Makale

İslam Kültüründe İNSAN HAKLARI

Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ/ Ankara Üniv İlahiyat Fak. Ögr. Üyesi

İslam Kültüründe
İNSAN HAKLARI


İnsan hakları, çağımızın üzerinde fevkalade önemle durduğu bir husuftur. Bu haklara inananlar, ifade edilen bu konuyu kendilerine amaç edinmişlerdir. Bu konu ile ilgili olarak yazılmış kitaplar, insan haklarının yüzyıllar süren mücadeleler sonunda elde edildiğini ifade ederler.
"İnsan Hakları" deyimi, Batı dünyasında ortaya çıkmış bir rnefhumdur. Çünkü Batı dünyasında, yakın bir zamana kadar, insanın pek çok hakkı yoktu. Hatta yaşamaya bile hakkı yoktu. İnsanların pek çoğunun asiller ve güçlüler nezdinde hiçbir kıymeti bulunmuyordu. Asillerin de, kralların yanında fazla bir kıymeti yoktu. Bütün bunlar da kilisenin yanında önemli bir değere sahip değildiler, insanlar, adeta bir mal gibi idiler. Serfler (köleler) ve asiller vardı. Demokrasi adına atıfta bulunduğumuz eski Yunan ve Roma devletlerinde de insanların pek çoklarının hakları yoktu. Çünkü oralarda da hürler, güçlüler asiller ve köleler vardı. Miladi 1200lü yıllarda İngiliz asiller, sahip olmadıkları bazı haklan krallarından şiddetle istediler ve onlara sahip oldular. Meşhur "Magna Carta" bu hakları ifade eder. İnsan haklarının pek çoğunun yokluğu Fransız ihtilali’ne kadar devam etti.
İşte bu sebeptendir ki, "İnsan Haklan" deyimi, Batı dünyasında ortaya çıktı, insan haklarının olmadığı Ortaçağ, Batı dünyasının bir kavramı olarak vücud buldu.
Halbuki bu haklar, Yaratıcı’nın kuluna bahşettiği bir lütuf olarak tanınmış bir şekilde, Kur’an-ı kerim’de cihanşümul bir tarzda ifade edilmişlerdir. Bu yüzden de, Batı’da kavram olarak ortaya çıkmadan önce, İslami düşüncede ve müslümanın hayatında vardır.
Bir önceki tespitimize uygun olarak, insan hakkı kavramını, insan zihnine, fikrine ve düşüncesine vermiş olan, ilahi vahiy veya peygamberi düşüncedir. Çünkü vahyi düşüncenin ihsanlara bildirdiği şekilde, insan yeryüzünde Yüce Allah’ın halifesidir. Halife hilafetin gereklerini taşıyandın Yüce Allah âdildir; O’nun yeryüzünde halifesi olan insan da, yeryüzünde adaleti ayakta tutan, yani insanlara eşit muamele yapandır. Bu açıdan adalet, herkese ve her şeye hakkını vermektir. Hakların ihlal edilebildiği sözkonusu olduğuna göre, hakkın korunması icab etmektedir. Hakkı koruyan da hukuktur. Hak, her insanın veya her varlığın doğrudan kendisine ait olan bir fayda veya yarardır, veyahut da bir menfaattir. Biraz önce ifade ettiğimiz veçhile, haklar ihlal edilebiliyor ve korunmaları gerekiyorsa bu işi kim yapacaktır? Sorunun cevabı insan olabilir. Ama çok iyi bilinen bir husustur ki, hakları tanımayan, ihlal eden gene bizzat insandır. O halde, insanın üzerinde güçlü, kuvvetli, her şeye kadir bir otoritenin koyduğu ilahi bir hukuk düzeni, hakları en üstün derecede koruyabilir. Bundan dolayıdır ki, insanın hakkını, ancak ve ancak, ilahi otoritenin ortaya koyduğu bir hukuk veya ilahi hukuk ile bu hukuka dayalı olarak vücud bulan, yani ilhamını ilahi hukuktan alan hukuklar koruyabilir. Esasen, insan haklarını koruyan Temel Hukuk ilkelerinin değişmez olması lazımdır."’
İnsan haklarını koruyan unsurların başında, şüphesiz adalet ve doğruluk gelir. Adaleti temin hususunda, ilahi vahiy, "adaleti emretme", "yerine getirme "koruma" ve "adaletle davranma", "hükmetme" ve "âdil hakimler konularında pek çok uyarılarda bulunur. Doğruluk hususunda da, gene pek çok emirler vardır. Sadece bunlarla yerinilmez, adalet ve insan haklarına bağlı olma hususunda Peygamber uyarılır.
Şimdi, vahyin insancıllığını, bunun temel esaslarının neler olduğunu ve bunlar içinde insan haklarını görelim.

İslam İnsancıllığı

Türk insanı aldığı ilahî vahiy doğrultusunda İnsana büyük değer atfetmiştir.
İslam kültüründe insan, en şerefli varlıktır. O halde, ona şerefi jle mütenasip bir şekilde davranılmalıdır: Bir başka ifade ile, insana hakkını vermek lazımdır. Bunun için de onu sevmek gerekir. İlâhî vahye bağlı olarak, İslam Kültürü, inananların kardeş olduğunu kabul etmiştir. Kardeşliğin ilk hususuyeti birbirini sevmektir. Bu yüzden, Dinj Edebiyatımızda, Peygamberin ağzından dökülen şu sözler sık sık tejtrar edilir: "İman edilmedikçe cennete girilmez, birbirini sevmedikçe de iman edilmiş sayılınmaz..." Böylece sevgi, iman etmiş olmanın bir şartı olur.
Sevginin tezahürü, davranışlarda kendini gösterir. İşte Türk insanı, bu sevginin bir göstergesi olarak, davranışlarını, insan haklarına riayet; etme şeklinde tecessüm ettirmiştir. İnsan haklarını ihtiva eden, kardeşini sevme duygusu, toplumsal görevler şeklinde her sahada vücud bulmuştur. Bu içtimaî şörevler, kendi cinsine yapması geçken vazifeler şeklinde, ahlâk ve felsefe kitaplarında yer almıştır. Bu vazife, "Başkalarının bize yapmalarını istemediğimiz şeyi başkalarına yapmamak, bize yapılmasını istediğimiz şeyi başkalarına yapmak" tarzında kurallaştırılmıştır. Bu şekilde her hakkın, bir görevi gerekli kıldığı belirtilmiştir.
Bu ifadelerle, insana ilk görevinin "insana saygı" olduğu hatırlatılmıştır. Esasen, adaletin tarifi yapılırken "Adalet haklara riayettir düsturu ilk önce zikredilmiştir. Hakların başında da şüphesiz insan hakları gelmektedir. Böylece fert, bir sorumluluk şuuru içinde bulunmaktadır. Sorumluluğun yerine getirilip getirilmediği sadece diğer insanlar tarafından murakabe edilmekle kalmayıp, ahiret hayatında da hesaba çekilineceği bildirilmiştir. Bu tür korumalarla, insan-, sevgiye ve saygıya layık bir varlık olarak çerçevelenmiştir.-Bu saygı ve sevgi, çeşitli emir ve tavsiyelerle ve bunların hayattaki görünen şekli olan davranışlarla ortaya konmuştur. İnsanlar arasında iyiyi ikame hususunda, kişinin çalışması, kötü olan davranışlara mani olması, bu saygı ve sevginin ilk açılımlarıdır.
İslam düşüncesinin temel kaynağı Allah fikridir. Her türlü faaliyet bu fikrin tezahürü olarak vücud bulur. Yani kişi, her türlü davranışını gerçekleştirirken ilâhî otorite ile karşı karşıya olduğunu ve onun/tarafından belirlenen "iyi" çerçevesinde olması gerektiğini bilir. Kişinin davranışlarının kaynağı olan peygamberi düşünce, ferde sadece bu manâda kılavuzluk etmekle kalmaz, onu geliştirir ve iyileştirir, ilâhî vahyin insan zihninde sekiletmesi demek olan İslam Düşüncesi, kişinin ve toplumun hayatını, hem maddî hem de manevî yönden biçimlendirir. O halde İslam fikriyatında, insanî düşünce, ilâhî sistem ile uyuşur. Yani her konudaki insani düşünce vahye uygunluk arzetmek mecburiyetini taşır. Aksi bir hal, adaletsizliği ortaya çıkarır. İlâhî düşünceden esinlenmeyen bize göre doğrular, sadece "bize göre" niteliğini taşırlar-, bu yüzden de cihanşümul veya evrensel olamazlar. Demek istiyoruz ki, insan-, imanına uygun davranışlarda bulunmak zorundadır, iman, ferdin toplumdan soyutlanması değil aksine kişinin toplum içinde diğer fertler için faydalı hale gelmesine yardım eden somut bir kavramdır.
Bu anlamda İslam kültürü, insana doğuştan verilmiş olan ahlâkî duyguları kabul eder ve kişiye takip edilecek yolu gösterir. Bu yol, insan haklarına riayet demek olan "iyi" yönündedir.
Kişinin görevleri arasında ilk yeri alan iyinin uygulanması, vahiyde varolan ilkelerin çok iyi bir şekilde bilinmesini ve gözlenmesini gerekli kılar. Kötü ise, kişinin takip etmesi gereken yoldan veya istikametten sapma olup, vahye aykırı olan bir itaatsizliktir. Bu ufuk çizgisi istikametinde, iyi; kişilere veya bazı gruplara göre sübjektif iyi değil fakat bütün toplum, hatta bütün insanlık için iyi olandır. Bu hale göre, her insani davranışın dini bir değeri vardır. İlahi vahyi kabul edip etmemek, davranışların din tarafından değerlendirilmesini ortadan kaldırmaz.
Kültürümüzde, insanlar iyi işler yapmakla yükümlüdürler. Bu sebeple iyi niyet, doğruluk ve samimiyet İslam ahlâkının en üstün erdemlerini teşkil ederler. İnanan kişinin sorumluluğu, yasaklara saygıyı, mecbur olunanı gerçekleştirmeyi kapsar ve en yüksek dini kavramlara istinad eder. Bu, bir şuur hafidir ki, kişi bu bilinçle, aklı ve imanı ile vahyi murakabe veya kontrol altında yaşamayı hayal eder ve hayatını da öylece devam ettirir.
İslam Kültüründeki adaletli davranma şuuru, her türlü haz ve zevki tartar ve adalet terazisine göre ayarlar. Bu çerçeve içinde, dengelenmiş zevkler, Kişiyi mutluluğa, barıŞa ve sükuna ulaştırırlar. Peşin fikirlerden ve be.ncil duygulardan uzak, dolayısıyla aşırılıklardan arınmış, zorunlu bir itidal veya denge hali ferdiyetçiliğe, dolayısıyla da bencilliğe engel olur. Bundan ötürü, kişinin kalbine, toplumun içine yerleştirilmiş bulunan faydacı ahlâk; kişiyi, kendini cemiyete adamaya, diğer insanlar için fedakarlıkta bulunmaya, toplumsal faydacılığa ve içtimâi yardımlaşmaya sevke-def.
İslam Kültürü, insanı yüce ve üstün bir varlık olarak telakki eder. Bu konuda, Batı’da yazılan eserler121 çok sonra kaleme alınmışlardır. Çünkü Batı’da ferdin hakları, cemiyetin diğer üyelerince belirlendiği (Magha Carta misali gibi) ve garanti altına alındığı halde İslam Kültüründe haklar ile buna mukabil olan görevler ve yasaklar, ilahî otorite (vahiy) tarafından belirlenir. Bu belirlenmede, insan, kişisel ve sosyal planda değerlendirilir ve kaideler konur. Toplum daima ön plandadır. Ferdin hakları ile umumun menfaatleri (maslahatı amme) arasındaki ölçü, vahye göre ayarlama bulur.
Bu çerçevede insan, saygı ve sevgiye layık bir varlık olarak, tabii ve iptali mümkün olmayan haklara sahiptir. Bu haklar o kadar tabiidir ki, hükümetler bu hakları korumakla mükelleftirler-, hatta- bir hukukî kaide, "insan haklarına riayet etmeyene itaat edilmez" der. Bu tabiilik ve insana ait olma özelliği, ihlâl edilmiş olması halinde, Allah’ın haklarının önüne geçebilir. Hatta ve hatta bir hadis-i şerif; insanın tabii haklarının en üstün olan Kabe’den bile üstün olduğunu ifade eder.

İslam İnsancıllığının Temel Esasları:

Türk-İslam Kültüründe, klasik ferde mukabil olarak hür ve mesul bir şahıs vardır. Bu mesul şahıslar müşterek bir ülkü (ilây-ı kelimetullah) etrafında birleşirler. Bu ülkü karşılıklı görev ve hakları ihtiva eder. Her fert, bu mânâda bir görev şuuruna sahiptir. Böylece kişi, karşısında, insan olma haysiyetiyle varolan ve bu özelliği sebebiyle saygıya layık bir varlık bulur. Bu varlık, bütün yönleri, yetenekleri, özellikleriyle doğuştan kendisine ait olacaklarla mevcuttur, insan, hayat sahibi, hür ve eşit bir varlıktır. 0, yeryüzünün varisi olması itibariyle mülk edinme hakkına da sahip bulunmaktadır. Bu özellikler, kendisinde bulunan bu hakların diğer insanlar için de söz konusu olduğu şuurunu kazandırır. Bu, mesuliyet veya sorumluluk hissidir.
İşte insan, bu sorumluluğu itibariyle hürmete layıktır ve saygıdeğerdir. Bu mesuliyet duygusuna sahip olması itibariyle, insan, seçiminde serbesttir. Mesuliyet bahsinde, sözkonusu olan insandır.
İfade edildiği gibi, İslam Kültürün- ] de insan, insan olma özelliği sebebiyle üstün ve bu özelliği sebebiyle tabii haklara sahiptir. Ona ait tabii haklar insan olma haysiyetinin gereği haklardır. Bu yönüyle insan, kendine ve başkalarına zarar vermemek ve ilâhî emirlere aykırı olmamak şartıyla, fikri ve zihni bütün haklarını kullanabilir.
Bunun yanında insan, yalnız başına kullanamadığı bazı haklarını da toplulukla birlikte kulanır. Bunlara da medeni haklar denilebilir. Thomas Pa-ine’nin dediği gibi "’ a) Her medeni hak, bir tabii haktan doğar, b) İnsan bazı haklarını toplumla birlikte kullanır. İslam Kültürü, bu hakların yeterince ve gereğince kullanılması için lüzumlu vasatın hazırlanmasını şart koşar. Hükümetler, bu lüzumlu şartları ve imkanları hazırlamak zorundadırlar. Çünkü tabii haklar, tıpkı Locke’ın da kabul ettiği gibi ’ herkesin doğuştan sahip olduğu haklardır. Yukarıda ifade edilen tabii haklar şu şekilde sınıflanabilin a) Hayat, b) Hürriyet, c) Mülk, d) Eşitlik hakları...
Hürriyet ve eşitlik hakları, aynı zamanda, güven içinde olma ve zulme karşı koyma haklarını da kapsar. Elbette bu iki hak, adaletin varlığını gerektirir.
Şimdi de bu haklara kısaca bir göz atalım.
1- Hayat Hakki: insanımızın sahip olduğu kültüre göre, insanların haya- , tı kutsaldır. Bu kültürün bildirdiğine göre, insan, yeryüzünde Yaratıcının halifesidir. Alemi mamur etmeye memurdur. O, küçük alemdir, büyük alemde ne varsa kendinde küçük numunelerini taşır.
Bu yüzden, insan hayatı ilâhî bir ! yön taşır ve sadece insanı yaratan, onun hayatına son verebilir, insanımızın şuru, milli ve manevi kültürle beslendiği bütün zamanlarda, haksız yere adam öldürmenin büyük bir cinayet ve günah olduğunu ve bütün insanları öldürmüş gibi olunacağını bildirmiştir. Bir insan kurtarmanın da bütün insanları diriltmiş gibi bir hayır olduğunu daima hatırlatmıştır.
ilâhî vahiy ve peygamberi düşünce hep insan hayatının kudsiyetini vurgulamış, Türk insanı da sözü edilen bilgiye sahip olduğu müddetçe buna hürmet etmiştir. Zira bu bilgi, zihinlerde, insanların kanlarının, mallarının, şeref ve haysiyetlerinin haram olduğunu çınlatmış durmuştur.
Farklı mizaç, din, dil, gelenek, itikat, ahlâk, örf, adetlere sahip olsa bile, insan insandır. Kutsal bir varlıktır, haksız yere öldürülemez.
2- Hürriyet Hakki: İslam Kültüründe insanlar eşittir. Eşitlik inanan insanlar topluluğunun köşe taşıdır. Daha önce de ifade edildiği gibi, eşitliğe bağlı olarak ortaya çıkan kardeşlik de Türk toplumunun temelini oluşturur. Bu iki mefhum, yani eşitlik ve kardeşlik-, hürriyeti zorunlu kılar. Bunun için kültürümüzde, hürriyetle ilgili emirler, tavsiyeler ve hukuki hükümler vardır. Hürriyet tabii bir haktır. Hürriyet eşitliğin tabii bir sonucudur. Bu yüzden, vahyi ve peygamberi bilgide eşitlikle ilgili pek çok husus vardır. Bütün tarihi, psikolojik ve sosyolojik veriler şehadet ederler ki, hürriyet övünülecek bir haktır.
Hür insan kavramı köleliğe karşıdır. Bu yüzden, toplumumuz, köleliğe, sınıfcılığa ve kast sistemlerine benzer ayırmalara karşı çıkmıştır. Peygamberi bilginin şekillendirdiği islam Kültürü, ideal bir tarzda eşitliği savunduğu için, hürriyet hiçbir zaman bir problem teşkil etmez.
Hürriyet her şeyden önce, hukuki bir kavramdır. O, sadece insanı tabiat üzerine kurulmuştur. Vahiy bu hususa çok defalar işaret eder. Böylece hürriyet, Yaratıcının bir kanunu haline gelir. Bu durumda, hürriyet mutlak değildir, Yaratıcı’nın koyduğu sınırlar içinde hürlük vardır. Hiç kimse ben hürüm, istediğim gibi yaşar, istediğim gibi davranırım diyemez. Hürriyet başkalarına zarar vermeye imkan vermediği gibi, şahsın bizzat kendisine de zarar vermesine müsaade etmez. Yani fert, alkol, uyuşturucu gibi şeylerle kendini telef edemeyeceği gibi, intihar da edemez. Bu anlamda, ne kendisine, ne de başkasına zarar vermemek suretiyle hürriyetini kullanabilir.
Kültürümüz, insana ve onun hürriyetine büyük önem vermiştir. Bu çerçeve içerisinde hürriyet,
a) Şahsa bağlıdır,
b) Devredilemez,
c) Vazgeçilemez...
İnsan, yaratılışı ve insan olma özelliği itibariyle hürdür. Yani esas olan, insanın hürriyete sahip olduğudur. Yapılan bazı sınırlamalar istisnai durumlar içindir.
Bu yönden, insanın hürriyetini kullanmasına asla müdahele edilemez. Hürriyetin kullanılmasına yapılan müdahaleler devletçe önlenir ve müdaheleleri ortadan kaldırmak için gerekli tedbirler alınır. Hürriyetin kullanılmasına yönelik her türlü müdahale, müdahele edenin, hürriyetini kötüye kullanmasıdır.
O halde fertler, hürriyetlerini, kendilerine ve başkalarına zarar vermemek şartıyla istedikleri şekil ve yönde kullanabilirler. Hürriyetlerini kullanmalarından dolayı suçlanamazlar. Despot otoritelerin hürriyetlere müdahaleleri insan haklarına tecavüz olarak değerlendirilir. Buna göre,
- Belli bir hürriyetin kötüye kullanılmasına müsaade edilemez.
- Hürriyeti kötüye kullanmak ondan mahrumiyeti intaç eder.
- Hürriyetleri yok etme hürriyeti yoktur.
- Hürriyetleri diğer fertlere karşı korumak, devlet kuvvetlerine aittir. Bizzat "ihkak-ı hak" yasaktır.
- Hürriyetlerin kullanımı kanunla sınırlıdır. Çünkü kanunlar, toplumun fertelerinin menfaatlerine uygundur. Bu sebepten dolayı kişinin hürriyeti, hakim kararı olmaksızın sınırlanamaz. Yani, eskilerin dediği gibi "Beraat-i zimmet asildir".
Biyolojik ve psikolojik bir varlık, siyasal ve içtimai bir toplumun üyesi olması itibariyle insan, mutlak hürriyeti yaşayamaz. Pek çok husus onu sınırlar. Fiziki yönelen, tabiat şartlarına mutlak bir şekilde uyar-, zihni hayatı da, içinde bulunduğu dünyanın şartlarına uyumu gerekli kılar.
Gerçek hürriyet, ruhun özgürlüğüdür. Ruhun hürriyeti; ilmin, iyiliğin ve gerçeğin yoludur.5
Burada şu hususu açıklamak ge-rekmektedir/Tslam insancıllığı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin efe ifade ettiği gibi, a) Eşitlik, b) Hürriyet, c) Adalet esaslarına dayanmaktadır. Ancak, konumuzu teşkil eden, hürriyet nasıl bir hürriyettir? Sınırları var mıdır? Nasıl anlaşılmalıdır?
Mutlak, yani, sınırsız bir hürriyet asla sözkonusu değildir. Tabii haklar içinde yer alan hürriyet, kendisine ve başkalarına zararlı olmayanı ve ilahi yasaklara aykırı bulunmayanı yapabilmek demektir. O halde, hürriyet, milli ve manevi değerlere uygun düşen bir serbestliktir. Bu değerlere aykırı düşen bir serbestlik veya hürriyet, insanları birbirinden ayırır ve tec-rid eder. Halbuki milli ve manevi değerler, ortak kıymet hükümlerini ihtiva ettiğinden birleştirir ve^kaynaştırır. Milli ve manevi değerleri ihtiva etmiş olmasından ve evrensel kıymet hükümlerin bünyesinde bulundurmasından ötürü, İslam Kültürü, birleştirici ve kaynaştırıcı özelliğini yüzyıllardır taşımaktadır. Ondan uzaklaşmanın bölünmelere ve parçalanmalara, huzursuzluklara ve bozulmalara sebep olduğu son yıllarda müşahade edilmektedir.
Mutlak veya sınırsız hürriyet ve serbestlik, bağımsızlığı gösterirse de sonuçları itibariyle yalnızlığa ve dağılmalara sebep olur. Halbuki müşterek kültür, peygamberi değerler taşıdığından fedakarlığı vurgular. Mamafih insan, hürriyeti için de fedakar olabilir. Değerler çerçevesinde hür ve değerlere bağlı kalarak fedakar olur. Kendisi ve çevresi için sınırsız ve mutlak hürriyetten vazgeçerek kıymet hükümlerine bağlı bir şekilde akli hürriyete kavuşur. Çünkü mutlak hürriyet bencillik taşır. İçgüdüsel, insiyaki ve egoist duyguların tesirinden kurtularak aklın kontrolünde gerçek hürriyeti taşır. Hürriyet, şu umumi ve evrensel kaidede şekillenir. "Bizim için yapılmasını istediğimiz şeyleri başkalarına yapmak, bizim için yapılmamasını istediğimiz şeyleri başkalarına yapmamak". Bilinen bir gerçektir ki, insanlar müşterek şartlara uyarlar ve müşterek değerleri benimserler. Bu husus, insanlar arasında dayanışmayı ortaya çıkarır. insanlar sahip oldukları ortak değerleri devam ettirmek için birbirlerini desteklerler-,
’ aksi halde kültür gelişemez. Ortak değerlerin devamının desteklenmesi için, kültürün bütün insanlar için bir değeri olmalıdır. İnsanımıza, kültürümüzün insan haklarına değer verdiği-, misallerle öğretilmelidir. Türk insanı-, pozitivist, dolayısıyla bencil felsefenin tesirinden kurtarılmalıdır.
İnsan şahsiyetinin kültür çalışmalarıyla geliştiği psikolojik ve sosyolojik bir vakıadır. Cihanşümul veya evrensel değerler taşıyan İslam kültürünün insanımıza öğretilmesi, ona ayrı bir değer kazandıracaktır. Evrensel değerler ancak kültürle kazanılır.
Kültürü öğretmek ve yaymak için çalışma ve gaye olmalıdır. Ferdin bir gaye kazanması, görevlerini bilmesi acısından önemlidir. Yani gaye kişiye bazı görevler yükler. Vahyi kültür, hayatın gayesinin iyilik olduğunu belirtir. Bu iyilik insana saygı olarak ifade edilmiştir. O halde insan haklarına saygı göstermek, hayatın gayesi olmalıdır. Bu da, ancak kültürle verilir.
Kültürün verilebilmesi ve yaygınlaştırılması, ancak eğitimle mümkün olduğuna göre, pek çok açılardan olduğu gibi, insan hakları açısından da, eğitim sistemimiz gözden geçirilmelidir.
İslam Kültürü bencillikten uzak, diğergam bir kültürdür. Yani insana ve haklarına saygıyı esas alır. Bu eğitimin verileceği ilk yer ailedir. O halde aile, insana ve haklarına saygı eğitiminin verileceği en güzel ortamdır. Anneler ve babalar, önce kendileri bu kültürü öğrenmeli, sonra da çocuklarına aktarmalıdır.
İnsan haklarına saygının kazanılmasında, gelenek, görenek, taklit ve telkinin önemli âmillerinden olduğu gayet açıktır. İnsanımız, gelenek ve göreneklerinin yavaş yavaş unutulmaya yüz tuttuğu günümüzde bunları yeniden kazanmalıdır.

Manevi Hürriyetler:

Şüphesiz, hürriyetler içinde en önemlileri manevi hürriyetlerdir. Bunların başında da Din ve Vicdan Hürriyeti gelir. Buna göre, fertler, a) İstedikleri dine iman etme, b) İnandıkları dine göre yaşama, c) İnandıkları dini öğrenme ve onunla ilgili yayınlar yapma hürriyetine sahiptir.7
İslam Kültür tarihi, bu hürriyetlerin tam olarak kullanıldıklarını gösteren misallerle doludur. Çünkü inanan insan, insana ve onun sahip olduğu haklara saygı göstererek insan olduğunu, diğer milletlere örnek olma hüviyetini taşıdığını göstermiştir. Bu yüzden Türkler, tarihte adil millet olarak kabul edilmişlerdir. Onların inandıkları peygamber, düşünceye ve yukarıda belirtilen haklara saygıyı emretmiştir. Selçuklu ve Osmanlı tebası,. bu hazzı tatmaktan memnun olduklarını her fırsatta ifade etmişlerdir.
Bu hürriyetlere saygı göstermeyen gayri insani tutumlar, çok seyrek olarak müşahede edilmiştir. Bu haller, vahyi, insani ye ahlaki bilgilerden uzak yöneticiler zamanında kendini göstermiş, ama geçici olmuşlardır.
Bütün Türk Devletleri, hükümranlıkları altındaki milletlerin ve insanların, zihinlerine ve kalplerine zorla hükmedilemeyeceğine olan inanca sahip kişilerce yönetildiğinden, bu haklara ve hürriyetlere saygı göstermişlerdir. Bu yüzden, teb’a varlığını serbestçe sürdürebilmiştir. Müslümanların haricindeki gayri müslimlerin ülkeleri, ilayı kelimetullah gayesiyle fethedildikleri halde, inançlara ve bu inançların gereklerine asla müdahale edilmemiştir. Aksine, inançlarının gereklerini yerine getirebilmeleri hususunda korunmuşlardır. En güzel örneği, İstanbul Darülacezesinde bulunmaktadır. Mevlâna’nın Mesnevisindeki Yahudi Hükümdar hikayesi de bu hürriyeti anlatan ayrı bir misal-
Manevi hürriyetlerden diğer birisi de fikir açıklama hürriyetidir.
İslam Düşüncesi, akla ve düşünmeye çok büyük bir önem atfetmiştir. Zira, akıl doğruyu bulmanın aleti, düşünce de doğruya giden yolların tesbitidir. İslam Kültürü, aklı meşru otorite olarak kabul etmiştir. Vahyi ve peygamberi veriler, insanımızı aklın doğruları yönünde faaliyette bulunma çağırmış, o da buna uyarak herkesçe kabul edilen doğrularla hükmetmiştir. Meşru otorite olarak kabul edilen akıl, her türlü kin, öfke, dikkafalık ve bilhassa peşin fikir gibi bencil duygularla perdelenmemiş veya engellenmemiş salim bir akıldır. "Bana göre doğru budur" demeyen fakat, evrensel doğru istikametinde hareket eden akıjcjır. çünkü "En iyi ben bilirim" kaziyesi, insanı daima yanılgıya düşürür.
İslam Düşüncesi, insanın daima bencil duygular içinde bulunduğu gerçeğini kabul-, aklın ekseriyetle peşin fikirler, kin, öfke, fanatizm, fikri taassup ve tahakküm duygularıyla engellendiğini ifade ettiğinden, insana evrensel doğrulara uymayı tavsiye etmiştir. Sözü edilen evrensel doğruların da ancak vahyi veya peygamberi düşüncenin bildirdiği doğrular olduğunu kabul etmiştir.
Fikir açıklama hürriyetinin esasları, 1 - Doğru ye iyi olanı öğretmek, 2-Kötülükten sakındırmak olarak iki temel kaidede tesbit edilebilir. Bu iki temel kaidenin açılımını bir başka yazımıza bırakıyoruz.
Bu konudaki her türlü sınırlandırmanın ancak hakim kararıyla olabileceğini ifade etmiştik.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ikinci maddesi, tabii hakların korunmasına yöneliktir. Burada, in. sanlara zulmün yasak olduğu ve karşı konulması ifade edilir. İslam Kültürü bu Beyannameden yüzyıllarca önce vahyi emirlerle insanlara zulmetmenin felaketini kabul etmiş ve karşı çıkmıştır. Zulüm, insan haklarına riayet etmemektir. Bencil düşünceleriyle insanların haklarını gasbedenler, vermeyenler ve insanları haklarından mahrum edenler, vahyi kültür tarafından "Kendileri için samimi dost ve yardımcının bulunmadığı zalimler" 181 olarak tanımlanmıştır. Zulmün, yani insan haklarına saygısızlığın, mülkün kaybolması olduğunu ifade babında "Adalet mülkün temelidir" düsturu kültürümüzde yer almıştır. Buna uygun bir tarzda da, "Zulm ile mülk âbâd olmaz" şuuru Türk hükümdarlarının en yüce prensibi olmuştur.
"Haklar, kıyamet günü sahiplerine iade edilecektir", "insan haklarına saygısızlık kıyamette karanlıktır" şeklindeki peygamberi düşüncenin şuuruna sahip insanlarımız, kültür tarihimizde gönül sultanları olarak yade-dilmektedirler.
İslam Kültüründe, "YöB^örfîferHn, milletin işleri hakkındaki velayetleri « ve tasarrufları; milletin işlerine, dirlik ve düzenlerine bağlıdır. Bu da,takka ve adalete bağlıdır" şeklinde litîkuk . kitaplarında? yer *<alan kaide, insan hakları hususunda ne derece dikkatli olmamız gerektiğini vurgulamaktadır.
Hukuk sistememjzde yer alan bu "Hakka ve adalete bağlı olma" şartı, insan haklarına yönelmiş her türlü zulmü ortadan kaldırmanın; insanların ve yönetimlerin gerekli görevleri olduğunu açıkça ifade eder. Nitekim şu kaide, hukuk kitaplarında sık sık zikredilin "Zulmü ortadan kaldırma gerekli (vacip), onu yerleştirme yasak (haram)dır.""1 Kültürümüz gibi, insan Hakları Evrensel Beyannamesi de, insanın hakları yönünden güven altında olmasını, yjni zulme karşı korunmasını ifade’eder. Bu açıdan, hükümetlerin görevi zulme karşı koymaktır.
İslam Kültürü, insan haklarına riayet ve zulümden şiddetle kaçınma hususunda kişileri sık sık uyarmaktadır. Bu uyarılardan vahyi bir emir "İnanan kimseleri her türlü kötülüklerden koru, tevazu ve şefkat göster" 10", şeklinde tezahür eder. "İtaatin itaate bağlı olduğunu, Allah ve Resulü’nün emirlerine itaat ve insan haklarına riayet etmeyenlere uyulamaz" şeklinde bir düstur ile insan haklarının önemi vurgulanmak istenir. ,

Manevi Hayatın Korunması

İslam Kültüründe, manevi hayatın tecavüzden masuniyeti esastır. İnsanların ırzları, namusları, şeref ve haysiyetleri kutsaldır. Bu sebeple, insanların manevi hayatlarına hakaret etmek, alay, sövme, aleyhlerinde konuşma, iftira-atmak, yermek, kovuculuk yapmak, vahiyce yasaklanmış, insanımız da bunları yapmamaya itina göstermiştir.
Böylece kültürümüz;- insanı ve haklarını her yönden korumayı amaç edinmiştir. Ferdin özel hayatının gizliliğini korumuştur. Konutlara dokunulamaz, haberleşme hürriyeti vardır ve gizlidir, özel eşyaları da gizlidir, dokunulamaz.
İnsanın hakları çerçevesinde, ferdin seyahat hürriyeti ile mülk edinme hakkının bulunduğunu ve bunların tabii haklar içinde yer aldığını bir defa daha vurgulamak yerinde olur. Seyahat etmenin sağlığın bir şartı olduğunu ifade eden peygamberi düşünce; insani bir temayüle işaret eder. İnsân yer değiştirmek ister. Bu yüzden, kültürümüzde sıkça tekrarlanan bir deyim, "Tebdili mekanda ferahlık vardır" der ve insanın psikolojik bir özelliğine işaret eder.
İnsanın altına, gümüşe, sürülere, atlara, oğullara, kadınlara sahip olmak arzusu taşıdığı ve1’aşırı sevgi gösterdiği psikolojinin verileri arasındadır. Bunlara sahip olma hak Ve hürriyeti, insanın tabii haklan içindedir. Kültürümüz bu hakka uyulmasını bildirmektedir. Ancak, mal ve mülk edinme meşru yollardan olmalıdır. Bu ’ meşru yollar, kişinin mal ve mülkü bir şekilde hak etme ve çalışarak elde etme çerçevesinde olmalıdır.

Eşitlik:

İslam Düşüncesinde, sistem bütün olarak, denge kuralları üzerine kurulmuştur. İnananlar, diğer milletlere örnek olmak üzere, orta, yani dengeli kimseler kılınmışlardır. Allah kavramı bile, güç ve şiddet (merhamet ve acı) arasında aracıdır.
Faziletler veya erdemler iki aşırılık arasında ortadadırlar. Bu yüzden, adalet esas bir fazilettir.
Aşırılıksız bir adalet vardır. Her türlü kin ve intikam yasaktır. Adalete mani olan hisler (kin, öfke vb) yok edilmesi gereken yerilmiş hallerdir. Vahyi bilgi, "Kinin adaletsizliğe sebep olmamasını" tavsiye der.""
İnsanın en üstün niteliği "eşitlikte hür" olmasıdır. Allah’ın en yüce güce sahip olması, ferdin diğer fertler karşısındaki hürriyetini temin eder. Dolayısıyla, Allah’a tapınma, diğer insanların büyüklüğünü ve liyakatini ifade eder. Bu yüzden, fert, sadece Allah’a kul olur. Her an belirtilen eşitlik duygusu, inanan kimseye, insanlara karşı görevlerini ve kendi haklarını bildirir.
Kişinin şahsiyeti, ilâhi emirlere saygısı oranında değer kazanır ve ahenkli bir dünyada yaşar. Kişi, aklı ile ilâhî iradeye itaati sayesinde alemin en üstün varlığı haline gelir.
İnsanın iyiyi kötüden ayırdedebilme yeteneği, insanın tabiatını belirler ve diğer insanlarla münasebetini düzenler.
İslam Kültüründe insan, önce inanmış olma niteliğinden dolayı hürmete layıktır.
"Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız" ifadesi, istisna bırakmayarak bütün insanları içine alır, ilahi ve insani haklara riayetten dolayı kazanılan dereceden başka bir üstünlük olmadığını, yani eşitliği vurgular.
İnanan kimsenin haklan diğer insanlara karşı dince belirtilmiş olan mecburiyetlerden ortaya çıkar. Bu mecburiyetlerin başında hukuki eşitlik gelmektedir. Bu tarz bir düşünce ile şekillenmiş bir millet, söz konusu olduğu zaman ortaya çıkan durum, adalet üzerine kurulmuş bir toplumculuktur.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, bu eşitlik o kadar ileri gider ki, mizah ve ı acı alay bile yasaktır.
Kültürümüz, insanların hukuk önünde eşit olarak doğduklarını telkin eder. "inananların ancak kardeş olduklarını" bildiren vahyi bilgi"", Allah’a ve Peygamberlere inananların, bir başka şekilde, bütün insanların kardeşliğini bildirir. Eşitlik ancak Ya-ratıcı’nın emirlerine itaat derecesine bağlı olarak bozulmaktadır. "13

KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ VE KADIN HAKLARI

Kültürümüzdeki "inananların kardeş oldukları" şeklindeki vahyi açıklama kadın ve erkek eşitliğine işaret etmektedir. Bu hususta fazla bilgi edinmek için okuyucuyu bir derginin özel sayışma göndeririz. "14
Kadın erkek eşitliği vahyi bilgilerde kadın ve erkeğin birarada zikredilmesinden anlaşılmaktadır. ’’ İnanan kişi olması itibariyle kadın ve erkeklerin yükümlülükleri aynıdır. Kadınlar, , erkeklere eşit, fakat farklıdırlar-, er’ kekler belli bir üstünlük taşırlar. Yani, eşler akli ve manevi planda eşit ama, fiziki yönden farklılaşmaktadırlar. Erkeklerin üstünlüğü, görevlerin ayrılığı sebebiyledir ki, bu eşlerin karışılıklı ilişkilerinde görülür.
Kadınların haklarını Yaratıcı korumaktadır. Kadına muamele, adaletle, iyilikle ve lutufla olmalıdır.
Kadın hakları kutsaldır. Onların eşitlik, mülkiyet ve miras hakları hususunda Allah’tan korkmalıdır.
Kadın ve erkeğin yaratılışı aynı mayadandır."16
Hristiyanlık kadını, erkeği günaha iten bir varlık, şeytanın casusu olarak kabul ederken, vahiy ve peygamberi bilgiler; Firavun ‘un karısı Asiye ile Meryem’e mükemmellikler atfeder.


(*) Bu makale, bu konuda yazılmış makale ve kitaplardan istifade ile kaleme alınmıştır. Bazı derlemeler de yapılmıştır.
(1 ) Bu konuda bkz. Hatemi Hüseyin, islam’da insan Hakkı ve Adalet Kavramları. Doğu ve Batıda insan Hakları içinde, Ankara 1996, S.2.
(2) Giannozo Manetti’nin, İnsanın Yüceliği ve Üstünlüğü adlı eseriyle, Giovannı Pico della Mırandola’nın, insanın Haysiyeti eserleri gibi.
(3) insan Hakları çev. M.O. Dostel, istanbul 1964, s.56.
(4) Gaarder (]), Sofinin Dünyası, çev. G. Kutal, istanbul 1995, s.301.
(5) Bu hususta bkz. Ras-Vihay Dos, Lideal de l’Homme Humanısme et Educatlon en Orient et en Occıdent, içinde, Paris 1953. s.85.
(6) Mülk, 2.
(7) Bu konudaki vahyi düşünceler için bkz. Bakara, 256; Yunus, 95, 108; Kehf, 29, Nah!. t25; Al-ı imran, 20.
(8) Gafir 18, Hacc, 17. (9) H. K. Kadri, islam Hukukuna Göre insan Hakları, s.65. (10)Hicr, 88.
(11) Maide, 8.
(12) Hucurat, 10.
(13) Aynı Surenin 13. ayeti.
(14) islami Araştırmalar, Kadın Özel Sayısı Ankara 1997.
(15) Misal olarak, Hucurat, 13; Nisa, 1; isra, 70 ayetlerine bakılabilir.
(16) Zariyat, 49. ıl7)Tahrim, 11-12.