Makale

HİCRET’İN ARKA PLANI

HİCRET’İN ARKA PLANI

Doç. Dr. Mehmet ÖZDEMİR
Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Öğr. Üyesi

Hicret, sözlükte; “kişinin herhangi bir şeyden bedeni, lisan veya kalbiyle ayrılıp uzaklaşması”, anlamına gelmektedir. Terim olarak ise, genel manada “gayrı müslim ülkeden İslâm topraklarına göçetme” anlamına gelmekle birlikte, İslâm tarihinde daha çok Hz. Peygamber’in ve Mekke’li Müslümanların Medine’ye göçünü ifade eder. Bu sebeple Medine’ye göçen Müslümanlara (Muhacirim) muhacirler, denmiştir. Hicret, aslında büyük davaların ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlık tarihine hızlıca bir göz gezdirildiğinde görülür ki, toplumsal yankıları ve etkileri büyük olan hareketlerin önderleri ve taraftarlan, davalarının belli bir safhasında mutlaka hicret olgusu ile karşı karşıya kalmışlardır. Yine tarihin ortaya koyduğu bir gerçektir ki, büyük davalar, asıl başarılarını hicret sonrasında yakalamışlardır. İnsanlık tarihinin en köklü ve en asil hareketi, hiç şüphe yok ki, Peygamberler aracılığı ile insanlığa ulaştırılan risalet davasıdır. Kur’an-ı Kerim, bu asil davayı insanlığa sunan peygamberlerin hemen hepsinin, aşırı bir muhalefetle karşılaştıklarını ve sonuçta hicret etmek zorunda kaldıklarını örneklendirerek ortaya koymaktadır. Söz gelimi, Hz. İbrahim, kavminin kendisini ateşte yakma teşebbüsünün ardından “Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum” demiş ve ardından Filistin ve Mısır üzerinden Ken’an diyarına geçmiştir. Hz. Lut, Peygamberlik vazifesini icra ederken inkarcıların azgınlık ve taşkınlıkları karşısında Cenab-ı Hak’tan aldığı emirle bir gece vakti inananlarla birlikte yurdundan ayrılmış ve kendisine bildirilen yere hicret etmiştir (Hûd, 80-81),(Hicr, 65). Kavminin ileri gelenleri, “Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.” (A raf, 88) demek suretiyle Hz. Şuayb’ı ve ona bağlanan müminleri hicrete zorlamışlardı. Yine Kur’an’da Hz. Musa’nın Firavun’un baskıları sonucu İsıailo- ğulları ile birlikte Mısır’dan hicret ettiği anlatılmaktadır (Yunus, 90: Taha, 77-78). Öte taraftan Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin kıssaları anlatılırken, onların Allah’ın elçilerine; “Elbette sizi yurdumuzdan çıkaracağız ya da dinimize döneceksiniz” dedikleri belirtilir. Allah’ın elçilerinin kavimlerinin batıl inançlarına dönmeleri mümkün olmadığına göre, söz konusu tehditlerin inananlar açısından hicretle sonuçlandığını tahmin etmek zor değildir. Yüklendiği risalet vazifesinin tabiî bir sonucu olarak Hz. Peygamber’in de, tıpkı selefleri gibi, bir gün hicret olgusuyla karşı karşıya geleceği muhakkak. Zaten Kur’an’da, özellikle Mekkî ayetlerde sık sık geçmiş peygamberlerin kavimleri tarafından yurtlarından çıkarılmış olması hususuna ithafta bulunulması da, esas itibariyle gerek Hz. Peygamber’i, gerekse Mek- ke’li Müslümanları psikolojik olarak hicret olgusuna hazırlama hedefini taşımaktaydı. O, bilindiği gibi Hz. Peygamber tevhidin dejenere olmasına bağlı olarak şirkin egemen olduğu, adaletin herkes için geçerli ve uygulanabilir olmaktan uzaklaştığı, kabilecilik anlayışının baskısıyla toplumsal bünyenin parçalandığı ve kabileler arası çatışmalarla insan hayatının heder edildiği, kan davalarının genel manada bir toplumsal kaynaşmayı imkansız kıldığı, güçlünün gücü nedeniyle haklı, güçsüzün zayıflığı nedeniyle haksız olarak görüldüğü, servetin zenginler arasında döndüğü, köleliğin bir kader olarak kabul edildiği, kişinin bir gün mutlaka hesaba çekileceği endişesiyle kötü davranışlardan kaçınmasında ve iyi davranışlar sergilemesinde son derece etkili bir faktör olan ahiret inancının hemen hemen yok olduğu bir toplumsal yapı ve çevrede ortaya çıktı. Kendisine yüklenen İlahî vazifenin temel hedefi, içinde yaşadığı toplumdaki işte bu ve burada sayılamayan diğer olumsuz şartlar ve görüntüleri İslah etmekti. Bu maksatla peygamberliğini ilan ettiği ilk günden itibaren kendisinden önceki peygamberlerin yaptığı gibi, toplumun bir kesiminin veya bir zümresinin değil, bütününün saadetini hedefleyen, önünü aydınlatan, Kur’anî ifadeyle toplumu “zulmetten nura çıkaran” temel İnsanî değerleri dillendirmeye başladı. Bu meyanda, içinde yaşadığı topluma, insanı yaratıcının dışında yaratılmışa da kul eden, sonuçta insan aklını perdeleyen ve basiretini bağlayan şirk inancı yerine bireyin yalnızca Allah’a bağlanmak suretiyle diğer bütün varlıklar karşısında özgürleşmesini sağlayan tevhidi, bölücü ve parçalayıcı kabilecilik anlayışı yerine kapsayıcı ve birleştirici inanç kardeşliğini, adaletin sırf güçlüler için değil, haklı olan herkes için geçerliliğini, servetin belli ellerin tekelinde kalması yerine toplumunun genelinin refahına katkı sağlayacak şekilde dağılımını, her insanın mutlaka iyi ya da kötü yaptığı her işin hesabını vereceği bir büyük sorgu gününün (ahiret) varlığını... tebliğ etti.
Hz. Peygamber’in bu çağrısı, başlangıçta pek önemsenmedi. Hatta istihza ile karşılandı. Ancak Hz. Peygamber, sağlıklı işleyen bir topluma değil, yukarıda çerçevesi çizildiği şekliyle bir çok alanda buhranlar geçiren, mağdurları çok ve mağduriyet psikolojisinin yaygın olduğu bir topluma böyle bir tebliğde bulunuyordu. Üstelik dile getirdiği değerler ve görüşler, hem insaf sahipleri hem de özellikle mağdurlar tarafından bir “kurtuluş reçetesi” olarak görülmekteydi. Bu sebepledir ki, başlangıçta Mekke’nin ileri gelenleri tarafından istihza ile karşılanan ve pek önemsenmeyen Hz. Peygamber’in etrafında kısa sürede bir inananlar kitlesi oluşmaya başladı. Mekke’nin ileri gelenleri, Hz. Peygamber’in davetinin gün geçtikçe taraftar bulmasını gördükleri andan itibaren, meseleye farklı bir gözle bakmaya ve buna bağ 11 olarak da yeni hareketi, kendi lehlerine işleyen, kurulu düzeni hedef alan ciddi bir lehdit olarak algılamaya başladılar.
Başlangıçtaki yumuşak ve umursamaz tavırlarını bir tarafa bırakarak, Hz. Peygamber’e ve yeni şekillenmekte olan müslüman topluluğuna karşı katı ve sert bir tavır sergilemeye yöneldiler. Biraz açarak ifade etmek gerekirse, Mekke ileri gelenlerinin Hz. Peygamber’e muhalefet edişlerinin gerisinde bazı temel sebepler yatmaktaydı. Her şeyden önce onlar Mekke’deki kurulu düzenin önderi konumundaki kimselerdi. Dolayısıyla bu düzen tabiî olarak onlar lehine işleyen, bir özelliğe sahipti. Hz. Peygamber’in tebliğe başladığı andan itibaren sözünün dinlenmesi, doğru yola ulaştıran bir önder olarak algılanması ve buna bağlı olarak da gün geçtikçe etrafındaki halkanın genişleme istidadı göstermesi, Mekke’li önderlerce kendi liderliklerini tehdit eden bir gelişme olarak değerlendirilmekleydi. Dahası, eğer liderlikleri tehlikeye girerse, Mekke gibi dinî ve ticarî bir merkeze hükmetmekle elde ettikleri sınırsız menfaatler ve maddî kazançların azalacağı yahut tümden yok olacağı endişesine kapılmışlardı. Sonra Hz. Peygamber’in risalet görevi çerçevesinde Arap toplumundaki yukarıda bir kısmı zikredilen yanlış gelenekleri ve uygulamaları tümden değiştirmeyi hedeflemesi de sözü edilen önderleri ciddi bir biçimde rahatsız etmekteydi. Çünkü onlar açısından geleneklerin, yanlış da olsalar, statükonun devamına katkısı olduğu için muhafaza edilmesi önemliydi.
Bu sebepledir ki, kendilerine her ne zaman “Allah’ın indirdiklerine uyun” çağrısı yapılsa, onlar ısrarla “...Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.” (Araf, 28; Lokman, 21) demekteydiler.
Diğer taraftan Kur1 an, her nimetin kaynağının Allah olduğunu unutup mal, mülk ve evlatlarının çokluğu ile övünmelerini şiddetle tenkid ediyor; bunların Allah katında hiç bir değerinin olmadığını, bilakis sahiplerinin kıyamet günü büyük bir azapla karşılaşmalarına vasıta olacağını ifade ediyordu. Böyle bir tenkit, bir yandan Mekke ’li önderlerin inat ve muhalefet duygularını kamçılarken diğer yandan bunların mağdur ettiği kesimler arasında onlara karşı Hz. Peygamber’in başlattığı özgürlük hareketine katılma eğilimini güçlendiriyordu. Mekke’li müşrikler, Hz. Muhammed’in yükselişini önlemek, daha doğrusu İslâm’a daveti tümden yok etmek için yoğun bir çabanın içine girdiler. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in aile büyükleriyle konuşarak, onu engellemelerini istediler. Bu teşebbüs başarılı olmayınca, karşılıklı taviz verme esasına dayalı olarak Hz. Peygamber’le uzlaşma arayışı içine girdiler. Onlar, Hz. Peygamber’in risalet silsilesi çerçevesinde dile getirdiklerini kendi şahsî görüşleri olarak algıladıklarından, onun bazı hususlarda taviz verebileceğini düşünmekteydiler. Oysa Hz. Peygamber açısından Risaletin tümüne sadakat, “ay ve güneşe sahip olmak”tan daha önemli ve daha değerliydi.
Bu teşebbüsleri de, sonuçsuz kalınca, bu sefer müşrikler müslümanları yeni inançlarından vazgeçirmek maksadıyla fiili baskı ve işkenceve yöneldiler. Zaten tarih boyunca bütün kurulu düzenler, fikren aciz kaldıkları yeni hareketlere bu hareketlere gönül verenler karşısında hep aynı baskıcı tutumu devreye sokmuştur. Bu durumlarda mağdurların tutabilecekleri tek yol, kendileri için daha güvenli bir yer arayışına girmek olmuştur. Nitekim Mekke’li müşriklerin işkenceleri karşısında Hz. Peygamber de aynı yolu izlemek zorunda kalmış ve sonuçta Müslümanların bir kısmını 614-615 yıllarında daha güvenli bir bölge olarak gördüğü Habeşistan topraklarına göndermiştir.
Habeşistan’a hicret, Mekke’deki Müslüman potansiyelinin tamamen varlığını yitirdiği anlamına gelmiyordu. Her şeyden önce Hz. Peygamber, bütün engellemelere rağmen tebliğ vazifesini yerine getiriyordu. Sonra. Habeşistan’a hicret etmeyip Hz. Peygambeı’le birlikte kalan müslümanlar vardı. Dahası, çok geçmeden Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi iki etkili ismin Müslüman olması, Mekke’de İslâm’ın yayılışını daha da hızlandırdı. Ancak bu gelişmeler, müşriklerin baskılarını azaltmadı, bilakis daha da artırdı. Bııııun sonucu olarak Hz. Peygamber ve Müslümanları yaklaşık üç sene süreyle bir mahalleye (Şi’bu Ebi Talib) hapsederek toplumla ilişkilerini kesmeye çalıştılar. Bu mahalleye dışarıdan yiyecek içecek girmesini, Müslümanlarla akrabalık ilişkilerini ve kız alış verişini yasakladılar. Bu tecrit ve kuşatma hareketinin ardından Hz. Peygamber açısından iki üzücü gelişme daha yaşandı. Bunlardan biri, bu zamana kadar müşriklerin her türlü baskılarına rağmen, ailevî bağlar nedeniyle Hz. Peygamber’i himayede en ufak bir tereddüt ve gevşeklik göstermeyen amcası Ebû Talib’in vefat etmesiydi. Diğeri ise, ilk Müslüman olma şerefini kazanan ve vahyin inmeye başladığı ilk günden itibaren Hz. Peygamber’in her sıkıntısına destek ve ortak olan sevgili eşi, Mü’minleıin Annesi Hz. Hatice’nin de Allah’ın rahmetine kavuşmuş olmasıydı. Meydana getirdiği teessürün derinliğinden dolayı bu iki olayın vuku bulduğu senenin “Hüzün Yılı” olarak adlandırıldığı bilinmektedir.
Ebu Talib’in vefatından sonra Hz. Peygamber’in himayesini Haşimilerin yeni önderi olarak Ebû Leheb üstlendiyse de bu durum fazla sürmedi. Müşrik atalarının Cehenneme gideceklerine dair gerek Kur’anda yer alan gerekse Hz. Peygamber’in yine Kur’an kaynaklı olarak kendi ağzından çıkan benzer sözleri üzerine Ebû Leheb, Mekke’de Hz. Peygamber’in en amansız düşmanlarından biri olarak isim yapmaya başladı. O kadar ki, Hz. Peygamber, İslâm’ı tebliğ için her nereye gitse, o da mutlaka oraya gitmekte ve davetin etkisini azaltmak için elinden geleni yapmaktaydı.
Diğer taraftan Hz. Hamza ve Hz. Ömer’in müslüman olmalarıyla hız kesen işkence ve baskılar, yeniden şiddetini artırmıştı. O derecede ki, bazı Müslümanlar, ancak Müslüman olmadıklarını söylemek suretiyle hayatta kalabiliyorlardı. İslâm’a girmek isteyenler, maruz kalacağı baskı ve işkenceleri düşünerek, böyle bir adımı atmaktan çekiniyorlardı.
Davetin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçtikten sonra Hz. Peygamber’in karşısında şöyle bir tablo bulunmaktaydı: İslâm’a davet, müşriklerin bütün engellemelerine rağmen Mekke’de belli bir taban bulmuştu. Ancak, müşriklerin baskıları neticesi Müslüman potansiyeli; bir kısmı Habeşistan’da bir kısmı Mekke’de olmak üzere parçalı bir durumdaydı. Yine bilhassa Ebû Talib’in vefatının ardından Mekke sınırları içinde İslâm’ı tebliğ son derece zorlaşmıştı. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in yoğun çabalarına rağmen Mekke’li müşrik yönetici tabakası etki altına alınamamış, buna bağlı olarak da İslâmî değerlerin yönetici irade tarafından benimsenmesi ve icraatın bu değerler istikametinde gerçekleşmesi sağlanamamıştı. Bütün bunlardan daha önemlisi, müşrikler, İslâm’ı tümden silmek için Hz. Peygamber hakkında, onu sürmeyi, hapsetmeyi, hatta öldürmeyi hedefleyen planlar kurmaya başlamışlardı.
İşte Mekke’de böyle bir oltamın varlığı nedeniyledir ki, Hz. Peygamber, daha önce yalnızca Müslümanlardan isteyenler için uygulamaya koyduğu hicret olgusunu, bu sefer hem Müslümanların tümü hem de kendisi için bir kurtuluş vesilesi olarak düşünmeye başladı. Bu düşüncesi istikametinde aklına gelen ilk yer, anne tarafından akrabalarının da bulunduğu Taif şehri oldu. Ancak çoğunluğu karakterleri itibariyle Karun’u hatırlatan zenginlerden oluşan Taif’liler, Hz. Peygamber’e muhalefette Mekke’lilerden daha sert çıktılar. Sonuçta Hz. Peygamber umutla girdiği bu şehirden, kendisini son derece üzen acı bir sonla ayrılmak zorunda kaldı. Bu acı o kadar fazlaydı ki, İsra olayının bir teselli vesilesi olarak bu olay sonrasında gerçekleşmiş olması kuvvetle muhtemel gözükmektedir.
Hz. Peygamber, her halükârda hicrete karar vermiş bulunuyordu. Bunun için Taif’ten döndükten sonra panayırlarda karşılaştığı kabilelere bir taraftan İslâm’ı anlatırken diğer taraftan, onlardan yurtlarım kendisine ve Müslümanlara açmasını talep etmekteydi. Sonuçta bu talep Kabe’yi ziyaret için Medine’den gelen heyetler nezdinde olumlu karşılığını buldu. Birinci ve ikinci Akabe biatlerinin ardından 622 senesinde, bir başka ifadeyle Hz. Muhammed (s.a.s)’in Risalet vazifesine başlayışından on iki sene sonra İslâmın doğuş tarihinde yep yeni bir safhanın başlamasını sağlayacak olan büyük Hicret olayı gerçekleşti. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, hicretin arka planında müslümanları baskılardan kurtarma, dağılmış olan müslüman potansiyelini yeniden birleştirme, İslâm’ın temel değerlerini, hakim değerler haline getirme, özgür bir ortama kavuşmak araçlarının yattığı söylenebilir. Binaenaleyh hicret, âsla yalnızca bir göç olayı değil, bir büyük önderin, dâvâ- sına yeni hamleler yaptırmak için attığı stratejik bir adım olarak değerlendirmek daha doğru olur.