Makale

HİCRET

HİCRET*

Yazan: Eş-Şeyh es-Sunûsî el-GAZÂLÎ
Tercüme eden: Lütfi ŞENTÜRK

(*) Libya es-Seyyid Muhammed bin Ali es-Sunûsî İslâm Üniversitesi’nin çıkardığı "El Hedyü’l-İslâmî" adlı dergiden (H. 1386 Muharrem, M. 1966, Özel sayı).

Şu anda, hak ile bâtılı birbirinden ayıran Peygamberimiz Efendımiz’in hicret yıldönümünü idrâk etmenin bahtiyarlığı içinde bulunuyoruz. Bu sebeple, hicret ve hicreti hazırlayan sebeplerden kısaca bahsetmek istiyorum.

Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimiz, Kureyşi, Allâhü Teâlâ’ya îman etmeğe ve puta tapmamaya dâvet ederken, bir taraftan da kendisine yar­dımcı olmaları için kabile başkanlarına başvuruyordu. Kureyşe, ecdât ve ba­balarının taptıkları putları terk etmek zor geldi de, Resûl-i Ekrem Efendi­miz’le alay etmeye ve ayak takımını üzerine saldırtmaya başladılar. Bu se­fihler, O’nu taşlıyor ve sihirbazlıkla itham ediyordu. Peygamberimiz Efendimiz ise, kavminin kendisine yaptığı insanlık dışı eziyete ve alay etmelerine sabrediyor ve onları bağışlaması için Allâhü Teâlâ’ya dua ediyor;

“Allâh’ım, kavmimi bağışla, çünkü onlar benim kadrimi bilmiyorlar” diyordu. İnsana, izzet-i nefsiyle alay etmekten ve ihânette bulunmaktan da­ha ağır gelen bir şey yoktur. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz’in şehâmeti ve ahlâkının yüceliği sebebiyle kendisine yapılan kötülüklerden vazgeçiyor, kendisiyle alay etmelerine ve ihânette bulunmalarına sabırla karşı koyuyor ve afv ile mukâbelede bulunuyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, taş kalbli ve bozuk tabiatlı Kureyş arasında on sene kaldı. Onların bitmek tükenmek bilmeyen kötülüklerini müsâmaha ile karşıladı. Durmadan usanmadan onları İslâm’a dâvet ettiyse de bu dâ­vet, onlara inat ve ululanmaktan başka bir fayda vermedi.

( … )

“Bunlar şeytan mensuplarıdır. Gözünüzü açın ki, şeytan fırkasına tabi olanlar, hakîkaten hüsrana düşenlerin tâ kendileridir” (Mücâdele: 19).

Çeşitli yollarla, hattâ üzerlerine melik olmasını da teklif ederek Pey­gamberimiz Efendimiz’i dâvâsından vazgeçirmeğe çalıştılar, fakat Peygam­berimiz;

"Allah’a yemîn ederim ki, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar, Allah’ın bana emrettiği gibi İslâm’a dâvet etme işinden vazgeçici değilim" buyurdu ve bu dâvada azimli ve kararlı olduğunu kendilerine duyurdu.

Peygamberimiz Efendimiz’i dâvasından vazgeçiremeyeceklerini, İslâmi­yet’in yayılmakta ve Müslümanların çoğalmakta olduğunu gördükleri za­man telâşa düştüler. İslâmiyet’in yayılışını durdurmak için tedbir düşünme­ye başladılar, bu maksatla bir karâra varmak üzere "Dârü’n-Nedve"de top­landılar. Bu şeytan taifesinden herbiri fikrini söyledi, fakat Ebû Cehil’in fik­rinden başka hiçbirinin fikri beğenilmedi. Ebû Cehil, her kabileden bir kişi seçilerek teşkil edilecek bir topluluk tarafından Peygamberimiz’in öldürül­mesini, kanının kabileler arasına dağılmasını ve böylece Abdi Menâf oğul­ları bütün kabilelerle savaş etmeye cüret edemeyeceklerini söyledi. Bu tek­lif kabûl edildi. Bunlar bu kararı alırken Cebrail aleyhi’s-selâm da Allah’ın emriyle Resûl-i Ekrem Efendimiz’e geldi ve; "Yâ Muhammed, her akşam yat­tığın yatağında bu akşam yatma" dedi. Peygamberimiz Efendimiz de, Hz. Ali radiya’llahü anh’ı çağırtarak kendisine; "Bu akşam yatağımda sen yat ve bu yeşil örtüye bürün, sana onlardan bir zarar gelmez" buyurdu. Hz. Ali (r.a.) Peygamberimiz’in yatağında yattı ve uyudu. Peygamberimiz’in evinin etrafını saran katiller, Hz. Ali’ye bakıyor ve "Muhammed uyuyor" diyorlardı. Suheylî’nin rivayetinde: Bu cânî ve kâfirler, Peygamberimiz’in evine girmek istediklerinde, evin içinden bir kadın sesi geldi (halbuki evde kadın yoktu). Evin duvarları alçak olduğu ve Peygamberimiz’in yatağında yatan İmâm-ı Ali’yi gördükleri ve kendisini Peygamberimiz Efendimiz san­dıkları halde içeri girmekten çekindiler ve birbirlerine; "Kadın olduğu yere duvardan atlayarak girmek Araplara hakarettir; amcalarının kızları üzerine duvardan aşağı inerek girdiler diye bizden bahsederler" dediler ve bu ar hissiyle içeri girmekten çekindiler. Peygamberimiz Efendimiz’in haber ver­diği şekilde Hz. Ali’nin selâmete çıkması için bu ar hissini kendilerine Allâhü Teâlâ ilham etti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (Hz. Ali’yi yatağına yatırdıktan sonra gecenin üçte birinden sonra evinden çıktı) ve Hz. Ebû Bekir es-Sıddık ile beraber Mekke’den ayrıldı. Hz. Ebû Bekir, beraberine altı bin dirhem harçlık almıştı. Sâdık ile Sıddîk, Sevr mağarasına geldiler ve burada kaldılar. Sabah olup kâfirler yatakta Hz. Ali’nin yatmakta olduğunu ve Peygamberimiz’i kurduk­ları tuzaktan Allâhü Teâlâ’nın kurtardığını gördükleri zaman, şeytânî düşün­celerini yürütemedikleri için deliye döndüler ve Peygamberimiz’i bulana yüz deve vadettiler. Bu hususta şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

( … )

"Şu vakti hatırla ki, o kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri veya sürüp çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı, onlar tuzak kurarlar­ken Allah da karşılığını kuruyordu. Allah tuzakların hayırlısını kurar" {Enfâl: 30).

Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Peygamberimiz’in yatağına yattığım geceden daha rahat bir gece geçirdiğimi hatırlamıyorum".

Peygamberimiz ve arkadaşı Sevr mağarasında üç gün kaldılar. Bu üç gün içinde hizmetleriyle Hz. Ebû Bekir’in ailesi meşgul oldu. Hz. Ebû Be­kir’in kızı Esmâ (R. Anhl) kendilerine yemek getirir, oğlu Abdullah Kureyş’ten aldığı haberleri kendilerine ulaştırır, kölesi Abdullah bin Fuheyre ise o civara koyunlarını sürer, hem kendilerine et, süt ikram eder, hem de Mekke’ye dönerken Abdullah’ın izlerini kapatırdı (Böylece hem canını ve hem de malını Allah uğrunda ve İslâmiyet yolunda fedâ eden Hz. Ebû Be­kir’den Allah râzı olsun).

Bu arada, içlerinde Ebû Cehil’in de bulunduğu Kureyş müşriklerinden bir grup Hz. Ebû Bekir’in evine gelerek kızı Esmâ radiyallâhü anhâ’dan ba­basının nerede olduğunu sordular. Esmâ’nın, "Bilmiyorum" demesi üzerine Ebû Cehil Esmâ’nın yüzüne bir tokat vurarak kulağındaki küpeyi kırdı ve yere düşürdü.

Peygamberimiz’in Medine’ye hicret edeceğini bilen yalnız Ebû Bekir idi. Bu yolculuk için iki deve hazırlatmış, kendilerine kılavuzluk yapması için de Abdullah b. Uraykıt’ı ücretle tutmuştu. Kureyş’in kendilerini taki­bi biraz gevşeyince, Abdullah b. Uraykıt’a haber gönderdiler, o da deve­leri alarak mağaraya geldi. Hz. Ebû Bekir en iyi deveyi Peygamberimiz Efendimiz’e takdîm etti ve;

"Buyurun binin yâ Resûlallâh." dedi. Peygamberimiz kabul etmedi ve;

"Bana ait olmayan deveye binmem." buyurdu. Hz. Ebû Bekir;

"Deve sizindir" dedi. Peygamberimiz Efendimiz;

"Ücreti nedir?" diye sordu. Hz. Ebû Bekir;

"Ücreti şudur" demesi üzerine Peygamberimiz Efendimiz;

"Buyurun, ücretini alın" buyurdu. Hz. Ebû Bekir;

"O sizindir yâ Resûlallâh" dedi.

Peygamberimiz, hicretin yalnız Allah rızâsı için olması bakımından, de­veye ancak ücretle binebileceğini söyledi.

Hz. Ebû Bekir Peygamberimiz Efendimiz’e arkadaş olup malını yanına alıp gidince, babası Ebû Kuhâfe Esmâ’ya; "Ebû Bekir malını yanında alıp git­ti mi?" diye sorunca Hz. Esmâ; "Hayır, o bize pek çok mal bıraktı" dedi ve Ebû Bekir’in parasını sakladığı yere paraya benzer bir şey koyarak üzerini bir bez parçasiyle örttü, sonra da (gözleri görmeyen) dedesinin elinden tu­tarak elbisenin üzerine sürttü ve; "İşte babamın bize bıraktığı" dedi. Bu­nun üzerine Ebû Kuhâfe; "Öyle ise zararı yok, Ebû Bekir iyi yaptı" dedi. Esmâ radiyallâhu anhâ der ki: "Allah’a yemin ederim ki, babam bize hiç­bir şey bırakmadı, fakat bu yaptığımla dedemi endişeden kurtarmak istedim".

Peygamberimiz Efendimiz Abdullah bin Uraykıt’ın kılavuzluğunda Hz. Ebû Bekir ve kölesi Âmir bin Fuheyre ile Medîne tarafına yöneldi. Surâka bin Mâlik, bu küçük kafileyi tanıdı ve Kureyş’in vadi olan yüz deveyi ala­bilmek için arkalarından yürüdü. Kendilerine yaklaştığı zaman atı sürçtü ve kendisi yere yuvarlandı. Kalktı atına bindi ve yoluna devam etti. At, ikinci defa sürçtü ve kendisi de yere düştü. Kalktı tekrar ata bindi ve Peygam­berimiz görününceye kadar arkasından atı koşturdu. At, üçüncü defa sürçtü ve ayakları kuma gömüldü. Uğraşarak atın ayaklarını güç belâ çıkardığı za­man oradan bir ateş dumanının yükseldiğini gördü. Ve anladı ki, Muhammed aleyhi’s-selâm, gerçekten Peygamberdir. Bunun üzerine Surâka arkalarından seslendi: "Beni bekleyin, ben Surâka bin Cuşum’um, sizinle konuşacağım. Allâh’a yemîn ederim ki, benden size bir fenalık gelmez" dedi. Peygam­berimiz Efendimiz ne maksatla geldiğini kendisinden sormasını Hz. Ebû Be­kir’e emretti. Hz. Ebû Bekir, ne istediğini kendisinden sordu. Surâka, kendi­sine bir emannâme verilmesini istedi. Peygamberimiz Efendimiz de kendi­sine bir emannâme vermesini Hz. Ebû Bekir’e emretti. Hz. Ebû Bekir de kendisine bir emannâme yazdı verdi. Surâka bu emannâmeyi Mekke’nin fethine kadar sakladı.

Peygamberimiz Efendimiz ve beraberindekiler yolda Ümmü Mâbed di­ye anılan Atîka bint-i Hâlid’in çadırına uğradılar. Satın almak üzere yiyecek bir şey olup olmadığını sordular. Fakat yanında satın alınacak bir şey bula­madılar. Peygamberimiz Efendimiz çadırın yanındaki koyuna baktı ve ko­yunun neden çadırda bekletildiğini sordu. Ümmü Mâbed; "Zayıflığı ve der­mansızlığı kendisini diğer koyunlarla yayılmaktan alıkoydu" dedi. Peygamberimiz Efendimiz, sütü olmayan bu koyunu sağmak için Ümmü Mâbed’den izin istedi. Ümmü Mâbed’in izin vermesi üzerine Peygamberimiz Allâh’a duâ etti ve mübârek eli ile koyunun memesini ovdu. Bunun üzerine koyunun sütü akmağa başladı. Peygamberimiz bir kap istedi kabı doldurdu ve do­yuncaya kadar Ümmü Mâbed’e içirdi, sonra arkadaşları ve daha sonra da kendisi içti ve en sonunda da kabı doldurdu ve çadır sâhibine verdi. Ümmü Mâbed, bu mucize karşısında Müslüman oldu. Peygamberimiz Efendimiz oradan ayrıldıktan sonra Ümmü Mâbed’in kocası Ebû Mâbed zayıf bir dişi keçiyi sürükleyerek geldi. Çadırda sütü görünce, "Bu nereden geldi?” diye sordu. Çünkü çadırda sağılır hayvan yoktu. Ümmü Mâbed kendisine; "Bize çok mübârek bir zât uğradı ve bu zayıf keçiyi sağdı" deyince kocası; "Hele sen onu bir tarif et bakayım, nasıl bir insandı?" dedi. Bunun üzerine Ümmü Mâbed Peygamberimiz Efendimiz’i birer birer târif edip sözünü bitirdiği za­man Ebû Mâbed; ’’Vallahi bu zât, Mekke’deki işleri bize anlatılmış olan Kureyş’in adamı olsa gerek" dedi.

Peygamberimiz Efendimiz Medîne-i Münevvere’ye vâsıl oluncaya kadar yürüdü. Rebîü’l-Evvel ayının 12. Pazartesi günü kaba kuşlukta Benî Amr bin Avf yurduna indi. Ensâr kendisini sevinç ve heyecanla karşıladı, İzzet ikramda bulundu ve yardım etti. Peygamberimiz burada Pazartesi, Salı, Çar­şamba ve Perşembe günleri kaldı ve bu günler zarfında Kubâ Mescidini in­şâ etti. Temele ilk taşı Peygamberimiz, ikinci taşı Hz. Ebû Bekir koydu, sonra da diğer Müslümanlar inşâ işine koyuldu. Kubâ Mescidi, İslâm’da ilk inşâ edilen mescittir. (Bundan sonra Peygamberimiz Medine’ye geldi) ve Ashâb arasında kardeşlik te’sîs etti ve “ikişer ikişer kardeş olunuz” buyur­du. Sonra da Hz. Ali’nin elinden tutarak, “Bu, benim kardeşimdir” dedi. Amcası Allah’ın arslanı Hz. Hamza ile Zeyd bin Hârise’yi kardeş ilân etti. Peygamberimiz Efendimiz’in Ashâb arasında ilân ettiği bu kardeşlik, vatan ve âilelerinden ayrıldıkları için keder ve üzüntülerinin giderilmesi ve birbir­lerini sevmeleri içindir.

Peygamberimiz Efendimiz, İslâm’ın nûru kâinatı aydınlatmağa başladı­ğı Medîne-i Münevvere’de ikâmet eyledi. Burası İslâm Şeriatının nur ve fe­yiz menbâı, adâlet ve fazîlet kaynağı oldu. Peygamberimiz Efendimiz risâlet ve emâneti tebliğ ettikten, din ve dünyâ hakkında faydalı olan bilgi­leri ümmetine öğrettikten sonra buradan Refîk-i A’lâ’ya yükseldi. Salât ve selâm O’na, Âl ve Ashâbına olsun.