Makale

MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ

MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ(1)

Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU

Bundan 899 yıl önce, 26 Ağustos 1071’de, Selçuklu Türklerinin hü­kümdarı, Büyük Mücâhit, Gazi Sultan Alp Arslan kumandasındaki Türk kuvvetleri ile İmparator Romanos Diogenes emrindeki Bizans or­duları arasında Malazgirt ovasında Anadolu için cereyan eden ve millî târihimizde bir dönüm noktası olan büyük cengi anlatmağa çalışacağım.

Anadolu’ya yöneltilen yıldırma akınları devamınca dâimâ teşebbü­sü ellerinde tutmuş olan Türkler, son hesaplaşma saatlerinde de duru­ma tamamiyle hâkim idiler. Alp Arslan büyük muharebeyi mübarek Cuma gününe tesadüf ettirmiş ve Abbasi Halîfesi vasıtasıyla bütün İslâm dünyâsını seferber hâle getirmişti. Türk milletinin istikbâlini tâ­yin edecek cengin başlamasından önce, bilumum camilerde okunmak üzere, hazırlanan zafer duasının metni her tarafa gönderilmiş; Sultan Alp Arslan’ın İmâmı Fâkih Ebû Nasr Muhammed’in zaferin mukadder olduğuna dâir tebşîri bütün orduya duyurulmuştur.

Alp Arslan, kat’î darbeden önce anlaşma teşebbüsünde bulundu. Fakat Kadı İbni’l-Muhelban ile kumandan Sav-Tegin reisliğinde gön­derdiği heyeti iyi karşılamayan İmparator, Sultân’ın sulh isteğini onun savaştan çekindiği şeklinde tefsir ederek, müzâkereye ancak Türk Dev­letinin merkezî Rey’de başlanabileceğini söylemiş, hattâ Selçukluların başlıca şehirlerinden İsfahan’da kışlamak niyetinde olduğunu mağrûrâne açıklamıştı. Halbuki, Sultân’ın bir İslâm mücâhidi sıfatıyla, önceden sulh teklifinde bulunması tabiî idi.

Çatışma saatini Cuma vaktine kadar tehir eden Sultan, ordu ile birlikte kıldığı namazı müteakip beyazlar giyindi, kokular süründü; gazâ meydanında millet yolunda şehâdete hazırlanıyordu. Sonra, bir hü­kümdar olarak değil, bir er gibi savaşacağını belirtmek üzere hayâtı kadar sevdiği atının kuyruğunu kendi eliyle bağladı. Din ve devlet için canını fedada aslâ tereddüt etmeyeceğini göstermek için de elin­den yayını atarak, göğüs goğüse muharebe silâhı olan, kılıç ve topu­zunu aldı; alev saçan azm ve irâde timsâli gözlerini son defa ordusuna çevirdi ve Bizans saflarından da işitilebilen gür ve hâkim sesi ile bir hitabede bulundu. Târihimizin ender sîmâlarından biri olan Büyük Alp Arslan, karşısında bir çelik duvar heybetiyle duran tunç yüzlü er­lerine, vatan ve millet uğrunda şehit olmak mukadderse, bunu, Ulu Tanrı’nın lütfu sayacağını, öldüğü takdirde, bir adım dahi gerilemeye tahammülü olmadığı için, vurulduğu yere gömülmesini ve bu millet muhârebesinde çarpışmak istemeyenler varsa, onların serbestçe çekilip gidebileceklerini bildiriyordu. Bu esnada Bizans ordugâhında da dînî merasimler yapılıyor, düşman çadırlarından ilâhiler yükseliyor, renkli bayraklar ve büyük haçlar taşıyan asilzâdelerin ve papazların düşman safları arasında dolaştıkları, askeri teşçî ettikleri görülüyordu.

Öğleden az sonra her iki taraf muhârebe nizamını almıştı: İmpa­rator Diogenes merkezde kalmış, sol kanadına Anadolu birliklerinin başında Kapadokyalı Aleates’i, sağ kanadına Nikeforos Briennioes em­rindeki Trakya kıtalarını yerleştirmiş, İmparatorluk ailesine mensup Andronikos’u geride ihtiyat kuvvetlerinin başında bırakmıştı. Alp Ars­lan ise, ordusunu dört kısma ayırdı, bunlardan daha kalabalık ikisini muhârebe sahasının yanlarındaki tepelerde pusuya yatırdı. Düşmanın gerilerini tutmakla vazifelendirdiği üçüncü kısmı da müsait mahallere mevzilendirdi ve kendisi Diogenes’in tam karşısında mevki aldı.

İlk olarak Türk merkez kuvvetleri, okçuların himayesinde hücûma geçtiler. Bu cüz’î kuvveti bir anda ezmek hevesine kapılan Dioge­nes bütün ordusuyla mukabil taarruza kalktı ve yavaş yavaş çekilmeye başlayan Türkleri takip etti. Bu çekilme, mağlûbiyet veya bozgun de­ğil, Sultan tarafından maharetle tatbik edilen bir aldatıcı ric’attı. Böylece ordugâhından ve ihtiyat kuvvetlerinden hayli uzaklaşan İmparator akşama doğru, Türk pusucularının yerleştirilmiş olduğu mahalle kadar gelip dayanmıştı. Türk ordusuna umûmî taarruz emri verildiği zaman müthiş hatasını anlayan İmparator Diogenes gerilemeye çalıştı ise de, Bizans ordusu cepheden, yanlardan ve süratli süvarilerimiz marifetiy­le arkadan sarılmış ve dar bir çember içine sıkıştırılmıştı. Akşam ka­ranlığı bastığı sıralarda hasım tamamen imha edilmiş ve yaralı olarak İmparator bütün kurmay heyetiyle birlikte, esir alınmıştı.

Sırf tabya bakımından Bizans ordusunun hezîmeti âmilleri arasın­da, devrin Bizanslı tarihçileri tarafından Peçeneklerin Sultân’a iltihak­ları, ihtiyat kuvvetler kumandanı Andronikos’un tehlikeyi sezerek uzak­laşması vs. zikredilmiştir. Yalnız Bizans sarayının meşhur filozof tarih­çisi Psellos mağlûbiyeti Diogenes’in gösterdiği kabiliyetsizliğe hamletmiştir ki, kısmen doğrudur. Lâkin Türk zaferinin asıl sebebini dâhî ku­mandan Alp Arslan’ın dikkatli bir sevk ve idare ile tatbik ettiği ALDA­TICI RİC’AD, PUSU ve UZAK MUHAREBE esasına dayanan, Bizanslıların tamamen yabancı oldukları, bozkır muharebe usûlünde ve TÜRK OR­DUSUNUN MANEVİYAT YÜKSEKLİĞİNDE aramak lâzımdır.

Sultan Alp Arslan esir Diogenes ile uzun uzun konuştu. Tarihlerde ittifakla belirtildiğine göre Sultan, İmparatorun sulh müzakerele­rini tenkit etmiş, askerî hatalarını saymış ve nihayet ona nasıl bir mua­mele beklediğini sormuştur. Diogenes, ya öldürüleceğini veya zincire vurularak İslâm memleketlerinde teşhir edileceğini veyahut pek zayıf bir ihtimalle, affa mazhar olarak bir nâip gibi yurduna gönderileceğini söylemiştir. Büyük Türk Kumandanı, onu tesellî etmiş, dost saydığını belirtmiş ve kendinin yanına oturmuştur. Bu vakıayı hayretle kayde­den Bizanslı tarihçilerden Psellos, N. Briennios, Y. Zonaros; Ermeni tarihçi Vardan, Süryâni tarihçi Mihael ve diğerleri itidâlin, merhametin ve insanlık duygularının emsalsiz bir örneğini veren büyük Alp Arslan’ın bu rûhî asalet ve necâbeti karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Alp Arslan kendisiyle bir ittifak anlaşması yaptığı Diogenes’i husûsî çadırda bir hükümdar gibi misafir ettikten sonra, onu, maiye­tindeki kumandanlar ve diğer esir asilzadelerle birlikte, bir Türk süvari müfrezesinin himayesinde 3 Eylül 1071 günü memleketine iade etti.

Metni elde bulunmayan anlaşmanın çeşitli kaynaklarda tesadüf et­tiğimiz bâzı maddelerine göre, İmparator 1,5 milyon altın verecek, her yıl 360 bin altın vergi ödeyecek, Bizans İmparatorluğu içindeki bilûmum Müslüman esirleri serbest bırakacak ve îcâbında Sultân’a askerî kuv­vet gönderecekti. Arazi meselesiyle ilgili olarak yalnız Urfa, Menbiç ve Antakya’nın mülhakâtları ile birlikte Türklere terkine dair kayıtlar varsa da, Alp Arslan’ın bunlarla iktifa etmeyeceğini düşünmek daha doğrudur. Nitekim müteakip hâdiseler bütün Anadolu’nun bu anlaş­mada bahis konusu edildiğini ortaya koyacak mahiyettedir.

Malazgirt Zaferi üzerine, daha o devirde, Alp Arslan en büyük İslâm Gâzi ve Fâtihleri pâyesine yükseltilmiş, hakkında methiyeler, kasîdeler yazılmış ve bütün İslâm dünyâsının başı olan Halîfe kendi­sini tebrik ve İslâm’a kazandırdığı büyük şereften dolayı ona teşek­kür etmiştir. Zamanında hakkıyla takdir edilen Malazgirt muzafferiyeti bilhassa Türk târihi bakımından da ölçüsüz bir değer taşır.

____________________________________

(1) Bu yazı Türk Yurdu Mecmuâsının Ağustos 1959, 6. sayısından kısmen kısaltılarak alınmıştır.