Makale

Dinamik Aklın Sosyal “Hayat”iyeti

Dinamik Aklın Sosyal “Hayat”iyeti

Prof. Dr. Mustafa Tekin
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İ
nsan bir kültürün içine doğar ve bu kültürle ilişkisi ömür boyu sürer. Bunun birkaç boyutlu içerimi vardır. Birincisi, bir kişinin oluşumunda içinde yaşadığı kültürün etkisi ve belirleyiciliği bulunmaktadır. Buna göre insan, doğuştan itibaren ailesi, sosyal çevresinden aldığı kültür ile şekillenir. İkincisi, insan bu kültürün belirli oranda taşıyıcısıdır. Kişi şekillendiği bu kültürel kalıplar etrafında davranışlar sergiler ve karşılaştığı olaylarda bu kültürün içinden refleksler gösterir; dolayısıyla kültürün sürekliliğini sağlar. Üçüncüsü de, insanın bu kültür tarafından şekillendirilmesi insan-kültür ilişkisinin sadece bir boyutudur. Öte yandan kültüre yeni ögeler de ekler.
Gerek kutsal kitapların gerekse siyasi tarihin anlatımlarına baktığımız zaman, insanların çoğu için yaşamanın bir alışkanlık ve kültürel kalıplarca belirlenmiş bir refleks olduğunu söylemekte zorluk çekmeyiz. Kişi; ailesi, arkadaşı, sosyal çevresinden öğrendiklerini tekrar ederken, hem bu kültürü yeniden üretmekte hem de davranışlar ve yaşam alışkanlığa dönüşmektedir. İşte tam da bu sebeple, insanların yaşam alışkanlıklarını ve reflekslerini değiştirmelerinin zor olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan, diğerlerinden farklı olarak kendisi ve çok geniş anlamda çevresiyle ilgili farkındalık geliştirebilen tek mümkün varlıktır. Bu varlık, hayatın anlamı üzerine sorular da geliştirir. Sürekli kendisi ve çevresi hakkında sorgulayıcı olabilir. İşte ona bu imkânı veren şey ise akıldır. Bu bağlamda insan yaptığı fiillerin ahlaki değeri, dünyanın inşası, insanın anlamı konusunda “aklı” ile sorgulamalar yaparken, kendisine sürekli dönüşlerle özdüşünümselliğini sağlayabilir.
“İnsan”, “akıl” ve “kültür” anahtar kavramları etrafındaki bu giriş, insanın kültürel belirlenmişliğini aşmasının bir imkânı olarak “akıl” kavramına vurguda bulunmaktadır. Bir başka deyişle, hayatı alışkanlık hâline getirmiş ve öğrenilmiş kültürel kalıplar etrafında dolaşan insanın bunu aşmasının imkânı nedir sorusuna cevap aramaktadır.
Tarihsel süreç içerisinde toplumlara baktığımız zaman, onların yükseliş ve düşüşlerine şahit oluruz. Yükseliş yeni bir atılım, sorgulama, muhakeme, bilgi ve heyecan üzerinde inşa edilir. Kur’an-ı Kerim’de kıssaları anlatılan toplumlara baktığımız zaman, bu yükseliş ve düşüşlere dikkat çekildiğini görürüz. Kur’an-ı Kerim’in bu bağlamda yükseliş ve düşüş ile bunların sebeplerine yönelik vurgularının altı çizilmelidir. Hiç şüphesiz burada üzerinde durulacak çok farklı boyutlar olmakla birlikte, biz konumuz bağlamında daha çok “akıl” üzerinden kısa bir okuma yapmak istiyoruz.
Kur’an-ı Kerim’in anlatımlarına göre; peygamberler toplumu vahiyle buluşturduğu zaman, ilk yaptıkları orada yaşayan insanları kalıplaşmış kültür ve geleneklerle yüzleştirmek olmuştur. Bundan dolayı peygamberlerin öncelikle toplumu bir sorgulamaya çağırdığını belirtmeliyiz. İnsanlar, süreç içerisinde varolan kültüre süreklilik kazandırırlar ve ilerleyen her zaman, tarihin içinde üretilen kültür ve birikimleri yeniden değerlendirme, yenileme, kendisini tazelemeye dönüştürmediği zaman, kültürün daha da kalıplaşması, toplumun donuklaşmasına sebep olur. Süreç ilerledikçe bu kültür ve geleneğe eklemeler ve onu aynıyla sürdürme toplumların sırtında yük olmaya başlar. Bu tıpkı en yukarıda küçük bir kartopunun aşağı yuvarlanırken büyümesi ve giderek çığ hâline gelmesi gibidir. Burada en tepedeki kartopu temel bilgi ve mesaja denk gelirken, kartopunun aşağıda devasa büyümüş hâli, içine gelenek, kültür ve tarihin eklenmiş durumudur. Bu hâl, aslı itibarıyla toplumların hayatında kaçınılmaz bir süreçtir. Fakat önemli olan sürekli akli sorgulamalarla donmuş ve içine tarihsel birçok unsur eklenmiş yapıyı yeniden işler hâle getirebilmektir.
Kur’an-ı Kerim’de buna yönelik dikkat çekmelerden örnekler verebiliriz. Kur’an-ı Kerim, kendisinin ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) çok uzun zamandır (insanlığın ilk doğuşundan bu yana) devam eden bir geleneğin parçası olduğunu özellikle vurgulamaktadır. Hz. Âdem’e (a.s.) verilen mesaj nasıl “tevhid” gibi bir kavram etrafında belirleniyorsa, Hz. Muhammed’in mesajı da aynı şeydir. Bu anlamda tevhid, temel paradigmayı teşkil etmektedir. Dikkat edilirse, Kur’an-ı Kerim’in anlatımında birbiri ardına gelen peygamberler bir yandan bu tevhidi vurgularken, geldikleri zaman diliminin de toplumların yozlaştığı, akli muhakemeden uzaklaştıkları dönem olduğunu görürüz. Bu sebeple peygamberler, toplumda yaşayan insanların Allah, kâinat, dünya, insan ve çevreye bakışlarını akli muhakemeden geçirmelerini, bu ilişkileri “akıl” ile sorgulamalarını ister.
Yerleşik düzen, kültürel kalıplar, sınıfsal ilişkiler, gelirleri bölüşüm sistemi vb. birçok faktörler bu sorgulamanın konusu içerisine dâhildirler. Mevcut yerleşik ilişkilerin meşruiyetini sağlayan da artık yerleşik hâle gelmiş kültürdür. Yukarıda belirttiğimiz gibi, işte bu kültürün içine doğan, onu içselleştirmiş, o ilişkiler çerçevesinde hayatını düzenleyen kişiler için “doğru” ve “yanlış”lar ile onların ölçüleri de değişir. Bu durum, toplumlarda sömürüyü, adaletsizliği arttırdığı gibi memnuniyetsizlikleri de çoğaltır. Aslı itibarıyla bu durum tam da toplumların tıkandığı andır. Peygamberler, işte bu anda toplumu, akli sorgulamaya çağırırlar ve böylece tıkanıklığı aşmaya çalışırlar.
Hz. Muhammed (s.a.s) Kur’an-ı Kerim’in mesajını topluma ilettiği zaman, onların “şirk” üzerine yeniden düşünmelerini istedi. Kur’an’ın mesajını Hz. Âdem gibi uzak ve Hz. İbrahim gibi yakın iki tarihe referansla açımlamaya çalıştı. Bu, aslında Arapların da ataları olan ve hatta Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanların ortak referansı olan Hz. İbrahim üzerinden tekrar aslına rücu etmeye bir çağrıydı. Arap müşrikleri, Kur’an’ın bu önerisi karşısında “kendilerinin atalarının yolunda oldukları”nı (Maide, 5/104.) ifade ederken, içinde yaşadıkları ilişki ve ona ait kültüre meşruiyet kazandırmak üzere Hz. İbrahim’in müşrik olduğunu iddia ettiler.
Kur’an-ı Kerim, müşriklerin gelenekselliğe bu mutlak referansları karşısında onlara önemli bir soru sormaktadır: “Allah’ın (c.c.) kitabına ve peygambere gelin, denildiğinde onlar; atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bizim için kâfidir derler. Peki, ama ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulamayan kimselerse?” (Maide, 5/104.) Burada Allah Teala, müşriklerin geleneksel olanı akli bir sorgulamaya tabi tutmaları gerektiğini bildirmektedir. Aslında Arap müşriklerinin bu tavrı, tarihin her döneminde toplumların gösterdiği reflekslerden birisidir. Bugün de toplumda yaşayan çoğu insan, bir şekilde kafasında yer etmiş bilgi, kalıplaşmış söylemler, kimi çıkar ilişkileri sebebiyle bu sorgulamayı yapma konusunda ciddi zafiyet içindedir. Dolayısıyla bugün çağdaş insanlar, akli sorgulamayı sadece tarihsel bir dönem üzerinden konuşmamalı, kendisine de bu sorgulamayı yöneltmelidir.
Kur’an-ı Kerim’de akıl kavramının kullanılışı ve vurgusu, insan ve çevresinde cari ilişkiler düzenine dikkat çekmek, bunları kavramak ve sorgulama yapmak üzerine kuruludur. İnsan; rutinleştirdiği, farkındalık geliştirmediği düzenek ve ilişkileri; üzerinde düşünmeksizin, bir davranış ve tutuma çevirebilir; sürekli yaparak da o davranışları bedenin bir mekanizması hâline dönüştürebilir. Hâlbuki Allah, ayetlerde insanın mevcut ilişkiler düzeneğine dikkatini çekerek, akli sorgulama ile ondan farkındalık geliştirmesini bekler. Bu sebeple akıl, insan için sürekli bir sorgulamanın ve farkındalığın aracı hâline gelir ki, total anlamda toplumların dinamikliğini kaybetmesinin sebebi de budur.
Şimdi bu ayetlerden bazılarına bakalım: “Sizin için bir korku ve ümit unsuru olarak şimşeği göstermesi, gökten su indirmesi ve bu su ile ölümünden sonra yeryüzüne hayat vermesi, Onun ayetlerindendir. Aklını kullanan kimseler için de bunda ibretler vardır.” (Rum, 30/14.) “Andolsun ki, biz aklını kullanabilen kimseler için, bu şehre dair apaçık bir ayet bırakmışız.” (Ankebut, 29/35.)
Bugün için pratikte aklı işletmenin toplumda birkaç boyutlu karşılığı vardır. Birincisi, Müslüman olmayanların, insan, çevre, dünya etrafındaki cari ilişkiler düzeneğine dikkatlerini çekerek onları Allah’ın varlığı ve birliğini kabul ile dünyada kötülüklere karşı durmaya bir çağrı anlamında aklı işletmek. İkincisi, çok geniş Müslüman topluluğunun, içinde yaşadığımız kalıplaşmış düşünce, fikir, yaşam biçimi üzerine bir sorgulama ve insanın evrende bulunuşunun anlamına dair bir farkındalık geliştirme. Dolayısıyla Müslümanların; kendilerini garantilenmiş bir cennetin mutlak sahibi olarak görmekten vazgeçerek, Müslümanlıklarını yeniden sorgulamaları gerekiyor.