MUSTAFA KIBRISLIOĞLU
Türk isminin insanlık tarihine karıştığı, Türk kahramanlık ve cengâverliğinin dünya savaş meydanlarına hükmetmeye başladığı günden beri “Türk” kelimesi barışta insanlık ve dostluğun, savaşta kahramanlık ve cengâverliğin sembolü olmuştur. Bir zamanlar bütün Avrupa’yı titreten, cihana korku ve dehşet saçan Napolyon’u düşününüz. Ve Türkler hakkındaki görüşlerine bir bakınız:
“İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır: erkeğin cesur, kadının namuslu olması… Bu iki meziyetin yanında hem kadını hem de erkeği şereflendiren tek bir fazilet vardır: icabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki, Türkler öldürülebilir lâkin mağlûp edilemezler”.
Bakınız Türkleri yakından tanıyan ve hayranlıklarını gizlemeyen İtalyan şairi onları nasıl tanımlıyor?
“Türk, düşmana karşı müthiş bir kasırga, fırtına, coşkun bir deniz, kırıp döken veya yakan, yıkan bir yıldırım olduğu halde dostuna ve silahsız düşmanına karşı bir seher yeli, berrak bir göl, seyrine doyulmaz bir güldür”.
Türklerin bir kısmı eski dinleri olan Şaman dinini bırakıp Müslümanlık’tan başka dinlere intisab etmişlerdir. Ancak bir asır geçmeden görülmüştür ki; Türklerin millî bünyesine uymayan bu dinler onların askerlik meziyetlerini, cihangirlik vasıflarını kaybettirmiştir. Türk cemiyetlerinde buhranlar doğurmakla, mânevî kıymetleri değiştirmekle kalmamış, Türk Devleti’nin siyasî bünyesini tahprib etmiş, felce uğratmıştır. Hâlbuki Karahanlılardan Satuk Buğra Han’ın İslâmiyeti kabulü ve Karahanlı Devleti’nin resmî dinini de “İSLÂM DİNİ” olarak ilânını müteakip İslâmiyet Türkler arasında da yıldırım hızıyla yayılacak on birinci asrın başlarında Anadolu’yu fetheden, Türk Devleti’ni kuran Oğuz Türkleri de tamamen Müslüman olacaklardır. Anadolu kapılarına dayanan Oğuzlar, millî mefkûrelerine bağlı oldukları kadar İslâm Mefkûresi’ni de benimsemiş, İslâm potasında erimiş Türklerdir. Kısacası Türklerin Müslüman camiaya dâhil olmasıyla zaaf alâmetleri gösteren İslâm Âlemi, genç, dinç, yukarıda meziyetlerim açıkladığımız bir temsilciye sahip olmakla çok şey kazanacak ve beş çeyrek asır geçmeden Türklüğü İslâm Dünyası’nın efendisi, İslâmiyeti ise, dünyanın hâkimi kılacaktır. Böylece İslâm ideolojisi tekrar ilk zamanlardaki ruh ve hamlesini kazanarak dört asırlık bir süreden sonra yıkılmaya yüz tutan bir medeniyet, bir âlem, asırlar boyunca yaşayacak, ilerliyecek ve hayatiyet kazanacaktır. Bundan sonraki İslâm Medeniyeti yeni bir safhaya girecek, İSLÂM TARİHİ Selçukluların ve Osmanlıların bir eseri olarak zamanımıza kadar devam eden istikâmeti alacaktır. Oğuz Türklerinin, Selçuklu sultanları idaresinde kurdukları bu büyük imparatorluk, İslâm Âlemi’ni siyasî ve içtimaî anarşiden kurtarmakla kalmayacak en büyük İslâm düşmanı Bizanslıları da ezerek İslâm idealini gerçekleştirecektir. Bundan başka onlar, İslâmiyeti kemiren hastalıkların yalnız silâh kuvvetiyle tedavî olunamayacağını pekiyi kavradıklarından İslâm Medeniyetini ilmî ve medenî müesseseleriyle Sünnîlik esaslarına uygun olarak yeniden kurdular. Cami, medrese ve zaviyelerin kurulması ve kökleşmesini sağladılar. Zira inanıyorlardı ki kılıç kullanan askerî kuvvetlerin yanında ilim ve tasavvuf erbabından müteşekkil irfan ordusunun da müşterek gaye etrafında toplanması şarttır. Bu suretle İslâm Âlemi’nde asırlarca kurulamayan maddî ve manevî huzur temin edilmiş oldu.
Selçuklular İslâm Âlemi’ni idareleri altına almadan önce İslâm Dünyası’nın umûmî durumuna kısaca göz gezdirelim: bu tarihlerde Sünnî İslâm Dünyası büyük bir kriz içinde idi. Kahire’deki Şiî Fatımî Halifesinin taraftarları İslâm Dünyası’nı kaplamıştı. Selçuklulara gelinceye kadar batı hattâ orta İran ve Irak Şiî bir İranlı hanedan olan BÜVEYHÎ’lerin elinde idi. Fatimî propagandası o derece kesifleşmişti ki, Abbasîlerin büsbütün ortadan kaldırılacağından korkuluyordu.
Aynı asırda Bağdat’ta şarktan gelecek Fâtih Türklerin İslâmiyeti kurtaracağına ve burada hüküm süren Şiî Büveyhoğulları’nm hâkimiyetine son vereceğine dair bir inanış yerleşmişti.
Selçuklular idaresinde Türklerin İslâm Âlemi’ne yaptıkları hizmetler, zamanında pekiyi takdir ve aksettirilmiştir.
Ravendî’nin “Rahatu’s-Südûr” adlı eserinde deniyor ki:
“İmam A’zam veda haccını yaparak Mekke’de Allah’a niyazda bulunurken, “ey Allahım, benim içtihadım doğru ve mezhebim hak ise yardım et; çünkü ben senin için Hz. Muhammed (S.A.S.)’in şeriatini takrir ettim” demiş. Hatiften gelen bir ses ona “sen doğruyu söyledin. Kılıç Türklerin elinde bulundukça senin mezhebine zeval yoktur” cevabını verir. Ravendi şöyle devam ediyor: “Allah’a hamd olsun ki, İslâm’ın arkası kuvvetli, Hanefî Mezhebi mensuplan mes’uddur. Arap, Acem, Rum ve Rus diyarında kılıç Türklerin elindedir” işte Türk tarihinin cihângirlerinden cihan çapında askerlik dehâsına sahip komutanlardan Alp Arslan’ın babası Çağrı Bey’le kardeşi Tuğrul Bey, böyle bir zamanda ortaya çıkmış, İslâm Tarihi’nin 2. devresini açmıştır. Bu devrede Arapların cihanşumül tarihî rolü, tarihe karışarak yerini Türklere devretmiştir.
Sultan Alp Arslan’ın amcası Tuğrul Bey, İslâm dünyasını yukarıda açıklanan acıklı şartlardan kurtarırken yeryüzündeki bütün Sünnî Müslümanların da en samimî hürmet ve muhabbetini kazanıyordu.
1058’de ölen Arab edibi İbn-i Hassul’un sözleri İslâm Dünyası’nda Tuğrul Bey’in şahsında Türklere karşı beslenen hisleri belirtmesi bakımından önemlidir.
“Bütün milletler içinde cesaret ve şeceatce Türklerden daha ileri olan bir millet yoktur. Allah onları Arslan suretinde yaratmıştır...” “...Türklerin en büyük vasfı bir toplumun başına geçmekteki istidatlarıdır. Doğuştan hükümdar ve komutan olmak, emir vermek ve toplumları idare etmek için yaratılmışlardır. Bugün cihan padişahı, İslâm Dini’nin başı ulu ve yüce Sultan Ertuğrul Bey’dir. Allah ona yardım etsin. Ve O’nun hükümdarlığını teyid eylesin, düşmanlarını hor ve hakir kılsın. Türk Bayrağı’nı muzaffer etsin. Türkler, Tuğrul Bey’in şahsında adalette yeryüzünü tutmuş, ünü doğu ve batıya yayılmış bir hükümdar buldular. Allah hiç bir hükümdara bu genişlikte ülkeler vermemiştir. Türk hakanına itaat etmek, bugün her Müslümana farz olmuştur. Gizli ve açık olarak O’nun dostluğundan ayrılmamak, gece ve gündüz ona dua etmek dinimizin şevket ve azameti için şarttır.”
İşte Türkleri kapalı kıtalardan çıkıp açık denizlere iten ve bin yıl için Müslüman Türklerin kaderinin çizilmesine vesile olan DANDANAKAN Zaferi kahramanları Çağrı - Tuğrul Bey’ler böyle Türklerdir.
Bütün Avrupa’da derin akisler uyandıran babası ve amcasının Dandanakan’daki eserini tamamlayarak Türk milletinin bundan sonraki yeni devresini açan büyük İslâm Gazi ve Fâtihleri payesine yükseltilen, bütün tarihçi edib ve san’atkârların takdirlerini kazanan MALAZGİRT KAHRAMANI SULTAN ALP ASLAN ise, ÇAĞRI ve TUĞRUL Bey’lerden feyz almış, onlarla beraber savaş meydanlarında çarpışmış, aynı iman ve inanç ile kalbi çarpan, ismi ile müsemma bir kahramandır. O’nun kahramanlıklarını ve savaşlarını bir kaç satırla değil bir kaç kitapta bile toplamak imkânsız olduğunu çok iyi biliyor fakat büyük zaferinin 900. yılını kutlarken bir kaç satırla olsa bile o büyük kahramanın, hâlis Müslüman - Türk’ü anmaktan kendimi alamıyorum.
Yıl 1071 ve günlerden cum’a… İslâm âleminde bütün cum’a hutbelerinde Müslüman Türk ordusunun muvaffakiyeti için dualar okunmaktadır. Namazı müteakip Alp Aslan’ın tek bir vücut, tek bir ruh ve tek bir iman halindeki 50 bin kişilik gözü pek ve yiğit ordusu komutanının ağzından çıkacak son emri beklemektedir. Ordusunu son bir defa daha gözden geçiren komutan, gür sesiyle askerlerine şöyle seslenmektedir:
“Kahraman mücahidler! Biliniz ki, bu savaş pek korkunç olacaktır. Bu dehşetli kavgada ne kol kalır ne de baş! Özrü olan varsa, bu savaşa girmesin!
“Kahramanlar! Bakın, ok ve yayımı yere attım. Düşmana karşı dalkılıç saldıracağım, iyi kılıç savuranlar ileri gelsin…” Son sözlerini söylemeden evvel, kaftanını çıkararak bembeyaz Harmani giyiyor ve yine ordusuna şöyle sesleniyordu:
“Mücahidler! Bakmız. Kefenlere büründüm. Şehit olursam, mezarım burası olacaktır. İLERİ!”
Son emrini vermesiyle, bembeyaz atının üstünde bir ok gibi fırlaması bir olan Alp Arslan’ı yıldırım sür’atiyle tek bir kalb halinde 50 bin Müslüman - Türk süvarisi takip etmiştir. Artık Malazgirt Ovası’nda Müslüman - Türk akıncılarının nal sesleri duyulmakta, kükreyen aslanların ALLAH ALLAH sadaları semalara yükselmektedir.
Bizans’ın 200 bin kişilik ordusunun mağlûbiyet sebebi; Uz ve Peçeneklerin Sultana ilhakında, Ermenilerin muharebeyi terk etmesinde, Diyojen’in kabiliyetsizliğinde ve nihayet Alp Arslan’ın uyguladığı Bozkır Muharebe usûl ve taktiğinde aranabilir. Ama bence galibiyetin sırrını, yukarıdan beri izahına çalışılan, Müslüman-Türk’ün savaştaki kahramanlık ve cengâverliğinde, din ve mukaddesat uğrunda rütbelerin en üstünü şehitlik mertebesine erme arzu, iştiyak ve imanında aramak gerektir.
“ O RÜKÛ’ OLMASA,
DÜNYADA EĞİLMEZ BAŞLAR!
( … )
“Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
Müfritlerin (müşriklerin) emirlerine boyun eğmeyin.
Ki onlar yeryüzünde fesâd çıkarıp, ıslah etmez kimselerdir.
Eş-Şuarâ: 150-152
EĞİLME
Zincirlerin altınsa da hattâ koparıp kır
Susmak ne demekmiş? Yere haykır, göğe haykır
Vicdan bile duymaz, sesi çıkmazsa bir âhı,
Sessiz kölelerdir, yaratan binbir İlâhı.
Elbet put olurlar, öpülen eller, etekler
Elbet, öpen oldukça, olur öptürecekler.
Hürriyet, o en son şerefindir, onu satma
Bir Tanrı yeter, kendine bin tanrı yaratma
İnsandaki dört tane ayak devrini bilme
Mahvolsa, eğilmezdi baban, sen de eğilme.
Mithat Cemâl KUNTAY