Bizim medeniyetimizin özelliklerinin ne olduğunu düşünüp tarif etmemiz gerekiyor. Kalp gibi, muhabbet gibi, aşk gibi kavramların gerçek anlamlarının ortadan kalktığı bir dönemde insanın medeniyeti bu kavramlarla ifade etmesi kolay değil. Nitekim bugün “eğitim şart” diyoruz, ama eğitim kelimesinden başka terbiye, talim, tahsil, maarif gibi her biri ayrı bir âlem olan kavramlarımız unutulmuş durumda.
Biz burada “medeniyet” kavramını Tanzimat’ta türetildiği şekliyle, yani Batı medeniyetini esas ve üstün sayan anlamından başka bir manada kullanıyoruz. Kendi medeniyetimizi kastediyoruz. Fakat bizim medeniyetimizden bahsederken medeniyetin nasıl bir şey olduğunu, olmazsa olmaz unsurlarını, nasıl inşa edildiğini somut olarak anlatmayı pek beceremiyoruz.
Yabancılaşma, kendini inkâr o kadar ileri düzeyde ki bugün bizler medeniyetimizin özünü, kaynaklarını, ilkelerini, değerlerini, şekillenme sürecini bize gelen birikimin içinden çekip süzmek zorundayız. Bu neredeyse arkeolojik bir çaba... Müzikten mimariye, şiirden siyasete bize miras olarak gelen ilke ve değerlerin bu alanlara nasıl nüfuz ettiğini öğrenmemiz gerekiyor. Bir nevi “kendini hatırlama” seferberliği gerekiyor.
Öncelikle şunu anlamalıyız: İslam doğruluk ve güzellikten ibarettir. Kul hem doğru olmalı, hem de güzel. İnancımız hem doğru olmalı, hem güzel. İşlerimiz hem doğru olmalı, hem güzel. Şairliğimiz, kunduracılığımız, anne babalığımız, evlatlığımız, akademisyenliğimiz, grafik tasarımcılığımız, kısacası hayatın her anında, her alanında hem doğru, hem de güzel olmalıyız.
Oysa bugün bizim için maalesef güzellik boyutu çok önde değil. O zaman eksik bir kulluk içindeyiz demektir.
Müslümanlar, Batı’nın siyasi ve fikrî tahakkümünün etkisine girdikleri 19. yüzyılın başından beri “doğruluk” boyutuna daha çok ağırlık verdiler. Kur’an’ı doğru anlamaya, inancı doğru yaşamaya, farzları ve sünnetleri doğru uygulamaya odaklandılar... Bu amaçla sayısız vakıflar, halkalar, kurumlar, mektepler kurdular. Sayısız dergi, kitap, ansiklopedi yayınladılar. Sayısız toplantılar, meclisler, tartışmalar yürüttüler. Amaç, inananların inancının ve amellerinin “doğru” olmasıydı.
Bütün bu hayırlı çabaların sonucunda İslam dünyasında hayatını “doğru” yaşayan insanlar çoğaldı. Şerlerden kaçınan, hayatını Allah’ın muradına ve Resulüllah’ın sünnetine uygun yaşamaya çalışan, namazı, orucu, zekâtı, haccı ifa etmeye gayret eden samimi müminler dünyanın her yanında İslam’ın görünür yüzü oldular. Kurulan vakıflarla sayısız doktorların, mühendislerin, avukatların yetişmesine katkı yaptılar.
Fakat bütün bunlar yapılırken İslam’ın ikinci özelliği olan “güzellik” boyutuna o kadar önem verilmedi. Doğru insan yetişsin diye talebelere burs verdik ama sanata, estetiğe, güzelliğe yönelmiş talebelere burs vermedik. Camiler, mescitler, binalar inşa ettik. Her şeylerini düşündük, ama güzel olmalarını en sona bıraktık. Oysa mesela İstanbul’da yaşayan bir kişi için en azından bakıp da örnek alacağı “güzel” cami mimarisi örnekleri pek çoktur. Hem de dünya çapında Süleymaniye, Şehzade, Fatih, Sultanahmet camileri gibi medeniyetimizin mimari zirvesi olan eserler vardır. Fakat hayatında sadece “doğru”yu esas alıp, “güzel”i ihmal eden gözler, önlerindeki “güzellik” örneklerini de göremediler.
Aynı şey şiirde, edebiyatta, müzikte, siyasette, ticarette de oldu. Her şeyi doğru yapma gayretinin yanına, güzellik boyutunu ekleyemedik. O yüzden konuşurken maalesef doğruyu söylerken güzelce söyleyemedik. Hatta ayetleri ve hadisleri bile muhataplarını kırıcı, incitici şekilde kullananlarımız oldu. İnsanımız büyük şairlerimizle, müzisyenlerimizle tanıştığında sükût-u hayale uğradılar. Doğru olmayı anlatan kitap, roman, hikâye yazarları, doğruluğu savunan nüfuz önderleri aynı zamanda güzellik önderi olamadılar.
Oysa Mevla’mız Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde “güzel” davranış ve inanışı över ve emreder. Mesela Bakara Suresi’nin 263. ayetinde şöyle beyan buyurur: “Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, Halim’dir.” Nisa Suresi’nin 86. ayetinde ise; “Ve bir selamla selamlandığınız zaman, o takdirde siz ondan daha güzeli ile selam verin veya onu (aynen) iade edin. Muhakkak ki Allah, herşeyi en iyi hesap edendir.” Secde Suresi’nin 7. ayetinde de, “O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı” buyurur.
Yaradan, sözün “en güzeli”ne uymamızı emreder. Hatta kötülüğü def ederken bile “güzellik” ile kovmamızı ister. Fussilet Suresi, 34. ayette olduğu gibi: “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”
Yine Mevla’mız kendi isimlerini Kur’an’da “en büyük” veya “en önemli isimler” olarak değil, “esmayıhüsna”, yani “en güzel isimler” olarak vasfeder. “Güzel”, yani “el-Cemîl” Mevla’mızın isimlerindendir. Dinimizde güzellik o kadar öndedir ki, Cenab-ı Hak, Hazreti Yusuf’un kıssasını “kıssaların en güzeli” olarak nitelendirir. Sabrın “cemîl”, yani güzel olanını tavsiye eder.
“En güzel” ahlak üzerine olan Resulüllah Efendimiz de zatı, sözü ve eylemiyle güzelliğin baş örneğidir. Resulüllah Efendimiz’in şu hadisi bizim güzellik düsturumuz olmalıdır: “Allah güzeldir, güzelliği sever!” Resul-ü Zişan Efendimiz şöyle beyan buyurur: “Bir hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun! Kim yarım hurma bulamazsa güzel bir sözle korunsun!” Nitekim Resulüllah büyük torununa “Hasen”, yani “güzel”, küçük torununa da Hüseyin, yani “küçük güzel” ismini vermiştir.
İslam’da doğruluk güzellikten, güzellik de doğruluktan ayrılamaz. Bir inanan hem doğru, hem de güzel iş yapmak durumundadır. Hem güzel, hem doğru bir insan olmak zorundadır. Fikri, işi, eseri doğru ve güzel olmalıdır. Mesela namazı sadece dosdoğru kılmak değil, aynı zamanda güzelce kılmak esastır. Zekâtı da sadece dosdoğru değil, aynı zamanda güzelce vermek gerekir. İslam’ı veya bir hakikati anlatırken de her sözün güzelce söylenmesi gerekir.
Tebessümün sadaka olduğu bir inanca mensubuz. İslam’da hayat ile güzellik, vazife ile zevk, ahlak ile sanat iç içedir. Her şey gibi sanat da ne hayattan, ne de inançtan kopuktur. Aksine fıtrat anlamına gelen ahlaka hizmet eden bir araçtır. Müziğin, mimarinin, tezhibin, şiirin, kısacası bütün sanatların gayesi kişinin edebini, kişiliğini, kulluğunu güzelleştirmektir. Batı’da ise doğruluğu temsil eden etik ile, güzelliği temsil eden estetik iki ayrı, hatta çelişen, hatta çatışan kavramlardır. Çoğu kere “doğru” olan “güzel” değildir, “güzel” olan da “doğru”... Bu, birliği parçalayan ve hayatı şizofrenik duvarlarla bölen seküler hayat nizamının doğrudan bir yansımasıdır. O yüzden bizdeki sanat anlayışı ile modern sanat anlayışı arasında temelde büyük farklar vardır. Mesela Batılı bir ressam eserine kocaman bir imza koyarken, bizim şaheserler ortaya koyan hattatlarımız küçücük harflerle imza atarlar. O imzalar da genellikle şöyle dualardan oluşur: “Bunu yazan falan kişidir. Allah onun günahlarını affetsin.” Sanatta ve toplumsal hayatta tevazu en kıymet verilen duygudur. Çünkü tevazudan daha güzel bir süs yoktur.
Kısacası bugün kul olmaktan, kendimiz olmaktan, medeniyetimizi ihya etmekten bahsediyorsak mutlaka doğruluk gibi güzelliği de üstün tutmalıyız. Hayatımızı, fikrimizi, işimizi, davranışımızı, sözümüzü, binalarımızı, kitaplarımızı, konuşmalarımızı doğru ve güzel kılmalıyız. Kendimize, çevremize, âlemlere doğruluk ve güzellik yaymalıyız. Kalbimizi, zevkimizi, aklımızı hem “selîm”, hem “cemîl” yapmalıyız. Güzel olan Mevla’mıza yaraşır doğru ve güzel kullar olmalıyız.