Makale

SULTAN ALP ARSLANIN EN MÜHİM HİZMETİ

SULTAN ALP ARSLANIN EN MÜHİM HİZMETİ

SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY

Bizdeki yanlış maarif anlayışının ve tatbikatının bize kaybettirdi­ği en büyük hususlardan biri de tarih şuurudur. Tarih şuuru bir mil­letin hâfızası demektir. Bir kimsenin hâfızâsını kaybetmesi ne demek ise bir milletin de tarih şuurunu kaybetmesi yahut kazanamaması o demektir. Bugün yeryüzünde hiç bir millet yoktur ki kendi tarihini didik didik etmiş, araştırıp her şeyini ortaya koymuş ve tarihin tatlı ve acı taraflarını sevdirerek millet fertlerine tattırmamış olsun, hazmettirme­miş bulunsun. Böyle bir millet varsa maalesef o da biziz. Tarihimizi, geçmişimizi senelerce kendi ellerimizle, okullarda kötüledik. Bu okul­lardan çıkanların pek çoğu en azından tarihe, an’aneye, ahlâka ve dine yabancı kaldılar. Tarih şuuru alamadıkları için kafaları ve ruhları mu­allakta kaldı, kendi milletini sevemediler; netice olarak, gittiler başka milletlere hayranlık beslediler, ruhlarını doyurmaya çalıştılar.

Hâlbuki hele bu çağda, tarihi olmayan devletler bile uydurma tarihlerle, çalma hikâyelerle nesillerini yetiştirmekledirler. Durum böyle iken biz kendi tarihimizin çeşitli noktalarını aydınlatmaktan hâlâ uza­ğız. Batılı milletler ise bu işi, akademiler, araştırma enstitüleri kurarak, derin araştırmalar yaparak, okullarda tarihî büyüklerinin eserlerini oku­tarak hattâ ezberleterek, temelden çatıya doğru gerçekleştirdiler. Doğu komşumuz İran bile bizden bu hususta ilerde sayılır, tarihî değerleri ile bugünkü nesli arasındaki bağı, köprüyü koparmamış. Hattâ bir kaç ay sonra İran devletinin 2500. kuruluş yıldönümü 5 yıldır yapılan ha­zırlıklarla kutlanacak.

Biz ise diğer büyüklerimiz bir tarafa, bize bir vatan bağışlayan Sultan Alp Arslan’ı onun devrini, o zamanki ilim ve fikir hareketlerini doğru dürüst tanımaktan uzağız. Her şeye rağmen bizde de bir uyan­ma başlamıştır ve Malazgirt Meydan Muharebesi’nin 900. yıldönümü­nün bu yıl devletçe kutlanması memnuniyet verici bir hâdisedir.

Biz bu yazımızda Sultan Alp Arslan devrindeki siyasî, fikrî hare­ketlere şöyle bir göz atıp, büyük sultanın en büyük hizmetinin ne ol­duğunu tebarüz ettirmeğe çalışacağız.

Sultan Alp Arslan’dan önce devletin başında amcası Tuğrul Bey vardı. Bu büyük hükümdar bir taraftan devletin kuruluşunu tamamla­mak sınırlarını genişletmek, iç ve dış düşmanlara galip gelmek meşga­lesi içinde iken, bir taraftan da İslâm dünyasını sarsan buhranlara der­man olmak, fitneyi bastırmak, Allah’tan aldığına inandığı vazifesi ile İslâm dünyasının lideri olmak, atalarından miras aldığı devlet - ebed idealini gerçekleştirmek için "Fî sebîl illâh" çalışmak gayreti içinde idi. Bu düşünce ile Bağdat’a gitmiş, hâlifeye büyük hürmet ve bağlılık gösterirken onu Büveyhoğullarının esaretinden kurtarmıştı. Çünkü Büveyhîler Mısır’daki Fatımî devleti tarafına meylediyorlardı. Fatımîler ise şiî bir devlet idi. Bu sebeple devletin nüfuzunu her tarafa yay­mak için uğraşıyor, bunun için de bilhassa Irak’ta Şiîlerle Sünnîler ara­sındaki ayrılığı körükleyip duruyorlardı; maksad, Abbasi devletinin başına gaile çıkarmak, devleti zayıf düşürüp, yıkmaktı.

Tuğrul Bey’in Musul’da çıkarılan fitneleri bastırmak için uğraştığı bir sırada, Fatımî devleti bunu fırsat bildi ve Ebel-Hâris adında İran asıllı birisinin komutanlığında bir kısım kuvveti Bağdat üzerine sürdü. Ebel-Hâris Bağdat’ı istilâ etti (M. 1039), halifeyi hal’etti ve hapsetti sonra da Fatımîler adına hutbe okuttu. Tuğrul Bey derhal oraya gitti. Bağdat’ı geri aldı, Halifeyi kurtardı ve hürmetle makamına oturttu. Bu o zamanki siyasî atmosferin bir veçhesi idi.

Bu devirde İslâm âleminde ahlâksızlık, mânevî çöküntü ve anarşi de yaygın hale gelmişti. Zenginler, varlıklı kimseler zevk-ü sâfa peşin­de olup, servetlerini bu uğurda harcıyorlardı. Bunların yanında, birçok bedavacılar, fırsatçılar da türemişti. Bu zümre de hiç bir şeye sahip ol­madıkları gibi hiç çalışmazlar, geçimlerini, hile, hud’a, fitne, fesat, teh­dit, çalıp çırpma fırsatlardan faydalanma yoluyla temin ediyorlardı. Böylece zenginle fakîr arasındaki uçurum gittikçe açılıyordu. Bu or­tamdan istifade etmek isteyen Fatımî devletinin dâî (propagandacı mi­litan da diyebiliriz) leri her tarafta kol geziyor ve anarşiyi körüklüyorlardı. Daha önce Fatımî devleti Ezher Üniversitesi’ni kurmuştu, bundan maksadı da şiî mezhebinin yayılmasını sağlamak1 İlmî usulde propa­gandacı yetiştirmek ve bu mezhebin mutlak zaferini temin etmekti. Burada yetiştirilen müfrit mutaassıp Fatımî (Şiî) dâîleri, her tarafta te­sirlerini ve tahriplerini artırdılar. Böylece İslâm dininin insanlaar ve ce­miyetlere getirdiği madde-ruh muvazenesi bozulmağa yüz tutmuş, terazinin kefesi maddecilik tarafına ağdırmağa başlamıştı. Bu ise İslâm nizâmını ve medeniyetini yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya getiriyordu. Bu buhranlar arttıkça müfrit şiîler daha da kuvvet kazanıyor, cüret­lerini artırıyorlardı.

Yalnız İslâm’dan değil, Şiîlikten de uzaklaşan şia’nın bazı kolları ve bilhassa Karamitalar, eski İran’da türeyen komünist Mazdek’ci fi­kirleri, yaymaya çalışıyorlardı. Mazdek mal ve kadının ortak olarak kullanılmasına dayanan bir mezhep meydana getirmişti. Karamitalar ise köle, işçi ve köylülerin birleşmesi ile iştirakçi bir idare bile kurma­yı başarmışlardı. Bunlar bir ara Mekke-i Mükerreme’ye de hücum et­mişler ve Hacer-i Esved’i götürerek Müslümanları heyecan ve eleme sevketmişlerdi2.

Bu arada Batînîler yahut İsmâilîler her tarafta gizli teşkilât kurma­ğa muvaffak olmuşlar ortalığa dehşet saçıyorlardı. Bunlar İslâm dinini ve nizamını fiilen ve fikren yıkabilmek için iç düşmanlarla olduğu ka­dar, Bizans gibi dış düşmanlarla da işbirliği yapılıyorlardı. (Bunlar daha ileride yerleştikleri Alamut Kalesi’nden daha kuvvetli olarak harekete geçecekler, şiddet, suikast, komplo hareketleriyle dehşet saçacaklar ve hattâ Nizamü’l-Mülk’ü öldüreceklerdir (M. 1092).

İdeolojik sahadaki bu çatışmalar siyâset ve mezhep kavgaları ha­linde devam ederken ve büyük içtimaî buhranlara sebep olurken; fik­rî ve itikadî kavgalar da bu gidişe ayak uydurmuştu.

Yukarıda belirtmeğe çalıştığımız bu içtimaî ve siyasî kargaşalıklar, tasavvuf ve ilm-i kelâm’ın kuvvetlenmesine yol açtı; çünkü bir kısım insanlar dıştaki hâdiselerin verdiği üzüntü ile düştüğü mânevi buhran­lardan kurtulmanın yolunu zühde ve tasavvufa yönelmekte görüyordu. Bir kısım insanlar da (bunlar âlimlerdendir) çeşitli propagandalar, di­ne, akîdeye yönelmiş maddeci, felsefî fikirlere cevap vererek onları tesirsiz hale getirmeyi tercih etmişlerdi.

Kelâm âlimleri kendi cidallerinde ikiye ayrılmışlardı. Mutezile mez­hebinden olan kelâmcılar şiîlerle birlikte Büveyhoğulları devletinin ta­rafını tutuyorlardı. Ehl-i sünnet itikadını müdafaa eden Ebul Haşan El-Eş’ari’nin taraftarları da mutasavvıflarla birlikte Selçuklu Devleti’nin tarafında yer alıyorlardı3.

10. asrın başında Büheyhîler devletinin bir veziri Sahib ul-Ubbâd müfrit bir mutezilî idi. 17 senelik vezirliği sırasında mütezile mezhebi­ni yaymak, kuvvetlendirmek, eş’ârîleri sindirmek veya yok etmek için para mevki tehdit ve korku ile her çareye başvurdu. Mutezilenin bu baskısı 1029 yılına Sultan Mahmud-u Gaznevi’nin galebesine kadar de­vam etmekle beraber, tamamen dinmedi. Hattâ Selçukluların ilk zaman­larında Ebul-Hasen El-Eş’âri hazretleri Horasan’da minberlerde lânetlendi. Eş’ârilere ders verdirilmedi, va’z ettirilmedi.

Bu son hareket de Selçuklu veziri El-Kunduri’nin marifeti idi. El-Kunduri’ye sapık mezheplere ve taraftarlarının ifratlarına karşı tedbir alınması söylenmişti. O ise bu sapık guruba Eş’ârîleri de dâhil etmişti4.

İşte 1063 yılında Sultan Alp Arslan başa geçtiği zaman siyâsî, iç­timaî, fikrî ve itikadî durum böyle bir keşmekeş içinde idi.

Büyük hükümdarın kafasını meşgul eden pek çok mesele mev­cuttu. Fakat o her şeyin sağlam temellere oturtulmuş dinî - millî bir kültür ve maarif siyâseti ile uzun vâdeli olarak hal yoluna gireceğini bizden 910 yıl önce anlamış bulunuyordu. Çünkü böyle bir çözüm tar­zı en emin ve en uzun ömürlü olacaktı. Doğudan - Batıya doğru uza­nan muazzam imparatorlukta ancak böylelikle iman birliği, kültür bir­liği, ideal birliği, insicam dayanışına, kardeşçe yaşama sağlanabilirdi. Ancak Mazdek’ci komünist doktirinler, bâtıl iddialar, ruhları sarsan anar­şi hareketleri, maddeci, yıkıcı ve her türlü yanlış, sakat, sapık telkin ve propagandalar böylelikle tesirsiz hale gelecekti. Hak sistemin, aki­denin içinde eriyip gidebilirdi.

Alp Arslan daha başa geçer geçmez büyük devlet adamı Nizamü’l-Mülk’ü vezirliğe getirdi. Bu zat Kunduri’nin muhalifi idi. Fatimî pro­pagandasının yıkıcı tesirlerinden, bâtınîlerin teşkilâtından tahribatın­dan; maksatlarından ve metodlarından tamamen haberdar olup çok müteyakkız idi.

En önemli husus da Sultan Alp Arslan gibi onun da bu yıkıcı faali­yetlerin, fikir ve ideolojik cereyanların tenkid hareketleri ile zecrî ted­birler ve çeşitli cezalarla önlenemeyeceğini bilmesi idi. Sultan Alp Arslan ve büyük veziri İslâmiyet’e sonsuz bağlılıkları olan kimseler idi. Bu sebeple Sünnî akîde’nin hâkimiyetini fikren sağlamak, onu geniş sahalara yaymak müdafaa etmek için uygun bir siyaset düşündü.

İşte bu yüce düşünce ve gaye ile yani dinî müdafaa, Sünnî aki­deyi yaymak, hâkim kılmak ve dolayısiyle iman birliği içinde vatanın birliğini devam ettirmek gayesi ile5 1064 yılında "Nizamiye Medrese­leri" adıyla maruf meşhur medreseleri açtı ve bunların başına devrin en büyük, kelâm ve fıkıh âlimlerini mutasavvıflarını hoca olarak ida­reci olarak getirmişti. Nizamü’l-Mülk diğer hak mezhep mensupları ile teşrik-i mesâîsi olan bir zat idi. Fakat bu işde en büyük vazifeyi Eş’ârîler’e vermişti.

Nizamü’l-mülk en kısa zamanda yeni medreseleri, imparatorluğun bütün şehirlerine, hattâ uzak ve ücra kasabalara kadar yaydı. Nerede ilmî ile ahlâkî ve fazileti ile temayüz etmiş bir âlim görürse hemen oraya bir medrese açıyor, maaşlı hocaları tâyin ediyor, vakfını yapıyor ve daha da mühimi kütüphanesini de hemen yaptırıyordu. Buralarda fakir ve zengin çocukları yanyana meccânen okuyorlardı. Üstelik fakir talebelerin bütün ihtiyaçları devletçe karşılanıyordu. Nizamü’l-Mülk emirlerin, zenginlerin, tüccarların hamiyyet, yardım ve dinî duygula­rını galeyana getirmesini bilmişti. Artık herkes medrese açmakta veya açılmış olanlara yardım etmekte vakıf yapmakta birbirleri ile yarışıyor­lardı.6 Hattâ bunların bir kısmı evlerini bile bu hayırlı işe tahsis ediyor­lardı. Böylece yeni maarif kültür, iman ve akîde hamlesinin devamı uzun ömürlü olması için her türlü tedbir alınıyordu.

İlk Nizamiye medresesi Bağdat’da açıldı. Medreselerin en mühim­lerinden biri de bu oldu. Kısa zamanda burası 6000 talebeyi sinesinde barındırır hale gelmişti.

Nişabur’daki Nizamiye Medreseleri de önem bakımından Bağdat medreselerinden geri kalmıyordu. Çünkü bunların başında devrin en meşhur âlimi İmam’ul-Haremeyn El-Cüveyni bulunuyordu. İmam-ı Ga­zali gibi bir dehâ ve büyük mütefekkir, Nişabur Nizamiye medreseleri’nde ve İmam’ul-Haremeyn’in elinde yetişmişti. İmam-ı Gazâlî’nin sonraları Bâtınîlere ve Sünnî itikadın diğer düşmanlarına amansız, fa­kat ilmî ve fikrî bir savaş açması, Selçuklu Sultanları ve vezirlerinin teşviki, himayesi ve temin ettikleri huzur ve ilmî ortam içinde müm­kün olmuştu. Büyük âlimin Bâtınîlerin belini kıran, kelâmı kuvvetlen­diren, İslâm ve Hristiyan dünyalarına asırlardır ışık tutan eserleri böy­le bir ortamda gün ışığına çıkabilmişti. Ve İmam-ı Gazâlî haklı olarak "Hüccet’ül-İslâm" = "İslâm’ın Delili" ünvanını böylece almış, Sünnî aki­denin sağlam ve hâkim bir şekilde günümüze kadar gelmesine imkân hazırlamıştı.

İşte büyük dedemiz Sultan Alp Arslan’ın bize hediye ettiği Ana­dolu kadar, kutsal vatan kadar, Sünnî, akidenin devamını sağlaması, vatanın birliğini böylece temin etmesi, en mühim hizmetidir. Bu du­rum 900 yılın ötesinden istikbâlimize nurlu ışıklar tutmaktadır. Rah­met ve Mağfiret üzerlerine olsun…

_____________________________________

(1)Tarih-ü Felsefet-El Arabiyye, s. 508.

(2) Bkz; Prof. O. Turan, Türk Cihan Hak. Mefkûresi Tarihi. C. 1, s. 171, İs­tanbul, 1969.

(3) Bkz. Ömer Ferruh, Tarih-ü fikr-il-arabî, s. 273, Beyrut, 1962.

(4) Bkz. W. Montgomery Watt. Çev. Dr. S. Ateş, s. 104, Ankara, 1968.

(5) Bkz. Montgomery Watt, a.g.e., s. 104. Tarih-ü Felsefet-el-arabiye, 508.

(6) Bkz. Mustafa Sıbai. Min Ravâi’ü hadâratina, 2. baskı, s. 136. Beyrut, 1968.

_________________________________________

“EY MÜ’MİNLER, NE OLDU SİZE?

( … )

“Ey îman edenler, ne oldunuz ki, size: “ALLAH yolunda elbirlik gazaya çıkın” denildiği zaman yere mıhlanıp ağırlaştınız? Âhiretten vaz geçip yalnız dünyâ hayâtına mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayâtının fâidesi âhiretin yanında pek azdır.”

(El-Tevbe 38)

YÂ RÂB

Şarkın ki mefâhir dolu, mâzî-i kemâli,

Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli?

Şirâzesi kopmuş gibi manzûme-i îmân,

Yaprakları yırtık, sürünür yerde perîşân.

“Vahdet” mi şiârıydı? Görün şimdi gelin de:

Her parçası bir mel’abe eyyâmın elinde!

Târihine mev’ûd-u ezelken “Ebediyyet”,

Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden, ümmet!

“Nisyân”a çıkan yolda mı kaldın güm-râh?

Lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ-bil-lâh!

M. ÂKÎF

________________________________________