Makale

KUR'ÂN'DA İLMÎ İ'CÂZ

KUR’ÂN’DA İLMÎ İ’CÂZ

(Kur’ân’da Kıyamet Alâmetleri ve Şartları)

Yazan: Sa’deddin ARSLAN

Çeviren: Dr. Süleyman ATEŞ

Kur’ân, başlı başına Resûl’ün en büyük ve ebedî bîr mu’dzesidir. Yer­yüzünde ondan daha ebedî ve insanlara ondan daha faydalı bir kitap yoktur. Hastaların, darda kalmışların kalblerinin İlâcı, hayrete düşmüş, şaş­mışların, mahrumların ruhlarının huzuru ve bütün beşeriyyetin ümîdi hep ondadır. Onda insanlara şifa, âlemlere hüdâ ve rahmet, rûha ve akla gıda vardır. Kur’ân, her şeyden önce fesâhati, belagati ve hikmetiyle; tahakkuk eden gaybî haberleriyle Arapları âciz bırakmıştı. İlim ve medeniyet ilerle­dikçe Kur’ân’ın yeni yeni mu’cizeleri ortaya çıkmağa başladı. Onun i’cazına pâyan yoktur. Gerçekten o, en büyük ve ebedî bir mu’cizedir,

İbn-u Abbas diyor ki: "Kur’ân’da öyle mânâlar var ki onları ancak zaman keşfedecektir". Hz. Ali ibn-i Ebî Tâlib (K.V.) de Hz. Peygamber (S.A.S.)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"İşte Allah’ın kitabı. Bunda sizden öncekilerin kıssası, sizden sonrakile­rin haberi ve aranızda geçen olayların hükmü... vardır".

Şu ilim ve medeniyet asrında Kur’ân’ın zikrettiği hakikatlere baktıkça onun yüce i’câzı karşısında eğilmekten kendimizi alamıyoruz. İstikbalde mey­dana gelecek olayları öyle ilmî bir incelikle ifade eder ki hiçbir kitapta bu­nun eşine rastlamak mümkün değildir. Sayın okuyucu, şimdi şu âyetin mea­lini benimle beraber oku ve mânâsı üzerinde derin derin düşün:

"Dünyâ hayâtı, gökten indirdiğimiz bir suya benzer. O su, insanların ve bayanların yediği arz bitkisine karışır. Nihayet dünyâ zînetini alıp süs­lenince ve dünyâ ehli de bütün bunlara mâlik olduklarını sandıkları bir sı­rada emrimiz ona gece veya gündüz gelir ve biz onu, sanki dün hiç zen­gin değilmiş gibi yaparız" (Yûnus Sûresi, Ayet: 24).

Bu âyette bahsedilen dünyâ hayâtı nedir? Fertlerin hayâtı mı (Firdevsî), yoksa baştan sona dünyânın genel hayâtı mı? Birinci mânâ: "Yer zînetini alıp süslenince ve dünyâ ehli de kendilerinin bütün bunlara mâlik oldukla­rını sandıkları bir sırada emrimiz ona gece veya gündüz gelir..." şeklinde ve­rilen mesele uymaz. Zîrâ eğer ferdî hayat kastedilse insanın, hayâtının en parlak çağında birdenbire ölmesi gerekir. Çünkü âyet, bu hayâtın aniden sona ereceğini söylüyor. Oysa ferdî hayat aniden son bulmuyor. Kişi ihti­yarlıyor, zayıflıyor, sonra ölüyor. Nitekim ferdî hayatın nasıl son bulduğu şu iki âyette açıklanmaktadır:

"Sonra bir kuvvetten sonra zayıflık ve ihtiyarlık yarattı" (Rûm: 54).

"Sizden kiminiz en kötü bir ömre itilir" (Hac: 5).

Demek ki ele aldığımız âyette ferdî hayat kastedilmiş olsa, darbedilen mesele çelişik geleceği gibi bu âyetlere de aykırı düşecektir. O halde ikinci mânâ, yâni ilk hücrenin zuhûrundan tâ kıyamete kadar süren bütün dünyâ hayâtı kastedilmektedir. Bu hayat, öyle küllî bir hayattır ki şu kısa ömrü­müz ve sınırlı duyularımızla onu kavrayamayız. Bundan dolayı Allah, o hayâtın, zaman zaman yaşayıp gördüğümüz, bildiğimiz bir parçasını bize misâl veriyor ki o küllî hayâtı tasavvur edebilelim.

Bu âyetteki misâlle Cenâb-ı Hak bize şu hususları anlatıyor: 1 — Dünyâ hayâtının oluşumu, 2 — Son zamanda dünyâ hayâtının ve bu hayat sahip­lerinin akıbetinin ne olacağı, 3 — Kıyâmet düşüncesi, 4 — Kıyâmet koptuk­tan sonra dünyânın hali. Bu arada dünyânın yuvarlaklığı hakkında bir işâret.

Şimdi bu hususları çok dikkatli olarak sabırla, geniş yüreklilikle bir bir inceleyelim de ne ince mânâların doğacağını görelim:

1 — Âyetin birinci kısmı:

"Dünyâ hayâtı, gökten indirdiğimiz bir suya benzer. O su, insanların ve hayvanların yediği arzın bitkisine karışır..." (Yûnus: 24).

Dünyâ hayâtının öyle temel âmilleri vardır ki biz bunları görüp idrâk edemeyiz. Onun için bu temel âmilleri Cenâb-ı Hak bize, görüp idrâk etti­ğimiz misâllerle, gökten birbiri ardısıra düşen ve her yere isâbet eden yağ­mur damlalarıyla anlatmaktadır. Gökten öyle şeyler inmektedir ki biz bun­ları göremiyoruz. Bunlar, yeryüzünün her cüz’üne düşmekte, bitkilere, hay­vanlara karışıp hayâta sebep olmaktadır. Nasıl su bitkiye karışıp bitkilerde hayâta sebep oluyorsa bunlar da su gibi hayâta sebep olmaktadır. O halde gökten inen bu şeyler nedir?

1) Bunlardan biri güneş ışığıdır. Bütün canlılar, özellikle bitkiler ya­şamak için ışığa muhtaçtırlar. Bu husus, ilk çağlardan beri bilinmektedir. İn­sanlar, yeteri kadar güneş ışığı olmadan bitkinin yaşayamayacağını eskiden beri biliyorlardı. Hattâ canlılar üzerindeki bu etkisini görünce güneşi hayâtın kaynağı sanıp ona tapanlar da olmuştur. Güneş ışığı da âyet-i kerîmenin tem­sil ettiği veçhile katre katre inmektedir. Ama pek küçük olduğundan bu ini­şini görmek mümkün değildir. Yüce Allah, onun inişini anlayabilmemiz için onu gökten inen yağmurla anlatmıştır.

Güneş ışığının gökten yağmur daneleri gibi indiği, ancak bu çağın ba­şında yapılan geniş fizîkî tecrübeler sonunda anlaşılmış ve isbat edilmiştir: Işık, çok küçük zerreciklerden meydana gelmiştir. Bu zerrelere foton adı verilir. Bir foton zerresinin ağırlığı (1/10) miligramdır. Yani bir mili gramın 10 üzeri 27’de biridir. Başka bir ifade ile, sağ tarafında 27 sıfır olan 1 kadar foton, ancak bir mili gram eder.

2) Gökten inen başka şualar da vardır. Meselâ kozmik şuâlar, radium ışınları ve sâire. Bunlardan bazılarının kütlesi fotondan ağırsa da yine bun­lar da çok küçük zerrelerden ibarettir. Henüz bu ışınların hayatî bir rolü olup olmadığı anlaşılmamıştır ama kanaatimize göre bunların hepsinin ha­yâtın teşekkülünde rolü vardır.

3) Kozmik şualar, enerji yüklü cisimler ihtiva ederler. Bunların ener­jisi, diğer cisimciklerin enerjisinden fazladır. Bizi burada ilgilendiren, pozitif yüklü elekrtonlardır: Positronlar, mimisonlar gibi. Bu elektronlar, güneşten ve yıldızlardan gelmektedir. Bunlar, güneş ve diğer yanan yıldızlardaki atomların parçalanması neticesinde fezaya yayılan zerrelerdendir. Dünyâ, kendisini saran atmosfer kılıfı vasıtasıyla bu zerreleri süzüp tehlikelerini izâle ederek alır. Bu pozitif yüklü elektronlar hava ile karışıp akciğerlere, oradan kana ve hücrelere geçer, vücûda giren maden ve gaz tuzlarındaki negatif elektronlarla çarpışarak canlıda enerjinin meydana gelmesine sebep olurlar.

4) Güneşten ve yıldızlardan nötronlar da yağmaktadır. Nötron ve fo­ton, bu partiküllerin onlarca parçalarından biridir. Nötronun hacmi yoktur. Bunların enerjisi, hareket süratinden hâsıl olmaktadır. Çünkü ışık süratinde hareket ederler.

5) Nitrojen, su şeklinde bitkilere ulaşır. Nitrojen olmasa hiçbir bitki gelişemez. Nitrojen, arza şimşek ve yıldırım vasıtasıyla gelir. Şimşek çakın­ca az bir miktar oksijenle nitrojen birleşir. Arza birleşik nitrojen halinde ya­ğar. Çokları, yıldırımın sadece öldürücü bir şey olduğunu sanır. Halbuki yıl­dırım neticesinde oksitler meydana gelir. Oksitler ise kar veya yağmurun yağmasına sebep olur. Bu suretle toprağa düşen nitrojen miktarı takriben dönüm başına 13 kg.’dır. Bu miktar, bitkilerin gelişmesine kâfidir.

2 — Şimdi âyetin ikinci kısmına geçiyoruz:

"Arz süsünü alıp zinetlenince ve dünyâ ehli de bütün bunlara kadir olduklarını sandıkları bir sırada ona emrimiz gece veya gündüz gelir..."

Ayetin bu kısmını ikiye ayırıp inceleyeceğiz:

A) "Arz süsünü alıp zinetlenince...":

Şimdi iktisâden gelişmiş memleketlere, Orta ve Batı Avrupa’ya, Ameri­ka’ya bakalım da buralarda arzın nasıl süslendiğini, iktisâden geri kalmış diğer memleketlerin de nasıl gelişme yoluna girdiklerini görelim.

Allah’ın Resulü (S.A.S.) buyurur ki:

( … )

"Nefsimi elinde tutan Allâh’a andolsun ki kişi kamçısının ucuyla ve ayakkabısının bağıyla konuşmadıkça kıyamet kopmaz. Mal da öylesine ço­ğalır ki adam zekât vermek ister de zekâtını verecek birini bulamaz. Arap toprağı tekrar mer’alara ve ırmaklara kavuşur".

Ahmed ibn-i Hanbel’in, Müsned’inde rivayet ettiği bîr Hadîste de şöyle diyor:

( . . .)

"Arap toprağı otlaklara ve nehirlere tekrar kavuşmadıkça, Irak’la Mekke arasında giden kervan, yolu şaşırmaktan başka hiçbir korkusu olmadan yü­rümedikçe kıyamet kopmaz".

Bu iki hadîs-i şerifte Arap toprağının tekrar otlaklara ve nehirlere ka­vuşacağı ifade ediliyor. Bu ifade bize, Arap toprağının, eskiden otlaklı, ırmaklı bir yer olduğunu gösterir. Gerçekten de Arabistan eski zamanlarda münbit, ottlaklı, sulak bir yerdi. Sonradan çölleşmiştir. Son zamanda tekrar bu toprak eski haline dönecektir. Kim bilir belki ömrü olan, deniz sularının çok miktarda tatlılaştırılarak araziye akıtıldığını görür.

Müslim’in Sahîh’inde bulunan bir hadîste de Cibrîl Aleyhi’s-selâm, Hz. Resûl’e kıyâmet alâmetlerinden sormuş, O da;

( … )

"Câriye efendisini doğuracak; ayağı çıplak yoksul koyun çobanları yük­sek binalara kurulacak..." şeklinde cevap vermiştir.

Binalara kurulmak, otlaklar ve ırmaklar, süs ve zînette başta gelen un­surlardır.

B) “Dünyâ ehli de bütün bunlara kadir olduklarını sandıkları bir sırada…”:

Kâdirûne kelimesi, Kur’ân’da kâdirûne ve kâdirîne şeklinde cemi’ ola­rak yedi yerde zikredilmiştir. Hepsi de Allah’ın sıfatıdır. Yalnız iki yerde Allah’ın sıfâtı değildir:

Birincisi, Kalem Sûresinde; ( … ) âyetidir.

el-Hard, men’ etmek demektir. Yâni, onlar fakirlere bir şey vermeyip onları men’ etmeğe muktedir olarak sabahladılar…

İkincisi de, bahis konumuz olan bu âyette:

( … )

Burada da, orada da kâdirûne kelimesi, kudretin son sınırını belirtmek­tedir. Allah’a mahsus olan bu kelime, kudretin çok ileri derecesini ifade et­mek için bâzı insanlara sıfat olarak verilmiştir.

Burada kâdirûne kelimesi, son derece muktedir olmayı ifade ettiğine göre âyetin mânâsı şu demek olur: "Dünyâ ehli, ilim, kuvvet hususunda o derece maddî imkânlara sâhip olurlar ki yeryüzünde mutlak kudret sâhibi olduklarını zannederler". Âyet-i celîle bu kudretin belirtilerini söylemiyor. Bunu düşünceye ve hayâle bırakıyor.

Ancak Allah’ın Resûlü (S.A.S.), bu kudretin belirtilerine işaret buyur­muştur. Tirmizî Hz. Peygamber’den şu hadîsi rivayet eder:

“Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemîn ederim ki yırtıcı hayvanlar insanlarla konuşmadıkça; kişi kamçısıyla, ayakkabısıyla konuşup kamçı ve ayakkabı ona evinin durumunu haber vermedikçe kıyamet kopmaz”.

Şimdi düşünelim: Elimizde küçük bir kutu, yâni radyo. Tutuyor, cebi­mize koyuyoruz. Bu kutu bize uzak memleketlerin haberlerini söylüyor. Son yıllarda öyle âletler’yapıldı ki gâyet küçük, hem alıcı hem verici. İnsan icâ­bında bu âlet vasıtasıyla kendi eviyle konuşabiliyor. Bilhassa casusluk için yapılan alıcı verici cihazlar arasında o derece küçükleri vardır ki pekâlâ bun­lar, bastonun ucuna, sapına, kamçının ucuna, yüzüğün kaşına, ayakkabının bağına takılabilir. Ve insan bunlar, vasıtasiyle istediği yere haber verir veya istediği taraftan haber alır. Bu âletler gitgide de mükemmelleşmektedir. Tek­nik elemanlar şimdi, ağırlığı hiç hissedilmeyecek âletler yapmak yolunda­dırlar.

Diğer taraftan deniz suyunu tatlılaştırmak sûretiyle çölü sulamak yo­lunda önemli adımlar atılmıştır. Böylece kupkuru çöl bir gün otlaklara, ne­hirlere kavuşur Libya bu sâhada önemli harcamalar yapmaktadır. İki yıldan fazla bir zamandanberi Libya hükümeti, kumlar üzerine uçakla ham petrol döküp toz kaynağı olan kumu asfalt yapmaktadır. Bir yandan da çölü ağaç­landırıyor. Şimdiye dek 10 milyondan fazla ağaç dikilmiştir. Dikileceklerle beraber bu miktar 20 milyonu geçecektir. Kuveyt de bu alanda önemli gayretler sarf etmektedir. Bu maksatla dört milyon ağaç dikilecektir. Suûdî Ara­bistan ise bu konuda çok ileri adımlar atmıştır. İşte Resûl’ün, kıyamet alâmet­leri arasında haber verdiği şeyler böylece tahakkuk etmektedir. Bütün bun­lar kıyametin alâmetlerindendir.

3 — Üçüncü hususa gelelim:

( … )

"Emrimiz ona gece veya gündüz gelir."

Burada emir, kıyâmet anlamınadır. Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde emir, bu anlama gelir:

"Allâh’ın emri geldi, ona acele etmeyin…" (Nahl: 1).

"Allah’ın emri geldiği zaman gerçek ile hükmolunur" (Mü’minûn: 78).

Âyetin bu kısmını tefsir eden hadîs-i şerîfler çoktur, Resûlullah, bize Asr-ı Risâletten sonra ve kıyâmetten önce zuhur edecek olayları saymıştır ki bunları İslâm’dan başka bir dinde bulamayız. Kur’ân ve Hadîs, bunları bin bir tefsîre mahal bırakmayacak bir tarzda gâyet açık bir ifade ile söyle­miştir. Bu sözler, o kadar açıktır ki yalnız tek mânâya hamledilebilir ve bun­lar, Resûl-i Kerîm’in havadan konuşmadığını, ancak vahye istinâden konuş­tuğunu ispat eder.

Şimdi bu sâhada vârid olan hadîsleri, olaylara göre mütalâa edelim:

A) Vuku’a gelmiş hâdiseler: Buhârî, Müslim ve diğer Hadîs kitapla­rında şu Hadîs mevcuttur:

’’Peygamber (S.A.S.) Medine surlarından birine geldi, orada dedi ki: Benim gördüğümü görüyor musunuz? Ben sizin evleriniz arasında katr mevki’leri gibi fitne görüyorum".

Hz. Huzeyfe de şu Hadîsi nakleder:

"Biz Ömer (R.A.)’in yanında idik. Ömer dedi ki: Hanginiz Resûlullâh’ın, fitne hakkında söylediklerini olduğu gibi biliyor? Dedim ki: Ben. Dedi ki: Öyle ise sen cesâretlisin; söyle nasıl? Dedim ki: Resûlullah (S.A.S.) den işit­tim... (Uzun bir Hadîs zikreder.) Ömer dedi ki: Benim istediğim bu değil, ben deniz dalgası gibi olan fitneyi soruyorum. Dedim ki: Onu ne yapacaksın ey Emîre’l-Mü’minîn? Seninle onun arasında kilitli bir kapı var. Ömer dedi ki: Kapı kırılır mı, yoksa açılır mı? Dedim ki: Hayır kırılır. Ömer dedi ki: Öyle ise bir daha kilitlenmemeli. (Hadîsi Huzeyfe’den rivayet eden diyor ki:) Huzeyfe’ye dedik ki: Ömer kapıyı biliyor muydu? Dedi ki: Evet, ya­rından sonrasının ne olduğunu bildiği gibi! Ben ona bir söz söyledim ki ya­lan yok. (Râvî diyor ki:) İstedik ki kapının kim olduğunu soralım, Mesruk’a sor dedik; sordu. Dedi ki: Ömer (R.A.) dir".

Bu hadîsleri uzun uzadıya îzâha lüzum yoktur. Gerçekten Hz. Ömer öldürülmüştür ki Hadîste kapının kırılması şeklinde işaret edilmiştir. Hz. Os­man’a ulaşan belâ ise asırlarca İslâm âleminde kanayan bir yara olmaya devam etmiş, bu fitne deniz dalgası gibi asırlar boyunca kâh alçalmış, kâh yükselmiş, nice vahîm olaylara sebep olmuştur.

İbn-u Hanbel’in Müsned’inde şöyle bir Hadîs vardır:

"Allah’ın Resûlü’nden Kostantiniyye (İstanbul) nin mi, yoksa Rûmiyye’nin mi daha Önce fetholunacağı sorulur. Resûlullah, Kostantiniyye der ve devam eder: Kostantiniyye elbette fetholunacaktır, onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur".

4 — Arzın yuvarlaklığına dâir bir işaret:

Âyet-i kerîmeden dünyânın yuvarlak olduğunu anlıyoruz. Zîrâ bir an­da bastıracak kıyâmetin, hem gece ve hem de gündüz meydana gelmesi, an­cak dünyânın yuvarlak olmasıyla mümkündür. Birçok âyetlerin bildirdiği gi­bi, kıyâmet aniden bastıracaktır. Burada ve başka âyetlerde kıyamet mey­dana geldiği zaman hem gece ve hem gündüz mevcut olacaktır. Bu da an­cak dünyâ yuvarlak olduğu takdirde mümkündür.

Şimdi bu âyet karşısında bir düşünelim: Hazret-i Muhammed, şerîat mı getirmişti, yoksa bilginlerden miydi? Bu gerçekleri O’nun bilmesine imkân var mıydı? Bunlar O’nun Peygamberliğini ve İslâm’ın sıhhatini doğrulayan en açık delillerdir.

5 — Beşinci husus da, kıyametin ne olduğu, kıyâmet koparken dünyâ­nın ve kâinatın ne olacağı hakkındadır. Kıyâmet nedir ve o zaman neler ola­caktır?

Bizim için başka delil aramağa lüzum yoktur. Kur’ân ve Hadîsin beyan­ları bize kâfidir. Cenâb-ı Hak yüce sözünde buyurur:

"Gürültü koparacak olan kıyâmet! Nedir o gürültü koparacak olan? O gürültü koparacak olanın ne olduğunu sen bilir misin? O gün insanlar, ateş etrafında çırpınıp dökülen pervaneye dönecekler; dağlar, atılmış renkli yü­ne benzeyecekler..." (Kâria: 1-5).

Bu âyet, insanların kıyamet günü pervaneler gibi uçuşacağını, dağların atılmış yün gibi dağılacağını söylüyor.

İnsanları yeryüzünde tutan, çekim kanunudur. Bu kanun kalktığı za­man insanlar, ateş etrafında uçuşup dökülen pervaneler gibi fezada uçuşa­caklar, dağlar ve dünyânın diğer cüzleri birbirinden çözülüp atılmış renkli yün gibi savrulacaktır. Kıyâmet günü çekim kuvveti yalnız dünyâdan değil, bütün dünyâ kâinatından kalkacaktır.

“Göğü biz ellerimizle yaptık ve onu genişletiyoruz" âyetinin ifade etti­ği gibi halen genişlemekte olan kâinatın genişleme hareketi birden dura­caktır. Birbirinden uzaklaşmakta olan cisimlerin, uzaklaşma hareketi tersine çevrilecektir. Bu sûretle kâinâtın sonu başına dönecek, açılan sofra dürülecektir:

"Biz o gün göğü, kitapları dürer gibi düreriz, ilk yaratmağa başladığımız gibi onu iade ederiz (ilk yarattığımız andaki haline sokarız)". (Enbi­yâ: 104) âyetinin sırrı tecellî edecektir.

1) Kâinat cisimleri çok süratli hareket ederler. Bazı gezegenlerin sürati, ışık süratine, yâni saniyede 300.000 km.’ye varır.

2) Kâinat cisimlerinin bu ani duruşu, tasavvur edemeyeceğimiz dere­cede korkunç sarsıntılara sebep olur. Saatte 100 km. süratle giden bir oto­mobilin birden durması halinde nasıl sarsılıp takla attığını bilirsiniz. Ya ışık süratinde giden bir cisim, aniden durursa ne olur? Bu duruşa bir de çekim kuvvetinin ortadan kalkması eklenince meydana gelecek sarsıntıyı hayâl, tasavvurdan âciz kalır:

"Ey insanlar, Rabbinizden korkun, zirâ kıyamet saatinin sarsması cidden büyük bir şeydir!" (Hacc: 1).

__________________________________________________

YAZI

Şehre sen, yollar ararken en büyük varlık, demiş:

“Fethe me’mûr ettiğim kuvvetler, olsunlar emîn!”

Gizliden bir el gelip, ey şehriyârım, gördüğün,

Zabtı müşkil sûra yazmış; “Fedhulûhâ hâlidîn!”

Fedhulûhâ hâlidîn = Meâli: “Buraya ebedî olarak kalmak üzere girin!”

(Kur’ân-ı Kerîm Zümer Sûresi 73. âyetten parça)

Fedhulûhâ 727

Hâlidîn 695

________

1422

El 31

________

1453

____________________________________________________