Makale

İslâm’da İlme Ve İlim Adamına Verilen Üstün Değer

İslâm’da İlme Ve İlim Adamına Verilen Üstün Değer

Dr. Ali Arslan AYDIN
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Konya Yüksek İslâm Ens. Öğ. Üyesi

Önce şu gerçeği belirtmek isteriz ki; insan, madde ve ruhtan meydana gelen canlı ve düşünen bir varlıktır. O, kendisine İlâhî bir mevhîbe ve ihsan olarak verilen aklı sayesinde, diğer varlıklardan üstün ve şerefli kılınmıştır. Çünkü o, aklı ile düşünür, iyiyi ve kötüyü, hayrı ve şerri, hakkı ve bâtılı onunla anlar, duyu organları ile elde ettiği bilgileri aklı ile değerlendirerek gerçekleri kavrar. İnsan; aklı vasıtasiyle fikir ve tefekkür hayâtına kavuştuğu ve dînî emirlerle yasakları onunla anladığı için, sorumludur. Aklı ve hür bir iradesi bulunduğu içindir ki, yaptıklarından mes’uldür. Çünkü insanı insan hüviyetine kavuşturan, onu diğer varlıklardan ayıran ve bilgi sâhibi kılan cevher, akıldır. Bu bakımdan, aklı olmayanın tefekkür hayâtı, dolayısıyla ilmi ve dîni olmaz; ne Allah (C.C.), ne de kul nazarında mes’ul ve sorumlu tutul­maz. Bu sebepledir ki, kâinatta görülen canlı varlıklar arasında yalnız insan­lar, Rabbını bilmekle, O’na ibâdet etmekle, aynca bu dünyâyı îmar ve ıslah etmek için ilim öğrenmekle mükellef tutulmuşlardır. Bütün bu sorumlulukların kaynağı, insanı ilim sâhibi kılan ve dînî emirleri anlama imkânına kavuşturan, akıldır.

O halde, insanın bir maddî, bir de manevî yönü vardır. Maddî yönü ile o, diğer canlı varlıklarla ortaktır, insanı öbür varlıklardan ayıran ve onun mâ­nevi yönünü teşkil eden, rûhî ve aklî hayâtıdır. İnsan, aklı sayesinde, madde ve cisimler arasındaki sürekli ilişki ve nisbetlerden yararlanarak mevcut genel hükümleri keşfeder, tabiî kanunları anlar ve böylece çeşitli keşifler yapar. Bunu, beş duyu organını kullanarak, gözlem (müşahede) ve deney (tecrübe) yoluyla elde ettiği sonuçları değerlendirmek sûretiyle ortaya koyar. Aynca akıl, madde ve fizik ötesindeki mâkuller âlemini ve mücerret (soyut) gerçekleri kavrayarak, insana, küllî genel bilgiler verir. Son merhale olarak insan, ruh saffeti ve muhayyile kuvvetiyle İlâhî ilhama mazhar olur ve gayp âleminden mânevî yüce bilgiler elde eder. Ancak, bu bilgileri, her akıl sâhibi bilfiil değil, Hak Teâlâ’nın seçtiği ve üstün kabiliyet ve vasıfta yarattığı pey­gamberler vasıtasıyla elde eder. Bu sebepledir ki İslâm bilginleri, bizi ilme götüren sebepleri; “Sağlam beş DUYU ORGANI”, AKIL ve DOĞRU HABER olarak tesbit etmişlerdir. Böylece; hem müsbet ilimlerde esas olan tecrübe ve mülâhaza (deney ve gözlem) yoluyla (amprisme), hem de aklın koyduğu esaslar ve kanunlar (rasyonalize) ile bilgi elde edeceğimizi, ayrıca, aklın hal­ledemediği metafizik mes’eleleri vahiy ve ilham vasıtasiyle kavrayabileceğimizi kabûl etmişlerdir.1

İnsan fıtratına uygun olan ve dâima akla hitâbeden İslâm Dîni, insandaki bu üç ana unsura dayanarak, ilmin yollarını tesbit etmiş, bu yolların herbirinin sağladığı imkânları kullanarak faydalı ve lüzumlu olan her türlü ilmi elde et­meye bizi teşvik etmiştir. Bu bakımdan, hiçbir dînin; insanları, İslâmiyet kadar ilme, öğrenim ve eğitime tevcih ve teşvik etmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim İslâm’ın iki ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimizin hadîsleri, bu gerçeği te’yid eden canlı örneklerle doludur. Çünkü İslâmiyet, akıl ve ilim yolunu benimsemekte, Kur’ân âyetleri ve hadîsler, insanları tefekkür ve muhakemeye teşvik etmekte ve bu vasıta ile ilâhî hikmetleri düşünmeye dâvet etmektedir. Böylece İslâmiyet, ilim ve din, akıl ve îman, madde ve ruh, hayat ve âhiret arasında tam bir muvazene kurmakta, getirdiği insan tabiatına uygun olan İlâhî esasları ile beşeriyete ilim, medeniyet ve saâdet yollarını açmaktadır.

İnsan’ın, kâinattaki varlıklar arasındaki yerine, insan tabiatı ile ilmin alâ­kasına ve onu ilme götüren ana unsurlara kısaca temas ettikten sonra, İslâm Dîninde ilme ve âlimlere, dolayısıyla öğretim ve eğitime verilen değeri, İslâm’ın iki ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’e ve onun rûhunu aksettiren Peygambe­rimiz (S.A.S.)’in hadîslerine dayanarak açıklamaya çalışacağız.

Her şeyden önce şu gerçeği hatırlamalıyız ki; Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.)’e indirilen ilk âyet; “Yaratan Rabbının adıyla OKU.”2 diyerek, OKU emriyle başlamaktadır. Son Peygamber’e Yüce Rabbının verdiği ilk em­rin, ilmin anahtarı olan “okumak” emri olması ve bu emrin; “OKU! Sonsuz kerem sâhibi olan Rabbının adıyla ki KALEM’le ÖĞRETEN O’dur. İnsanın bilmediğini O ÖGRETTI.”3 âyetleriyle te’kid edilmesi, çok dikkate şâyandır. Çünkü bu ilk emir, OKUMA’nın büyük önemini, her şeyin ilim sâhibi olmakla elde edileceğini ortaya koymakta, diğer âyetlerde ise; Yüce Allâh’ın EZELÎ İLMİNİ, “İlk Öğretici”nin O olduğunu ve yazma âleti olan KALEM’i beyan et­mektedir. Bu gerçeği hatırlamak, İslâm’ın ilme ve öğrenmeye verdiği üstün ve şerefli mevkii belirten çok açık ve kesin bir delildir.

Bilinmelidir ki; bütün ilimlerin kaynağı ve sahası olan iki ana unsur vardır. Biri, Yüce Allâh’ın eseri olan Kâinat’tır ki, o, müsbet ilimle, teknikle bilinir. Diğeri ise; Allâh’ın Kelâmı ve beşeriyyetin hidâyet rehberi olan KUR’ÂN-I KERÎM’dir. O da, aklın ve vahyin ışığında varılan ilimlerle anla­şılır. Nitekim birçok âyetler, akıl sâhiplerini, kâinata, ondaki hikmet ve ibret dolu İlâhî nizâma ve çeşitli yaratıklara bakarak Yüce Allâh’ın Varlığını, Bir­liğini ve sonsuz Kudretini anlamaya dâvet etmektedir.4

Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’de ilim ve âlimler dâimâ öğülmüş, cehâlet ve câhiller her zaman yerilmiştir. Birkaç örnek verelim;

“De ki: Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Bunu, ancak akıl sâhipleri anlar.”5

“(Bilen ve bilmeyen) iki zümrenin hâli, kör ve sağır ile gören ve işiten kimselerin hâli gibidir. Bunlar hiç aynı (derecede) olur mu? Hâlâ iyi düşün­meyecek misiniz?”6

“De ki: Kör ile gözleri gören kimse, karanlıklar ile aydınlık hiç birbirine denk olur mu?”7

“Kör olanlar ile gözleri görenler, karanlıklar ile aydınlıklar, serin gölge ile yakıcı sıcaklık bir olmaz. Diriler ile ölüler de aynı değildir. Muhakkak ki Allah, (gerçekleri) dilediği kimselere duyurur. Sen (Ey Rasûlüm) mezarlar­daki ölüler gibi (duygu ve idrâk yoksunu) olan (câhil, bilgisiz) kimselere (ger­çekleri) duyuramazsın.”8 buyurularak, ilim ve âlimler; gören göze, işiten ku­lağa, serin gölgeye ve aydınlığa benzetilerek övülmüş, cehâlet ve câhiller ise; körlere, sağırlara, karanlığa ve yakıcı sıcaklığa benzetilerek yerilmiştir. Nite­kim târihçiler, İslâmiyet gelmeden önceki devre, “Câhiliyet devri” adını ver­mişlerdir.

Ayrıca ilim sâhipleri hakkında:

“Kulları içinde Allah’dan korkanlar, ancak ilim sâhibi âlimlerdir.”9

“Müteşâbihattan (birden çok manâlı) olan âyetlerin te’vilini ancak Allah ve ilimde rüsuh sâhibi âlimler bilir.”10

“Allah dilediğine hikmet verir. Her kime hikmet (yâni ilim) verilirse, muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir.”11

“Allah, içinizden îman edenleri ve kendilerini ilme veren (âlim) leri dere­ce derece yükseltir.”12 buyurulmak sûretiyle, ilmin fazileti ve ilim adamlarının Allah (C.C.) indindeki yüce makam ve dereceleri açıklanmıştır.

Bazılarını yukarıda sıraladığımız bu âyetlerin ifade ettiği mânâları, sevgili Peygamberimiz pek çok hadîsleriyle açıklamışlardır. Hikmet dolu bu mübarek sözlerden burada birkaçını zikretmekle yetineceğiz:

“İlim tahsil etmek, (erkek, kadın) her müslümana farzdır.”

“Hikmet (ve ilim) mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa alır.”

“İlim, Çin’de de olsa, arayın.”

Görüldüğü gibi Yüce Peygamberimiz’in, Çin gibi çok uzak ülkelerde dahi ilim aramayı emretmesi ve faydalı ilmi, mü’minin kaybolmuş malı sayması, müslümanları yalnız din ilmine değil, dünya ile cemiyet ve medeniyetle ilgili her türlü lüzumlu ilim ve tekniği öğrenmeye teşvik edici mahiyette olup, öğ­retimle ilgili genel ve temel bir emir sayılır.

İlmin faziletini, ilim sâhibi olanların yüksek derecelerini belirten pek çok hadîsten bazılarım burada zikretmemiz yerinde olacaktır:

“Beşikten mezara kadar ilme çalışınız.”

“İlim benim mirasım dır. Benden önceki Peygamberlerin de mirasıdır.” “Alimler, dünyânın ışıkları, Peygamberlerin halifeleri, benim ve Peygam­berlerin vârisleridir.”

“İnsanların Peygamberlik derecesine en yakın olanları, cihad ehli ile ilim erbabıdır.”

“Dünyâ ve âhiret hayrı ilimledir. Dünyâ ve âhiret şerefi ilimledir.”

“Kendisinden faydalanılan âlim, bin âbidden hayırlıdır.”

“Âlimlerin mürekkebi, kıyamet gününde şehidlerin kanıyla denk tutulur.”

“İlim elde etmeğe çalışan kişi, tahsilini bırakmadan ölürse, şehid sayılır.”13

İslâm büyüklerinden Hz. Ali (R.A.) bu konuda şöyle söylüyor:

“İlim maldan hayırlıdır, ilim seni korur, sen ise malı korumaya mecbur­sun. İlim hâkim, mal ise mahkûmdur...”

"Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.”

"Çocuklarınızı, kendi zamanları için hazırlayın.”

İmam Şâfiî’nin söylediği rivâyet edilen şu söz, ne kadar yerindedir:

“İlim iki kısımdır, önce bedenler ilmi, sonra da din ilmi.”

Çünkü sağlık olmadan, din ilmi ve ibâdet olmaz.

Yukarıda bâzılarını sıraladığımız âyet ve hadîsler, İslâmiyetin ilme, ilim tahsiline ve ilim adamlanna verdiği büyük değeri ve müslümanları, din ve dünyâ ile ilgili her türlü faydah bilgi sahibi olmaya nasıl teşvik ettiğini açıkça göstermektedir. Nitekim Peygamberimiz (S.A.S.), her sâhada olduğu gibi, bu sahada da müslümanlara bilfiil önderlik ve rehberlik etmiş, Medine’de inşâ ettirdiği ilk mescidde verdiği derslerle, ilk İslâm öğretmeni ve terbiyecisi ol­duğunu göstermiştir. Peygamberimiz’in arkadaşları olan Sahâbîler de, aynı yolu tutarak, başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere, ondan doğan bütün ilimleri halka öğretmişlerdir.14 İslâm’ın yüce Peygamberinin; “Bedir” Muharebesinde esir düşen bâzı Yahûdileri, 10 Müslümana okuma-yazma öğretme karşılığında âzat etmesi, okuma-yazmaya verdiği büyük önemi göstermektedir.

Daha sonra gelen İslâm halîfeleri ve âlimleri de Peygamber’in nurlu izin­den giderek, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i şeriflere uygun olarak Tefsir, Hadîs, Usûl-i Tefsir, Usûl-i Hadîs (Nakdı’r-Ricâl ve Mustalâhu’l-Hadîs), Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Akâid ve Ahlâk gibi İslâmî ilimleri vücûda getirerek ciltlerle eserler yazmışlar, câmi ve mescitleri okul haline getirmişlerdir. Bu çığırda yürüyen İslâm bilgin ve mütefekkirleri, İslâm fütûhatı sonunda temas ettikleri millet­lerin kültüründen de faydalanarak, her türlü ilmi geliştirmiş ve yaymışlardır. Meselâ; Kindi, Farâbî, İbn-i Sînâ, Gazâlî, İbn-i Rüşd, İbn-i Haldûn, İbn-i Miskeviyeh, İbn-i Esîr, Taberî, Ebû Bekir Râzî, Bîrûnî, İbn-i Haysem ve Câbir İbn-i Hayyân gibi âlim, filozof, tabib, târihçi ve ahlâkçıları, garp ilim âlemi de çok iyi tanımaktadır.15 İlim ve felsefenin her dalında, tıp ve matematik ile fizik, kimya ve astronomi (felek) gibi müsbet ilimlerde İslâm’ın yetiştirdiği, âlim ve mütefekkirleri, aynca İslâm medeniyetinin teşekkülü, gelişmesi, yayıl­ması ve diğer medeniyetler üzerinde müsbet tesirleri anlatmak, bu makalenin sınırını ve dergi sayfalarını çok taşar. Ancak, bu konuda kıymetli bir târihçimizin yazdığı şu veciz cümleleri değerli okuyucularımıza naklederek yazımıza son vereceğiz:

“İslâmiyet; siyâsî hudutlan ile nizamını kurduktan sonra, Abbâsîler za­manında, aynı sürat ve kudretle, ilim ve kültür hamlelerine girişmiş ve en yüksek medeniyet seviyesine ulaşarak, karanlığa gömülmekte olan dünyaya aydınlık ve saâdet getirmişti. Filhakika Hristiyanlık miras aldığı eski ilim ve medeniyet eserlerini imha ederken, İslâmiyet, tamamiyle aksine, kendi sağ­lam esasları ile eski Şark, Yunan, İran, Türkistan ve bir miktar da Hindistan ve Çin’in fikir mahsûllerini yoğurarak yeni bir medeniyet sentezi vücûda ge­tirmişti. Hristiyanlık, ilmi, hayâtı ve medeniyeti inkâr ederken, İslâmiyet bun­ları yükseltiyor; ilim tahsilini bütün müslümanlara emrediyor, âlim ile câhilin müsâvî olamayacağını bildiriyordu. Böylece, madde - ruh muvazenesini kura­rak, eski-çağ kültürlerini, yeni ye yüksek bir medeniyet sentezi ile yeniçağlara ulaştırma şerefi, Hristiyanlığa değil, İslâmiyet’e âittir. Hattâ Avrupalılar, medeniyetlerinin kaynağı saydıkları eski Yunan’a kavuşmayı bile. İslâm medeniyetine borçludurlar. Gerçekten Avrupa XII - XV. asırlar zarfında, İslâm’­dan aldığı ilim, kültür ve teknik aşılar sayesinde kendi medeniyetini kurabil­miştir. İşte İslâmiyetin târih bakımından ikinci mu’cizesi de budur.”16

İslâm’ın ilme ve ilim adamına verdiği üstün, değeri, her türlü faydalı ilmi öğrenmek ve öğretmek için yaptığı teşvikleri, Mukaddes Kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.)’in hadîslerine dayanarak açıkla­maya çalıştık. Bütün bu açık ifadelerden ve târihin kaydettiği İslâm medeni­yetinden anlaşılan kesin gerçek şudur ki; İslâm Dîni, ilim ve irfan, akıl ve mantık dînidir. Bâzı maksatlı kişilerin sandığı ve göstermeğe çalıştığı gibi il­me, medeniyete ve terakkiye (ilerleme ve yükselmeye) engel değildir. Müslüman milletlerin parlak mazilerine rağmen, çağımızdaki geri kalmış ve az ge­lişmiş olmalarının sorumlusu, asla İslâmiyet değildir. Bu hâl olsa olsa, müs­lümanların çalışma tempolarındaki gevşeklik, plân, program ve metodlarındaki kusurlar sebebiyle meydana gelmiş olmalıdır. O halde sorumlu, müslümanlann kendileridir. Bunun böyle olduğunu, her akl-ı selîm, mantık ve insaf sâhibinin kabûl edeceğini ümit etmekteyiz.

_______________________________________

(1) A. Arslan Aydın: İslâm İnançları ve Felsefesi: C. I, s. 87-92 (İstanbul 1968).

(2) Alâk: 1.

(3) Alâk: 3-5.

(4) Bakara: 22, Nebe’: 6-16 gibi.

(5) Zümer: 9.

(6) Hûd: 24.

(7) Ra’d: 16.

(8) Ra’d: 19.

(9) Fâtır: 28.

(10) Al-i İmrân: 6.

(11) Bakara: 270.

(12) Mücedele: 11.

(13) Burada zikredilen hadisler için bkz. Sahihi Buharî ve Sahihi Müslîm’in ilim bölümü, İmam Gazali’nin İhyası C. 1. s. 5-90; Hak Dini Kur’an Dili C. 6. s. 4792-4796.

(14) Medeniyeti İslâmiye Tarihi: C. 3, S. 395.

(15) özet bilgi için Bkz. O. Keskioğlu: Müslümanların İlim ve Medeniyete Hizmetleri, Ankara 1971 (Diyânet İşleri Bşk. Yayınlarından).

(16) Prof. Dr. Osman Turan: Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi C. I, s. 135 (İstanbul 1969).