Makale

MEVLÂNÂ VE İNSAN

MUAMMER YILMAZ

MEVLÂNÂ VE İNSAN

Dünyayı bir elma gibi küçük görüp avcunda tutan, kıtaları yastık, denizleri çarşaf ve çağları da tahterevalli yapan Türk milleti; sinesinden dünyaya ilmi, fazileti ve ahlakı taşıyan nice nice âlimler ve gönül mimarları (ruh orduları) yetiştirmiştir.
Mevlânâ gönülden gönüle akan bir sevgi pınarı; asırlardır yanıp kendi yerine başkalarını aydınlatan, başkaları yerine kendi pişen, pişerken yanan bir aşk meşalesidir.
Gönül mimarı, milletleri ayakta tutan mihenk taşlarıdır. Onlar, asırlardır manevî ışıklarıyla bizleri aydınlatmakta; yolunu kaybetmişlere rehber, susamışlara kevser olmaya devam etmekte, coşan gönülleri de korlaştırıp alev alev yakmaktadırlar.
Analar kucağı, koçyiğitler otağı, cihangirler yatağı, telsiz duvaksız Ana dolumuzu nurlandıran ve insanları ruhuyla asırlardır sürükleyen Mevlâ-nâ da bu irfan ve ruh ordusunun başıdır.
Yüce Yaradanımız, insanı sevgisiyle yoğurdu. Dağlara, taşlara sığmayan o büyüklüğünü ve sevgisini, onun ufacık et parçası olan kalbine koydu; oraya gizledi. Peygamberler Peygamberini de onu perçinleştirmek için biz insanlara gönderdi.
"Canım tende olduğu sürece Kur’an’ın kölesiyim / O seçkin Muhammed’in yolunun kölesiyim." diyen gönüllerin sırdaşı, gariplerin yoldaşı, insan sevgisinin mihenk taşı Hz. Mevlânâ-, iki Cihan Güneşinin izinden yola çıkarak yolunun sonunu sevgiyle bulmuş, O yüceler yücesinin insan gönlüne gizlediği sevgiyi coşturup taşırmak için, bütün ömrünü seferber etmiştir.
Mevlânâ gönülden gönüle akan bir sevgi pınarı; asırlardır yanıp kendi yerine başkalarını aydınlatan, başkaları yerine kendi pişen, pişerken yanan bir aşk meşalesidir.
Büyük adamların başlıca vasıfları birleştirme ve bütünlemedir. Bir tevazu abidesi olan Mevlânâ-, renk, dil ve millet farkının bir yüz perdesinden başka bir şey olmadığını söyleyerek, bütün insanları Yüce Yaratıcımız katında birlikte olmaya, bir olmaya davet eder. Şu kısa dünya yolculuğunu sevgi içinde geçirip, sonsuz mutluluğa kavuşmayı, hırstan, hır gürden, savaştan uzak durmayı öğütler.
Dinlerin kaynaştığı, kültürlerin harman olduğu, evliyalar diyarı Anadoluda, yetmişiki milleti akın akın Konya’} şevk ve coşkuyla asırlardır koşturan sır ve şifanın kaynağı Ulu Hünkârın: "Geri dön, bir daha gel, her kimsen, bundan evvel / Dinsiz, mecusi, zındık, her ne isen yine gel / Umutsuzluk kapısı değil bizim kapımız / Her tövbe şişesini kırsan da koş yine gel." diyen evrensel insan sevgisidir.
Mevlânâ iyi-kötü ne yaradılmışsa kendinden bir parça olarak kabul etti. Bundan dolayı, hayatında bütün milletlerle, mezheplerle anlaşması, barış esası hakim oldu. Herkese karşı bir türlü muamelesi vardı. Müslümanlara, Yahudiye, ateşe tapana bir gözle bakıyor, müridlerini de böyle olmaya davet ediyordu. Nitekim O’nun "Yetmişiki milletle beraberim." demesine sinirlenen Kadı Seraceddin, danişmendlerlnden birini Mevlânâ’ya gönderir. Bu şahsın huzurunda atıp tutması ve hatta kendisine küfretmesi üzerine de: "Ben senin saydıklannla da beraberim." diye cevap vermesi aşktan, sevgiden, yaradanın güzelliğini, kemâlini insanda görmüş ve onun yüceliğine inanmış olmasından başkası değildir.
İnsana saygının, ilk basamağı onu hor görmemek, ikjâci ve kâmil basamağı da ona hizmet etmektir. Mevlânâ insanları peşinen, insan olduğu için sever ve hizmetine muhatap kılar, ona en büyük değeri verirdi. Büyük-küçük, aşağı- yukarı bütün halk tabakasına tevazu ile muamele yapardı. Asla onun işlerinde kibir, gurur ve kendini beğenmişlik zerre kadar görülmezdi, istanbul’dan hilmine hayran olan bir papaz kendini ziyaret için Konya’ya geldi ve tesadüfen yolda karşılaştılar. Papaz eğildikçe Mevlana secdede görülüyor-du.Ve bu durum tam 33 defa devam etti. Bunun üzerine papaz feryat ederek elbiselerini yırttı ve adamlarıyla birlikte imana gelerek, mürid olup ferace giydi.
Mevlânâ insanın daima birbirine yardım etmesini ister. Eğer insan birbirine yardım etmiyor, mutluluğunu istemiyor, davranışı bozuk ve olgun değilse, o insan değildir der. Kötü huylu insanları da vücuttaki çıbanlara benzetir. Hayatı boyunca kendi adına hiç birşey istememiş, daima darda kalanların, hakkı yenenlerin yardımına koşmuştur. Hakk’ın kullarını Hak’tan biran bile ayrı görmeyen, ayrı tutmayan Mevlânâ-, hayatı boyunca, elinde olanı tümüyle insanlara bağışlamış, olmadığı zaman da evimiz Peygamber evine döndü diyerek şükretmiştir.
Mevlânâ insanların edebli olup, nefislerini yenmesini ister. Beş yaşında iken nefsim ölmüştür diyen Gönüller Sultanı-, insanların ancak edeble nefislerini yenip, ihtiraslarını mağlûp edeceklerini söyleyerek onları bu yolda savaşa çağırır: "Kendine gel, benlikten çok, uzak dur. İnsanlara karış, insanlarla bir ol. İnsanlarla bir oldun mu bir madensin, bir ulu deniz; kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dane".
Mevlânâ en büyük işlerden, en küçük ayrıntıya kadar her husus ve noktada başkalarını düşünmek, kayırmak, sevmek, hoşlanmak için yaratılmış, yosun tutmayan sular gibi, bütün fenalıkların üzerinden alınıp gittiği bir varlıktır. İçindeki yeis onda şevke döner, her şeyi herkesi, engin bir aşk ve muhabbetle sever, kucaklardı. O, bütün suçların yıkanıp arındığı, bütün günahların tertemiz olduğu anlayış kapısıdır. Birgün ona, "Filan kimse hiç günah işlememiştir." demişler de, esefle dudak bükmüş: "Keşke işleseydi de sonra pişman olsaydı." demiştir.
Bütün ömrüm şu üç söz: "Hamdım, pişdim, yandım"diyen Mevlânâ-, İlâhî aşkın uçsuz bucaksız denizinde, "Suyun şekerde eridiği gibi erimiş" ve ummanın bizzat kendisi olmuştur.
Her geçen gün sıcaklığını, tazeliğini ve etkisini kaybetmeyen, daha çok arınıp, sevilmekte olan Mevlâ-nâ’nın insana bakışını, bir kaç cümleyle de olsa anlatmaya çalışalım dedik ve O ummandan ancak bir damla alabildik. Eğer onu da alabildiysek ne mutlu bize ...