Makale

EMİR SULTAN’DA DUYUŞLAR

EMİR SULTAN’DA DUYUŞLAR

Osman KESKİOĞLU

Yeşil Bursa yolundayım. Etrafıma bakındıkça Yûnus’un şu beyitlerini hatırladım:

Şu karşıki dağları — Yemişleri, bağları

Sağlık, safâlık ile — Aştık El-hamdüli’llâh.

Çok şükür, uzun yolu aştık ve Bursa’ya ulaştık. Göz alabil­diğine doyulmaz bir yeşillik içinde kayboluyor. Her yer yeşillik ve güzellik dolu. Bakmaya kıyılmaz, görmeye doyulmaz bir man­zara. Sanki Cennetten bir köşe. Zemin yemyeşil, gök masmavi. Yalnız Uludağ’ın başında bir beyaz tül sarılı.

Güzel Bursa’nın en şirin köşesi Emir Sultan’a tırmanıyorum. Türk illerinden, Buharâ’dan gelip Bursa’da mekân tutan Emir Sul­tan, bu güzel mevkide medfûn. Biraz ötede Yeşil ve diğerleri sı­ralanmış. Hepsi böyle etrafa hâkim tepeleri seçmişler ve yükse­ğe geçmişler. Merkadin başucunda şunlar yazılı:

Hüvel-Bâkî

Hazret-i Emir Muhammed Şemsüddin El-Buhârî, Kuddise Sırruhu’l-âlî Hazretleri. Târih-i irtihâlleri: 833 H.

Ve (İntikâl-i Emir) terkibi ölüm târihini gösterir.

Duvarları türlü levhalar süslemekte. Güzel bir ta’lik ile ya­zılı şu levhayı okuyorum:

Veliyyu’llâhi ekberdir Emir Sultân-ı âlişân Diyâr-ı Rûme kutb oldur, aleyhi rahmetü’r-Rahmân…

Diğer bir levhada, zâlimlerin başına yıldırım yağdıran şu beyit yazılı:

Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser,

Mâni-i rızk olanın rızkını Allah keser.

Zulüm her dinde, her dilde, her yerde kötüdür. Bu gönül sultanları, zâlimlere dâimâ böyle ders vermişlerdir. Amelleri arı­dır, emelleri bellidir. Hakkı ararlar ve bulurlar.

Deryâlar nûş idüp kanmaz iken can.

Âşıklar kandıran ummanı buldum.

diyen Emir Buhârî, onlardan biridir. Rûhu şâd olsun.

Bizim yalnız bir Emir Sultân’ımız değil, yüzlerce, binlerce gönül sultanlarımız var. Eyyüb Sultan, Hacıbayram Velî, Mevlânâ, Âşık Paşa, Sarı Saltuk, Yûnus Emre, Niyâzî Mısrî, Yazıcıoğlu Kardeşler, Eşref-i Rûmi, Seyyid Seyfullah, İsmâil Hakkı, İbrâhim Hakkı, Aziz Hüdâyi, herbiri kendi âleminin sultânı bunlar. Nice saltanatlar göçmüş, taçlar uçmuş, tahtlar çökmüş, fakat bu gönül sultanları milletin gönlünde yerleşmişler, orada yaşıyorlar. Kiminin üzerine türbeler kubbeler yapılmış, kiminin mezarı ücra bir köşeye sinmiş. Eski atalarımız mezara “sin” der­lermiş. Bu gönül sultanlarını millet, gönlünde yaşatıyor. Çünkü onlar ona, onun dînine hizmet etmişler. Tahtlarından, postların­dan, zâviyelerinden gönüllere seslenmişler. Sesleri hâlâ kulakları­mızda çınlıyor. Çünkü içten gelen seslerle, milletimin duygularını terennüm etmişler. O sesler pek yanık, biz onlara âşık. Onlar tatlı tatlı seslenmişler, ruhlar o seslerle beslenmişler.

İşte Yazıcıoğlu kardeşler. Büyüğü Mehmed, Gelibolu’da yatı­yor, Muhammediye’si ne tatlı, içli sözlerle dolu:

Eğer rûmun revanında görürsem ben dilârâyı,

Revanına revan edem Semerkand’ı, Buhârâ’yı.*

(*) Eğer, Diyâr-ı rûm denen Türk ülkesinde dolaşırken ben gönlün sevgilisini görürsem, Buhârâ ve Semarkand’ı da onun yürüyüşüne katar, ayak uydurturum.

Bunda Semerkand ve Buharâ gibi Türk illerini tatlı ve ta­hassürle anış var.

Varlığa bakarak Allah (C.C.)’ın azamet ü kibriyâsı, izzet ü celâli karşısında, bakın neler duymuş ve nasıl duyurmuş:

Büküldü beli eflâkin — Aceb var mıdır idrâkin

Yerin gözleri yaşından — Akup derler sular: ALLAH.

Kardeşi Ahmed Bîcan hakkında Evliya Çelebi, Sofya’nın etek­lerinde yatıyor diyor. Şimdi uzaklarda kaldı. Sarı Saltuk’un ise Rumeli’de müteaddit yerlerde türbesi var, makâmı var. Her var­dığı yerde bir meş’âle yakmış, ünlü bir nam bırakmış. Yahya Ke­mâl doğru söylemiş:

Geldikti bir zaman Sarı Saltuk’la Asya’dan,

Bir bir diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan.

Horasan pîrleri, Rum erleri, bunlar milletin gönlüne İlâhî aşk üfürdüler, vakıa bugün dünkü heyecan kalmamış.

Yahyâ Kemâl haklı:

Aba var, post var, meydanda er yok,

Horasan erlerinden bir haber yok,

Uzun yollarda durdum, hiç eser yok

Diyâr-ı Rûme gelmiş evliyâdan.

Yine de bunlar hep İlâhî aşkın mihrakları, onların nice peyk­leri var. Dünyâ durdukça duracaklar, döndükçe dönecekler. Bizim Ankara’nın Hacıbayram Velî’si, İlâhî aşkın câzibesine kapılmış, şöyle sesleniyor:

N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm?

Derd ü gamınla doldu bu gönlüm!

Akıllara durgunluk veren bu kâinat içinde hayretler içinde kalan yalnız o mu? Bu varlık sırrını kim çözmüş? Yakın zaman­daki şâirlerden Muallim Nâci de bakın ne diyor:

Cihan hayrette, can hayrette, can-âzâr hayrette,

İlâhî, hikmet-i îcâdı kim kimden sual etsin,

Müessir perde-pûş-ı kibriyâ, âsâr hayrette...

Ondan çok evvel Yenicevardarlı Hayretî şöyle demişti:

Kamu bir mevcidir çün bahr-i aşkın,

Bu rengârenk olan eşya nedendir?

Acep bir katra-i nâçîz iken dil,

Yâ anden mevc uran deryâ nedendir?

Velâkin Hayretî’yi hayret almış,

Bilemez aslını aslâ nedendir?

Bu nedenlere cevap bulamayız. Bunlara cevap ilim değil, ir­fan verir. İrfan ehli olanlara ne mutlu. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde bu irfan denizi coşup dalgalanır, işte bu irfan yoluna giren gönül sultanları kendilerini Hakk’a verdiler, Hak erenlere karış­tılar. Hak yoluna girenlerle ve gidenlerle olmayı kim istemez?

Hak yoluna gidenlerin — Asâ olsam ellerine

Er, pîr vasfın edenlerin - Kurban olsam dillerine.

Yönüm Hakka döndürseler — Vücûdumu kavursalar,

Harman gibi savursalar — Muhabbetin yellerine.

Tasavvuf şâirleri, kendi hallerini ve âlemlerini aralarında ken­di dillerince şöyle anlatırlar:

Vardım kırklar meclisine — Gel beri ey can, dediler,

İzzet ile selâm verdim — Geç otur hey can, dediler.

Kırkların gönlü durudur — Mü’minler kalbi arıdır,

Gelişin kandenberidir — Söyle behey can, dediler!

Gelişimiz belli, fakat gidişimiz ne olacak?

Düşme dünyâ kasvetine — Tâlip ol Hak Hazretine,

Âb-ı Kevser şerbetine — Parmağını ban dediler.

Allah (C.C.) aşkının sonsuzluğuna dalanlar, bunun hazzını alanlar mutluluğa ererler:

Bu aşk bir bahr-ı ummandır — Buna hadd ü kenar olmaz.

Delilim sırr-ı Kur’ân’dır — Bunu bilende âr olmaz.

Hak ile hak olanlara — Kendi özün bilenlere.

Dost yolunda ölenlere — Kan bahâsı dinâr olmaz.

Seyfullah sözünde mesttir — Şeyhinden aldığı destur:

Divanerâ kalem nisttir — Ne söylese kınar olmaz.

Tasavvuf kuru bir lokma, eski bir hırka değildir. Bu rütbeye erişmek kuru iddia ile olmaz. Allah’ı anmak gerek.

Kur’ân-ı Kerîm mü’minleri zikre dâvet eder. Bakın Eşrefoğlu ne diyor:

Aç gözünü Eşref, Hakk’ı zikreyle,

Fezkûrûnî buyurdu Kur’ân içinde.

Hak yolunun yolcularından biri de Yûnus Emre’dir. Severim Yûnus’u, milletim gibi. O tatlı diliyle milletin gönlüne tercüman olmuş, onun dînî duygularını canlandırmış, dileğini terennüm et­miş. Söylediği zaman pek yanık söyler:

Ben bu yolu bilmez idim — Aşk gönlüme düştü gider.

Aşk elinden dertli gönül — Kaynayuben taştı gider.

Coşan ve taşan bu gönlün sahibi kendini Allah (C.C.)’a ver­miştir. Mevlânâ onun hakkında şöyle demiş: Nereye çıksam, bu Türkmen yavrusunu benden, ileri buldum.

İman kapısı olan kelime-i tevhîd’i, kelime-i tayyibe-i münciye’yi anlatırken ne samîmî:

Gönülleri şâd eden — Kaygudan âzâd eden,

Can mülkün âbâd eden — Lâ ilâhe İllallah.

Hak ile biliştiren — Rahmete ulaştıran.

Sevgiye eriştiren — Lâ ilâhe İllallah.

Bu kelime-i mübâreke îmânın kapısıdır. Söyleyen mü’min olur. Mü’minlerin makâmı Cennet’tir. Hak’dan onu diliyor:

İlâhî Cennet evine — Girenlerden eyle bizi.

Yarın anda Cemâlini — Görenlerden eyle bizi.

Mü’minlere rahmet ola — Münafıklar mahrum kala,

Yûnus aydür, doğru yola — Gidenlerden eyle bizi.

Bursa’nın bir ucunda, Çekirge’de Süleyman Çelebi yatıyor. O da kendi âleminde bir sultan. Enbiyâ kafilesinin serdârı, asfıyânın baş-tâcı, rasûller sultânı ve âlemlere rahmet olarak gönde­rilen Peygamberimiz (S.A.S.)’i en tatlı heyecanlarla anlatan ve mil­letime en güzel tanıtan o oldu. Fahr-i Âlem Muhammed Musta­fâ (S.A.S.)’yı,

Merhaba ey cân-ı cânân merhabâ.

diye içten merhabâlarla o selâmladı.

Bu gelen ilm-ü ledün sultânıdır

Bu gelen tevhîd ü irfan kânıdır.

Mevlidi yüzyıllardır ellerden ve dillerden düşmedi. Ziyâ Paşa’nın hakkı var:

Dört yüz seneden beri efâzıl

Bir söz demedi ana mümâsil.

Tanzîrına çok çalıştı yârân

Kaldı yine bikr misl-i Kur’ân.

Bu gönül sultanları o mertebelere Sultân-ı Enbiyâ’nın yolundan eriştiler. Onlar (Şerîat, tarîkat yoldur varana) dediler. Hak yoluna girdiler, rahmete ulaştılar. Fâni dünyâ onları aldatmadı. Dîne sarıldılar, dünyâ ve âhiret saâdetine erdiler. Aziz Hüdâyi:

Envâr-ı Şeriattan — Etvâr-ı tarikattan,

Esrâr-ı hakîkattan — Lütfet, meded Allâh’ım.

diye yalvarır.

Âşık Paşa, İslâm ahlâkının en yüksek noktasından seslenir:

Bana ağu sunan kişi — Bal ve şeker olsun aşı.

Kolay gele müşkil işi — Eli erer olsun ana.

Niyâzî Mısrî, tam bir teslîmiyyet içinde erimiştir:

Hoştur bana Senden gelen — Ya hil’at ü yâhud kefen,

Ya taze gül yâhut diken — Kahrın da hoş, lûtfun da hoş.

Mârifetnâme sahibi İbrâhim Hakkı Hazretleri, şöyle öğüt verir:

Hiç kimseye hor bakma,

İncitme, gönül yıkma,

Sen nefsine yan çıkma,

Mevlâ görelim neyler.

Neylerse güzel eyler.

____________________________________

DUA

Yâ İlâhî bize tevfîkini gönder!..

—Âmîn!

Doğru yol hangisidir, millete göster!..

—Âmîn!

Rûh-u İslâm’ı şedâid sıkıyor, öldürecek,

Zulmü te’dib ise maksûd-u mehîbin, gerçek,

Nâra yansın mı beraber bu kadar mazlûmîn,

Bî-günahsız çoğumuz... Yakma İlâhî!

—Âmîn!

Boğuyor âlem-i İslâm’ı bir azgın fitne,

Kıt’alar kaynayarak gitti o girdap içine!

Mahvolan âileler bir sürü ma’sûmundur.

Kalan âvârelerin hali de ma’lûmundur.

Nasıl olmaz ki? Tezelzül veriyor arşa enîn!

Dinsin artık bu hazîn velvele yâ Rab!

—Âmîn!

Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu...

Bir bu toprak kalıyor dînimizin son yurdu!

Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek şer-i mübîn;

Hâk-i sâr eyleme yâ Rab, onu olsun

—Âmîn!

Ve’l-hamdü-li’llâhi Rabbi’l-Âlemîn.

M. Âkif ERSOY