Bir fazîlet güneşi ve hidâyet meşâlesi olan Resûl-i Ekrem Efendimiz (sas)’in Allah’tan korkusu ile Allâh’a olan sevgisini belirtmeye çalışacağız.
A) Allâhü Teâlâ’dan korkusu:
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de;
“Allah’dan, kulları içinde, ancak âlimler korkar”1 buyuruyor.
Âlimlerin ilim kaynağı olan Peygamberimiz Efendimiz herkesten daha çok Allâhü Teâlâ’dan korkar ve;
“Ey insanlar, benim bildiğimi bilseniz daha az güler, daha çok ağlardınız”2 buyururlardı.
Peygamberimiz Efendimiz, insanların dünyâ ve âhirette efendisi olduğu halde Allâhü Teâlâ’dan öyle korkardı ki, kıyâmet gününde ne olacağım, nasıl hesap vereceğim, derdi. Medîne-i Münevvere’de ilk vefat eden Sahâbî olan Osman b. Maz’ûn (r.a.) vefat ettiği zaman, Peygamberimiz Efendimiz evine gitmiş, kadınlardan bir tanesi Osman b. Maz’ûn’un cesedini göstererek;
“Ey İbn-i Maz’ûn! Allah şâhid olsun ki, sen O’nun lûtfuna nâil oldun” demiş, Peygamberimiz (çok sevdiği ve kendisi için; o, Osman b. Maz’ûn, bizim ne güzel, ne iyi selefimizdir, diyerek övdüğü) Osman b. Maz’ûn hakkındaki bu sözleri dinledikten sonra, kadına dönerek;
“Bunu nasıl bildin?” diye sormuştu. Kadının;
“Cenâb-ı Hak onu lûtfuna mazhar kılmazsa başka kimi mazhar kılar?” demesi üzerine, Resûl-i Ekrem;
“Ben de onun, Allah’ın lûtfuna mazhar olmasını ümîd ederim, fakat ben Allah tarafından gönderilmiş Peygamber olduğum halde, (kıyâmet gününde) bana nasıl muamele yapacağını bilmiyorum”3 buyurdu.
Peygamberimiz Efendimiz (s.a.s), düşünmesi bile insana dehşet veren kıyamet gününü ve o günde Allah’ın huzurunda vasıtasız ve tercümansız hesap vermeyi hatırladıkça, ağlar ve mübarek gözlerinden yaşlar boşanırdı. Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) anlatıyor:
Resûlullah (s.a.s), bir gün kendisine Kur’ân okumamı bana emretti. Ben de kendilerine Nisâ Sûresi’ni okumaya başladım. "Biz, her ümmetten şâhîd getirdiğimiz ve onlara da seni şâhid kıldığımız zaman onların hâli nice olur?" mealindeki Âyet-i Kerîmeye geldiğimde, kendisine baktım, gözlerinden yaşlar akıyordu.4
Yine bir gün bir cenazeyi defnetmek üzere kabre kadar gitmiş ve mezarın bir tarafına oturmuştu. Bu manzara kendisine çok tesir etmiş olacak ki, ağlamış ve mübarek gözlerinden akan yaşlar toprağı ıslatmıştı. Daha sonra Ashâb’a dönerek;
“Kardeşlerim, kendinizi bu gün için hazırlayınız”5 buyurmuşlardı. Tirmizî’nin Ubey b. Kâ’b (r.a.)’dan rivâyetine göre, müşârunileyh şöyle demiştir; Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra Resûl-i Ekrem şöyle seslenirlerdi:
“Ey insanlar! Allâhü Teâlâ’yı hatırlayınız. Allah’ınızı anınız; zelzele yaklaşıyor, arkasından neler gelecekse geliyor. Ölüm, bütün neticeleriyle yakınınızdadır.6
Abdullah b. Sıhhîr (r.a.)’in şöyle dediği rivayet olunmuştur:
“Bir gün Resûlullâh’ın yanına gelmiştim, namaz kılıyor ve ağlamaktan göğsü kaynar kazan gibi ötüyordu”.7
Kur’ân-ı Kerîm’in bâzı âyetleri Peygamberimiz (s.a.s)’e fazlasıyla te’sir ederdi. Tirmizî’nin İbn-i Abbas’tan rivâyetine göre, birgün Ebû Bekir (r.a.) Hazretleri Peygamberimiz’e;
“Ey Allâh’ın Rasûlü, saçınız ağarıyor” demişti. Resûl-i Ekrem Efendimiz; "Evet, Hûd, Vakıa, Mürselât, Amme ve Küvvirat (Tekvîr) Sûreleri beni ihtiyarlattı”8 buyurdular. Bu sûre-i celîlelerde kıyâmet ve âhiret, bütün korkunçluğu ile ifâde edilmektedir.
İbn-i Ömer (r.a.) anlatıyor:
“Bâzı gazalarda Resûlullah ile berâberdik. Dönüşte bir kavme uğradılar ve kim olduklarını kendilerinden sordular. Onlar, ‘Müslümânız’ dediler. Bunlara yakın bir yerde de bir kadın ateş yakıyor, çocuğu da yanında bulunuyordu. Ateş şiddetle yanarken, kadın çocuğunu alarak Peygamberimiz Efendimiz’e geldi ve;
— Sen Allah’ın elçisi misin, diye sordu. Peygamberimiz;
— Şüphesiz elçisiyim, buyurdu. Kadın;
— Anam babam size fedâ olsun, Cenâb-ı Allah Erhamü’r-Râhimîn değil midir, dedi. Resûl-i Ekrem;
— Evet, öyledir, Erhamü’r-Râhimindir, buyurdu. Kadın;
— Allâh’ın kullarına merhameti bir annenin yavrusuna merhametinden daha çok mudur, dedi. Peygamberimiz;
— Evet, daha çoktur, buyurdu. Kadın;
— Fakat bir anne çocuğunu ateşe atmaz, deyince, Peygamberimiz ağlamaya başladı, sonra mübarek başını kaldırarak, kadına;
— Allâhü Teâlâ kullarından ancak, kendisine itâat etmeyen ve birliğine inanmayarak ‘La İlâhe İlla’llah’ demekten imtinâ edenlere azâb eder, buyurdu”.9
B) Allah’a olan sevgisi:
Peygamberimiz Efendimiz (s.a.s), Allah’dan korktuğu kadar da Allâh’ı severdi. Çünkü Allah sevgisi en büyük makamdır.
Peygamberimiz duasında;
"Allâh’ım! Bana, Senin sevgini ve Seni sevenin sevgisini ve Senin muhabbetine beni ulaştıracak amellerin sevgisini nasîb et. Allah’ım! Sevgini, bana serin sudan daha sevgili kıl"10 derlerdi.
Allah’ı sevmek, O’na ibâdet ve itaatle gerçekleşeceği için, Peygamberimiz ibadeti çok sever, ayakları şişinceye kadar namazda dururdu.
Avf b. Mâlik (r.a.) anlatıyor:
’’Bir gece Resûlullah (s.a.s) ile beraberdim. Geceleyin kalktılar, misvak ile dişlerini yıkadıktan sonra abdest aldılar, sonra da teheccüd namazı kılmağa başladılar. Ben de kendileriyle beraber kalktım. Fâtiha-yı Şerîfeyi okuduktan sonra Bakara Sûresi’ne başladılar. Her rahmet âyeti geçtikçe duruyor, Allah’tan rahmet diliyor; azab âyeti geçtikçe de Allâh’a sığınıyordu. Sonra rükûya vardı ve rükûda ayakta durduğu kadar durdu. Sonra secdeye gitti, orada da böyle yaptı. Sonra Al-i İmrân Sûresi’ni okudu. Diğer rekatlarda da birer sûre okudu ve birinci rekatta olduğu gibi yaptı".11
Görülüyor ki Peygamberimiz Efendimiz, Allâhü Tellâ’ya olan sonsuz sevgisinden dolayı geceleri kalkıyor ibâdet ediyordu. Urve b. ez-Zübeyr (r.a.)’ın Âişe (r.a.)’den rivâyetine göre, şöyle demiştir:
"Resûl-i Ekrem namaz kıldığında ayakları şişinceye kadar ayakta dururlardı. Kendilerine;
— Yâ Resûlallâh, Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret buyurduğu halde niçin bu kadar meşakkati ihtiyar ediyorsunuz, deyince, Peygamberimiz Efendimiz’in cevâbı şöyle oldu:
— Allâh’a şükreden bir kul olmayayım mı?"12
Bu soz, Peygamberimiz Efendimiz’in, Allah’a korku endişesiyle değil, sevgi ve zevkle ibâdet ettiğini ifade eder.
Peygamberimiz Efendimiz’in bu fânî hayâta vedâ ederken, "Yâ Rab, refîk-i a’lâ!" olan son sözü, Allâh’ı ne kadar sevdiğini ve O’na kavuşma, heyecanı içinde olduğunu gösterir.
Salât ve selâm, her türlü tahiyyât ve ikram O’na, O’nun âl ve ashabına olsun.
________________________________