Makale

HADİSLER ARASINDA TENAKUZ MES’ELESİ

HADİSLER ARASINDA TENAKUZ MES’ELESİ

— Muhtelefu’l - Hadis —

( … ........................................)

Doç. Dr. Talât KOÇYİĞİT

Yazımızın başına aldığımız bu iki hadisten birincisiyle. Hazret-i Peygamber, hastalıkların sirâyetini, kuşlarla veya sâir şeylerle tefe’ül ve teşe’ümde bulunmayı nefyederek, bunların câhiliyye inançlarından olduğunu beyan buyur­muş, ikinci hadîsiyle de, cüzzâm denilen bir nevi’ cild hastalığına yakalanmış kimseden, arslandan kaçar gibi kaçmayı emretmiştir. Bu iki hadisin zâhirî mâ­nâları arasında bir tearuz bulunduğu açıkça görülmektedir. Zirâ Hazret-i Pey­gamber, birincisinde, hastalıkların bir kimseden diğer bir kimseye sirâyet etme­yeceğini açıklamışken, diğer hadîsinde cüzzâmlıdan kaçmayı tavsiye ve emir buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber’den sahih olarak rivayet edilen hadîsler arasında, zahirî mânâları birbirini nakzeden bu çeşit hadîslere pek çok rastlanır. Hadîse ve ha­dîs ilmine vâkıf olmayan kimseler, bu nevi’den iki hadisle karşılaştıktan zaman. Hazret-i Peygamber’in birbirini nakzeden sözler söylediğini zannederek şüpheye düşerler; kalplerindeki iman gelip geçici, göstermelik cinsinden ise, birbirine muarız Hadîsleri, Hazret-i Peygamber’i tekzîb ve dolayısıyla İslâm’ı tenkîd et­mek için delil olarak kullanmaktan çekinmezler. Bilmezler ki, bu hadîsler ara­sında, aslında tenakuz yoktur; her biriyle beyan edilmek istenen mânâ başka başkadır ve bunu ancak hadîs ilmine vâkıf kimseler anlayabilirler.

Filhakika, zâhirî mânâları tearuza delâlet eden bu çeşit hadisler, hadis il­miyle meşgul olan kimseler tarafından Muhtelîfü’l-Hadis adını verdikleri ayrı bir konu içerisinde incelenmiş ve bununla ilgili müstakil kitaplar te’lîf edilmiştir.

Bu konuya ilk büyük ihtimâmı gösterenlerin başında İmam Muhammed İbn İdrîs Eş-Şâfiî (ö. 179 H.) gelir. Yedi cild halinde tâb edilmiş olan meşhur el-Umm adlı kitabının son cildinde bu konuya tahsis ettiği fasıl içinde, birbirine zıt mâ­nâlarda vârid olduğu ileri sürülen hadîslerin cem ve te’lîfinde takip ettiği usûle ait bâzı bilgiler vermiş, tesbit ettiği bu çeşit hadîsleri biraraya getirmiştir.

İbn-i Kuteybe Ed-Dîneveri (ö. 276 H.), aynı konuda müstakil kitap te’lif edenlerdendir. Te’vîlü Muhtelifi’l-Hadis adını verdiği kitapta, Nevevî’nin ifa­desine göre1, bu bölüme girebilecek hadîsleri topladığı kadar, uygun olmayanlara da yer vermiş; "bu bölüme girmesi gereken birçok hadîsi de dışarıda bırakmıştır. Daha sonra İbn Cerîr Taberî (ö. 301 H.), aynı konuda bir kitap te’lif etmiş; Ebû Cafer Tahâvî (ö. 321 H.)’nin Müşkîlül-Âsâr’ı, Osman İbn Sa’îd Ed-Dârimî (ö. 280 H.)’nin yine bu konudaki kitabı şöhret kazanmıştır.

Zâhirî mânâsı tearuza delâlet eden ve muhtelif adı verilen hadîsler, umûmiyet i’tibâriyle iki kısma ayrılırlar. Birincisi, birbirine muhâlif görünenler arasın­da cem ve te’lîfi mümkün olanlar. Diğeri ise, aralarında nesh bulunduğu için cem ve te’lîfi mümkün olmayanlar. Nesh bahis konusu olduğu zaman, tabiatiyle mensûh hadîs terkedilir ve nâsih olanla amel edilir. Ancak birbirine muârız iki hadis arasında nesh bulunmaz, cem ve telifleri de mümkün olmazsa, râvîlerinin sıfat ve dereceleri i’tibâriyle ikisinden birinin daha sahih olduğuna hükmedilen tercih olunur.

Bu taksim bize göstermektedir ki, iki hadîs arasında gerçek teâruz, ancak aralarında nesh bulunduğu zaman bahis konusudur. Nesh, şer’î bir hükmün tatbikattan kaldırılması ve onun yerine bir başka hükmün vaz’ edilmesidir. Gayet tabiîdir ki, ilk hükmü getirmiş olan nass ile, bu nassın hükmünü iptal eden ve onun yerine vârid olan hükmün nassı arasında böyle bir teâruz veya tenakuz bulunacaktır. Fakat nesh bahis konusu olmadığı zaman, hadisler arasında tena­kuz da bahis konusu değildir. Nitekim Şâfiî, zâhirî tearuza delâlet eden hadîs­ler arasındaki bu ihtilâfların sebeplerine işaretle, Hazret-i Peygamber’den birbi­rini nakzeden hadîsler vârid olmadığını açıklamış;2 Muhammed İbn-i İshak İbn-i Huzeyme de, “Birbirine zıt iki hadisin var olduğunu bilmiyorum. Her kimde böyle hadîs varsa, bana getirsin de aralarını te’lif edeyim” demiştir.3

Zâhirî mânâları tearuza delâlet eden, fakat aralarında cem ve te’lif yapıl­mak süretiyle, gerçekte böyle bir teâruzun bulunmadığına hükmedilen iki hadise misâl olarak, yazımızın baş tarafında kaydettiğimiz hadisleri seçmiş bulunuyoruz.

Birinci hadîsinde Hazret-i Peygamber "lâ advâ” ( … ) buyurmuştur. “Advâ” ( … ) kelimesi, hasta olan bir kimse ile temas eden sağlam bir ki­şiye aynı hastalığın geçmesi elemek olan “i’dâ” ( … ) dan isimdir ki, hasta­lığın sirayeti mânâsına gelir. Hazret-i Peygamber "lâ advâ’’ demek sûretiyle si­rayeti nefyetmiş ve bir hastalığın, hasta kişiden sağlam kişiye geçmeyeceğini be­yan buyurmuştur. Nitekim aynı hadîsin bir başka rivâyetinde, “O halde yâ Rasûlâllah, çölde ceylân gibi koşturan develere ne diyelim?.. Öyle (sağlam) deve­ler ki, aralarına cerebli (deri hastalığına yakalanmış) bir deve giriyor da hepsi­ne bu hastalığı aşılıyor?” diyen bir ârâbîye Hazret-i Peygamber şu cevabı ver­miştir: “öyle ise ilk deveye bu hastalığı kim sirâyet ettirdi?”.4 Bu cevapla da sirayetin nefyedildiği açıkça görülmektedir.

İkinci hadisinde ise Hazret-i Peygamber, cüzzamlıdan kaçılmasını emir bu­yurmuş5 ve dolayısıyla birinci hadiste nefyettiği sirâyeti bu hadîsinde isbat etmiştir. Binâenaleyh, iki hadîs arasındaki teâruz sirâyetin nefiy ve isbatındadır. Bununla beraber hadîs ulemâsı hadisler arasını çeşitli yollardan cem ve te’lif ederek, her ikisinin de muhkem olduğunu ve her ikisiyle de amel edilmesi ge­rektiğini ortaya koymuşlardır. Bu cem ve te’lifi şöyle özetlemek mümkündür:

1. İbnü’s-Salâh’ın da işâret ettiği gibi,6 hastalıklar tabiatları itibâriyle si­râyet edici değillerdir; fakat Allâhü Teâlâ böyle bir hastalığa müptelâ olmuş kimsenin sıhhatli bir kimse ile temasını, hastalığın sıhhatliye geçmesi için bir se­bep kılmıştır. Bu itibarla Hazret-i Peygamber, birinci hadîsiyle câhiliyye Arabının, hastalıkların tabiatları itibariyle sirâyet ettikleri inancını nefyetmiş, ikinci hadîsinde ise sebep itibariyle sirâyeti isbat etmiştir.

2. İbn-i Hâcer’in iki hadîs arasındaki te’lîfi ise daha farklıdır. Ona göre. Hazret-i Peygamber’in sirâyeti nefyi, umum üzere bâkidir ve ne tabiatı itibariyle ve ne de sebebiyet dolayısıyla sirâyet bahis konusudur. Nitekim Hazret-i Pey­gamber bir hadisinde, ( … ) “Bir şey bir şeye sirâyet etmez” buyurmakla ve keza cerebe yakalanmış bir devenin sağlam develer arasına gire­rek onlara da aynı hastalığı aşıladığını söyleyen bir arâbîye, “O halde ilk deveye bu hastalığı kim sirâyet ettirdi?" demekle sirâyeti kâmilen nefyetmiş ve hastalı­ğın, birinci devede olduğu gibi, ikinci devede de Allâhü Teâlâ’nın takdiri ile başladığını ifade etmek istemiştir.

Cüzzamlı hastadan kaçmakla ilgili olarak gelen emir ise, sedd-i zerâyî cümlesindendir. Yâni sağlam kişinin, hastalıklı kişiyle teması neticesinde hastalığın öbürüne sirâyet ettiği vehmini önlemek ve Allâh’ın takdiri ile başladığını hatır­dan çıkartmamak gayesine matuftur. Zîrâ insan, hastalığın temas neticesi sağlam insana geçtiğine i’tikad etmekle Allâh’ın takdirini unutur ve bunun dışında, hastalık veren başka kudretler ihdas etmek suretiyle günah işlemiş olur7.

3. Kâzî Ebû Bekr El-Bâkıllâni’nin te’lîfine göre, birinci hadîste sirâyet umûmi mânâda nefyedilmiş olmakla beraber, ikinci hadîste cüzzam ve benzeri hastalıklar için isbat edilmiştir. Bu bakımdan, sirayetin isbâtı, umûmî nefiyden tahsis mânâsındadır. Buna göre, her iki hadisin mânâsı: Cüzzam ve benzeri has­talıklar müstesna, diğerlerinde sirâyet yoktur. Bu sebeple cüzzam ve benzerlerin­den arslandan kaçar gibi kaçmak lâzımdır8.

4. Bir görüşe göre de, cüzzamdan kaçmakla ilgili olarak gelen emir, bu hastalığa yakalanmış olan kimselerin hatırlarına riâyet etmek gayesine mâtuftur. Zîrâ meczûm, sıhhatli kimseleri gördüğü zaman musibetinin azametini anlar ve ızdırabı çoğalır. Hazret-i Peygamberin, “Meczûmlara devamlı bakmayınız" mea­lindeki bir hadisi de bu mânâda ele alınmalıdır9.

Zâhiri mânâları arasında teâruz bulunan iki hadîsin cem ve telifleriyle ilgili olarak zikrettiğimiz bu görüşler, aslında mezkûr hadisler arasında böyle bir teâruzun bulunmadığını ortaya koymaktadır. Mühim olan mesele, bu çeşit ha­dislerle ifade edilmek istenen mânâyı, daha doğrusu. Hazret-i Peygamber’in bun­ları söylerken taşıdığı maksadı ve söylemesine âmil olan hâdiseleri, yâni hadîs­lerin vürûd sebeplerini doğru bir şekilde bilmektir. Bunlar iyice bilindiği takdir­de, birbirini nakzeder mahiyette rivayet olunan hadîsler arasında tenakuz bulun­madığı kolayca anlaşılacaktır.

Bununla beraber, hadîs ulemâsının, birbirine muârız mânâlarda vârid olan bâzı hadislerin cem ve te’lifinde yine de âciz kaldıkları görülmektedir. Cem ve te’lif edilemeyen bu hadisler arasında nesh de bahis konusu olmadığı için, bun­lardan hangisiyle amel etmek gerektiği hakkında hüküm vermek güçleşir. Fakat bu güçlük, hadislerden birini tercih etmek süreriyle ortadan kaldırılmıştır. Şu var ki bu tercih birtakım kâidelere bağlı kalınarak yapılmıştır. Meselâ, birbirine zıt mânâlarda vârid olan iki hadisten hangisinin râvîleri diğerinin râvîlerine nispetle daha titiz ve daha dikkatli ise, bu dikkat ve titizlik, o hadîsin tercih edil­mesinde aranılan şartlardan biri olmuştur. Yâhut hangi hadis daha fazla isnadla rivâyet edilmişse, bu isnad çokluğu, yine tercih sebeplerinden biri sayılmıştır. Bunun gibi râvînin fakih olması, nahiv kâidelerini iyi bilmesi, hadîse itina ve ih­timam göstermesi yönünden zaptının üstünlüğü, takvâsı, hadîsçiler arasındaki şöhreti, hür olması (hür olan râvînin rivâyet ettiği hadîs, köle olan râvînin rivâyetine tercih edilir), erkek olması vs. râvînin haline taallûk eden tercih sebeple­rinden olup, müteârız iki hadîsten birinin diğerine tercihini gerektirirler. Keza semâ yolu ile alınan hadîsler, arz, yâhut münâvele, yâhut da kitabe yolu ile alı­nan hadislere tercih edilir. Lâfzen rivayet edilen hadis, mânen rivayet edilen ha­dîse, sebeb-i vürûdu zikredilen badis, sebeb-i vürûdu zikredilmeyen hadise; haddesenâ, ahbâranâ ve semi’tü tâbirleriyle rivayet edilen hadis, kesinlikle ittisale delâlet etmeyen an, kâle ve zekere tâbirleriyle rivâyet edilen hadîse; medeni olan hadis mekki olana tahfifi tazammun eden hadis şiddeti tazammun eden hadîse (çünkü Hazret-i Peygamber İslâm’ın ilk devirlerinde, yâhut Mekke devrinde, müslümanları câhiliyye âdetlerinden uzaklaştırmak için daha şiddetli bir dil kullanmış, fakat sonraları buna lüzum kalmadığı için tahfîfe meyletmiştir); tahrime delâlet eden, yâni bir şey hakkında haram hükmünü getiren hadis o şeyi mübah kılan hadise; ihtiyâtı gerektiren bir meselede şiddet getiren hadîs, haliflik ve serbestlik getiren hadîse; haddin nefyine delâlet eden hadîs haddi gerektiren hadîse; Kur’ân-ı Kerim’in zâhirine, yâhut bir başka sünnete, kıyâsa, ümmetin veya Hulefâ-i Râşidin’in amel ve tatbikatına muvafık olan, yâhut mürsel veya munkati diğer bir rivâyetle takviye edilen, yâhut getirdiği hükümle müttefik bir benzeri olan, yahut Şeyhân (Buhârî ve Müslim) tarafından ittifakla nakledilen hadîs, bu evsafta olmayan muârız hadîse tercih edilir.

Hadîs ilminin en mühim konularından birini teşkil eden muhtelifü’l-hadîs meselesi, İslâm’da, Hazret-i Peygamberin Sünnetiyle vârid olan bir hükmün zâyi’ olmaması için, hadîs ulemâsı tarafından sarf edilen gayretlerin azametini göster­mesi bakımından da büyük bir ehemmiyet taşır. Cenâb-ı Hak cümlesinden râzı olsun.

_____________________________________

(1) Bkz. Et-Takrîb ve’t-Teysir, s. 387.
(2) Eş-Şâfi’î, Er-Risâle, s. 210 vd.
(3) Es-Suyûtî, Tedrîbü’r-Râvî, s. 387.
(4) Müslim, Sahîh, IV, 1742-hadis no. 101; el-Buhârî, Sahih, VII. 19.
(5) El-Buhârî, Sahih, VII. 17.
(6) Ulûmü’l-hadîs, s. 257.
(7) İbn Hacer, Şerhu Nuhbetü’l-Fiker, s, 34.
(8) Es-Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî, s. 388.
(9) Aynı yer.