Makale

DİNİ EĞİTİMDE METOT

DİNİ EĞİTİMDE METOT

Yakup ÜSTÜN
Diyanet İşleri Başkanlığı Müfettişi

Bu yazıda, insan topluluklarının ayrılmaz bir rüknü otan dinin, öğretilmesinde tatbik edilecek METOD’dan bahsedilmekte; telkine kabiliyetli olan “İnsan”a nüfuz etme imkânları üzerinde durularak, Kur’ân-ı Kerîm kurslarında uygulanacak “yeni bir metod” için bâzı görüşler ileri sürülmektedir.

Din, târih boyunca, insanoğlunun hayâtını kaplayan bir vâkıadır. Târihin tetkikinden dînin, insanı yücettiği, ona insanlık haysiyet ve şerefini kazandırdığı gâyet açık bir şekilde görülmektedir. Târihin kaydettiği bütün medeniyetlerin bir dinin imzasını taşıması, eski devirlerden günümüze kadar gelebilen eserlerin bir din veya bir din bü­yüğü adına yapılmış olması bunun en bâriz delilidir.

Denilebilir ki, din, insana hedef göstermiş, bu hedefe ulaşmak isteyen insan, gücü­nü ve kuvvetini yine dinden almış, hattâ başı sıkıldığı zaman da huzur ve sükûnu onda bulmuştur. Bu bakımdan bir toplumun dinden uzak kalması, dini noksan veya yanlış öğrenmesi o topluluk için gerçekten büyük bir şanssızlıktır.

Din: Akıl sâhibi olan insanı, kendi irâdesiyle doğru yola dâvet eden ilâhî bir kanun­dur. Bu tarife göre din, Yüce Allâh’ın idrâk sâhibi olan insana bir tebliğidir. Bu tebliğin gayesi, insanı saâdete ulaştırmaktır. Bizim için hakîkî tebliğ edici Hz. Muhammed (s.a.s), ilâhî tebliğ de Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Din, insan için gönderilmiştir. Burada iki süje mevcuttur. Bunlardan birisi din, diğeri insandır. Mühim olan husus bu iki mefhumu iyi tanıyıp birbiriyle kaynaştırmaktır. Böylece dinin fertlerin davranışları halinde tezahür ettiği görülecek, ferdlerin imanları davranış olarak tecellî edecektir. Bir İslâm büyüğünün ifade ettiği gibi “Zamân-ı Saâdet’te Resûlullah (s.a.s), Kur’ân-ı Kerîm’in canlı bir tefsîri idi”.

Böylece dînin asıl kuvveti, fert ve toplumdan göreceği kabul ile ortaya çıkmakta, kabul oranı yükseldikçe toplum derlenip toparlanmakta, büyük bir güç haline gelmekte­dir. İlk İslâm devletinin, yarım asırlık bir zaman zarfında, Atlas Okyanusundan Çin Şeddi­ne kadar muazzam bir imparatorluk haline gelivermesi bunun bâriz bir delilidir. Yeter ki, dinin ve insanın mahiyetini iyi kavramış, tebliğciler vazifelerini yapmış olsunlar.

Bir tarife göre iman: zaman zaman kalbde çakan bir kıvılcımdır. İşte tebliğ ediciye düşen vazife bu çakışları çabuklaştırmak ve bir alev haline getirmektir.

Tebliğ edicinin öğrenmek mecbûriyetinde olduğu ilk husus; neyi, nerede, ne zaman, kime, ne kadar söyleyeceğini bilmektir, işte biz buna tebliğde metot diyoruz.

Cenâb-ı Hakk’ın harika yaratığı insan, kendisinde hâlâ birtakım meçhuller gizlemek­tedir. İnsan, birçok yönü ve yanı olan bir varlıktır. Kapasite ve kabiliyetleri gözönüne alınarak hitâb edilmelidir. Tâ ki ona nüfuz etmiş, onu bir noktasından yakalamak suretiyle onda meydana getirmek istediğimiz tesiri icra etmiş olalım. Ne kadar katı ve kayıtsız olursa olsun her insanın nüfuz edilebilecek bir noktası vardır. Yeter ki onun zamanı ve zemini iyi tâyin edilmiş olsun. Bunun için tebliğe memur edilen kimse, tebliğ ettiği şeyi ve tebliğ edeceği "insanı" iyi bilmek mecburiyetindedir.

En mühim tebliğ vasıtası “dil” dir. Kelimenin söylenişi mühim olduğu kadar seçimi de mühimdir. Kelime mânânın zarfıdır. Zarfın câzip olması, mazrufa talebi arttırır. Allah kelâmının hem veciz, hem muciz oluşu bunun delilidir.

Eskilerin tâbiriyle, irşadda, lisân-ı hal ve lisân-ı kal olmak üzere iki usûl var­dır. Lisan-ı hal ilâhî tebliğin, tebliğcinin hareketi halinde tecellî etmesidir. Dînî eğitimde, bu yolun en tesirli metod olduğunu söylemek mümkündür. Bununla beraber "Lisân-ı hal"i anlamanın da, ferd için, bir merhale olduğunu unutmamak lâzımdır. Kur’ân-ı Kerîm’in Mekke’de nâzil olanlarının, Medine’de nâzil olanlarına nisbetle daha beliğ ve muciz olu­şu, insanın, lisan yolu ile ikna edilmesi hikmetinden ileri gelmiş olsa gerektir.

"(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır. Onlarla mücâdeleni en gü­zel (yol) hangisi ise onunla yap." (Nahl Sûresi, Âyet: 125) âyet-î kerîmesinin meâli, teb­liğde lisan ve ikna yolunun önemini en güzel bir şekilde ifade etmektedir.

"İkna" için kullanılacak metotlar da çeşitli şekillerde uygulama alanı bulur. Bütün mesele tebliğcinin, kendinde meknuz her türlü mahareti ortaya dökerek, karşısındakini inandırması ve sükûnete erdirmesidir. Bunun için yaratılış ve seviye farkları nazar-ı itibâra alınarak çeşitli durumlar göz önünde tutulmalıdır. Bu durumları şöyle sıralamak müm­kündür:

1 — Yaratılış ve seviye farkları nazar-ı itibâra alınarak hitâb edilmelidir.

2 — Fertlerin tebliğe istekli zamanları seçilmeli yâhut bu ortamı hazırlayacak şart­lar araştırılmalıdır.

3 — Bir takım İslâmî gerçekler, hikâye ve mev’ıza yoluyla sunulmalıdır.

4 — Şiir, dînî musiki ve resim gibi güzel sanatlardan yararlanarak, fertlerin his ve heyecanlarına hitâb edilmelidir.

5 — Sinema, tiyatro ve televizyondan yararlanarak müşahede yoluyla tebliğ imkân­ları araştırılmalıdır.

Eskidenberi îman, îmân-ı icmâlî, îmân-ı tafsîlî şeklinde iki merhale olarak mütalâa edilir. İmân-ı icmâlî’ye aileden ve yakın çevreden tevarüs edilen îmandır diyebiliriz. Bu yönü ile îmân-ı icmâlî küçük ve dışa kapalı dar çevre insanının îmânıdır. Böyle bir çev­rede bu îmânın, tafsîlî mertebesine yükselirken bozulma ve kaybolma ihtimali azdır. Fa­kat bugün bu dar ve kapalı çevreler yıkılmış veya yıkılmak üzeredir. Kapalı kapılar açıl­mış, sınırlar ortadan kalkmış, eski zamanın mesafe mefhumu alt üst olmuştur. Okul, neş­riyat, sinema, tiyatro, radyo, televizyon ve diğer teknik imkânlarla, bugünün insanı de­ğil iki yüz sene, yirmi sene evvelinin insanı değildir. Bu farklılık, teknik gelişmelere mu­vazi olarak, günden güne de artmaktadır.

Din eğitiminde bugün hâlâ değişen bu faktörler nazar-ı itibâra alınmamaktadır. Teb­liğde, biz hâlâ şifâhî, an’aneye bağlı bir sistem uygulamaktayız. Kaldıki bu bile gelişi­güzel ve çok zaman ferdî ve şahsî gayretlere terk edilmiş durumdadır.

Bugün din adamı yetiştiren okullarımızda dahi ciddî bir şekilde "dînî İrşad" veya "beşerî münâsebetler" dersi okutulmamaktadır. Ayrıca bugünün tebliğcisi, kafası çeşitli şüphelerle dopdolu olan "bugünün insanını ikna edebilmek için" çok yüklü, aynı zaman­da metodlu, ferdî ve sosyal psikolojiyi bilen kimseler olmak mecbûriyetindedir. Günün dörtte birini okumakla geçirmeyen bir din adamının faydalı olması mümkün değildir.

Din eğitiminde başarı her şeyden evvel bu işi yapacak kişilerin iyi seçilmesi ve yetiştirilmesine, sonra da tatbik edilecek metoda, uygulanılacak programa bağlıdır. Bu sebeple din eğitimi yapan okullar, Kur’ân kursları, câmi ve diğer yerlerde tatbik edilecek yeni metod ve uygulanacak programlar üzerinde titizlikle durulmalıdır. Söz sâhibi muh­terem zevâtı, bu mevzuda düşünmeye dâvet ederek görüşlerini almak süreliyle yeni esas­ları tesbit etmek mümkündür.

KUR’ÂN-I KERÎM KURSLARINDA EĞİTİM:

Bugün Kur’ân kursları kendilerinden bekleneni verememektedirler. Çünkü, tatbik edi­len metod ve uygulanan program gelişigüzeldir.

Kursa gelen öğrenci tatmin edilemediği için kurslar, bâzı yerlerde câzibesini maale­sef kaybetmiştir. Diğer taraftan bugün Kur’ân kurslarında öğrenciye sâdece ilmihâlini ezberletmek ve Kur’ân-ı Kerîm’i yüzünden okutmak kâfi gelmemektedir. Bu öğretilenler onun îmânını, hârîcî tesirlere karşı korumağa kâfî gelmiyor.

Bütün mesele, genç insanda dîne karşı bir "sevgi" uyandırmak, onun kalbindeki îman nûrunu koruyacak, kurtaracak, ona şuur ve şahsiyyet kazandıracak bilgiler verebil­mektir. Kurslara devam edenlerin hemen hepsi, ilkokul mezunu olduklarına göre, onları daha fazla okumaya sevketmek gâyesiyle zaman zaman, ellerine kitaplar vermek gerek­mektedir. Öğrenciyi buna alıştırabildiğimiz takdirde, dînî saha ile gelecekte de ilgisinin devamını temin etmiş olacağız. Bu kursların talebe üzerinde tesirinin devamlı olabilmesi buna bağlı bulunmaktadır. Söylece kurs, öğrencinin dînî saha ile tam temasa gelmesini sağlamış olacaktır ki, bu da, ferdin dinle fikrî bağlantısının devamı demektir. Bu onun îmânını koruyacak ve onu şuurlu bir hale getirecek yegâne yoldur.

Kurslarda aşağıdaki şekilde bir programın uygulanması faydalı olabilir:

1 — Derslere her gün belli bir saatte, bütün öğrencilerin iştirakiyle, beş dakika sü­reli bir MÜNÂCAAT - DUÂ ile başlanmalı, fatiha ile başlayan bu duâ tesbit edilerek tamim edilmeli ve ciddiyetle tatbîki istenmelidir.

2 — İlm-i hâl dersleri: Her öğrencinin elinde ilgililerce tesbit edilen bir kitaptan ta­kip edilmelidir.

3 — Kur’ân-ı Kerîm’i öğretme işine önem verilmelidir.

4 — Her gün en az bir saat, dînî musikî ve şiir dersi yapılmalı, koro halinde okuna­cak hafif ilâhilere bütün öğrencilerin iştirâki sağlanmalıdır. Yûnus Emre ve diğer şâirler­den seçilecek dînî şiirler ezberletilmeli ve mânâları açıklanmalıdır. Teknik imkânlardan; meselâ, bantlardan istifade edilerek merkezde tesbit ve tescil edilecek hafif ilâhileri öğ­retebilecek kabiliyette şahısların bu derse girmesi sağlanmalıdır.

5 — Tesbit edilecek konularda: (Meselâ: a — Allâh’ın varlığı, b — İnsanların aczi, c — İnanan insandaki huzur, d — İmanları sebebiyle ölümü hiçe sayan İnsanlar, e — Rasûlullah (s.a.s)’ın hayâtından sahneler, f — Ashâb-ı Kirâm’ın hayâtından sahneler, g — Kur’ân-ı Kerîm’den kıssalar gibi aslına sâdık kalınarak akıcı ve canlı bir üslûpla hi­kâye şeklinde hazırlanacak en az on küçük kitabı, öğrencilere okutmak, anlatmak veya anlattırmak suretiyle bunların mutlaka okunması temin edilmelidir.

Bu kitapların hazırlanmasında İslâm âlemindeki neşriyattan da istifade edilebilir. Me­selâ Mısırlı edip Ali Ahmet Bakesir’in eserlerinden münâsip görülenler tercüme edi­lebilir.

Bunların bir kısmının resimli hattâ fotoroman şeklinde hazırlanması bu işin câzibe­sini bir kat daha artırabilir.

Kurslara ve mâbedlere insan celbi için elimizde en ufak bir müeyyide olmadığına göre, insanları buralara celb etmek için asrın imkânlarından da istifade ederek yeni bir gayret ve hamleye ihtiyaç olduğu meydandadır.

İnsan rûhu yeniliklerden hoşlanmaktadır. Boş, hattâ bâtıl da olsa yeni şeylerin bâzı kimselerce rağbet gördüğünü hepimiz müşahede etmekteyiz. Ezelî ve ebedî olan İlâhî hakîkatları yeni şekil ve kılıflar içerisinde insanlara sunma hamlesine girişmeliyiz. Hepi­miz bu meseleye eğilip bütün maharetimizi ortaya koyalım. Gayret bizden tevfik Allah’dan.

____________________________________________

BİR GECE
On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi.
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne husrândı ki: hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbu ki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabîî;
Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, ma’mûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkına sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz.
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti evet, şer-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyun ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyundur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet...
Yâ Rab, bizi Mahşer’de bu ikrar ile haşret.
MEHMET AKİF