Makale

HİCRET ÖNCESİNDE MEDİNE

HİCRET ÖNCESİNDE MEDİNE

Doç. Dr. İbrahim SARIÇAM
A.Üniv. İlâhivat Fak. Öğretim Üyesi

Bu yazımızda Hicret öncesinde Medine’nin etnik, siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik yapısını incelemeye çalışacağız. Çünkü, bilindiği üzere Hz. Muhammed, peygamberlik döneminde, adı geçen alanlardaki faaliyetlerinin çoğunu Medine’de gerçekleştirmiştir. Hicretin yapıldığı esnada Medine’deki ortamın bilinmesi, gerçekleştirilen bu faaliyetlerin daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır. Ayrıca bu yönde yapılmış çalışmaların ve yazılanların azlığı bizi bu konu üzerinde bu yazıyı kaleme almaya sevketmiştir.
Bilindiği üzere eski adı Yesrib olan Medine, İslâm’ın doğduğu ve Hz. Peyganı- ber’in hicret ettiği sıralarda Hicaz bölgesinin önemli yerleşim merkezlerinden biriydi. Medine kelimesi aslında büyük kasaba ve şehir manasına gelen bir cins isimdir. Yesrib adı “fesat” anlamına gelen bir kökten geldiği için Hz. Peygamber hicretten sonra buraya hoş ve güzel anlamına gelen Tâbe veya Taybe unvanlarını vermiştir. Daha sonra Medine diye isimlendirilmiştir. Çünkü burayı bilinen anlamda bir şehir haline getiren Hz. Peygamber olmuştur. Önce “Medînetü Resûlillah” (Allah Resûlü’nün şehri) ve Medînetü’n-Nebî denilmiş ve daha sonra Medî- ne şeklinde kullandır-hâle gelmiştir. Hicretten sonra Adiy b. Neccâr oğulları yurduna yerleşen Hz. Peygamber, burayı siyasal, sosyal, kültürel ve medenî bir merkez haline getirmiştir. Şehir, Kur’an-ı Kerim’in Medenî âyetlerinde “Yesrib” ve “Medine” adlarıyla anılmıştır. İklimi güzel, toprağı verimli, fazla derin olmayan tatlı yeraltı sularına sahiptir.
Etnik yapı: Hicretten önce Yesrib’de Kurayza, Kaynukâ ve Nadîr kabilelerinden oluşan Ya- hudiler, Güney Arabistan kökenli Evs ve Hazrec Arap kabileleri, Kudâa kabilelerinin ve hatta Amâlika’nın bakiyyelerinden oluşan kabileler ve bunların yanında sayılan az da olsa, daha ziyade köle olan, başka etnik kökenli, meselâ İranlı insanlar bulunuyordu. Yesrib’in, İslâm’ın doğuşuna kadar nesilleri gelen Yahudilerden ve Arap kabilelerinden önceki sâkinlerinin Amâlika olduğu söylenir. Amâlika’nın dağılmasından sonra m. ö. VI. yüzyılın başlarında Bâbil kralı Buhtun- nasr’ın Kudüs’ü işgal edip oradaki Yahudileri Bâbil’e götürdüğü sırada kaçıp kurtulan bazı Yahudiler Hicaz bölgesine giderek Hayber, Vâdilkurâ, Fedek ve bu arada Yesrib’e yerleştiler. Hıristiyanlığın Suriye’de yayılmasından sonra Romalıların sıkı takibine uğrayan Suriye ve Filistin Yahudilerinden bazıları da Hicaz’a göç ettiler. Yesrib’e yerleşenler Kurayza, Nadîr ve Kaynukâ’ Yahudi kabileleridir. Hicaz’a yerleşen Ya- hudiler Arap kabile geleneğini benimsediler ve Arap isimlerini aldılar. Yahudiler ve Arap kabileleri özel mahallelerde ikamet ediyorlardı.
Bu arada Güney Araplarına, yani Kah- tânîlere mensup bazı kabileler, Yemen’de Me’rib barajının yıkılması üzerine muhtemelen m. s. II. veya III. yüzyılda, önce Ti- hame’ye, oradan da kuzeye göç ettiler. Sa’lebe b. Amr Mü- zeykıyâ ve oğulları Yesrib’e yerleştiler. Evs ve Hazrec, Hârise b. Sa’lebe’nin iki oğludur. Anneleri Kayle bint Cefne’ye nisbetle bu iki kabile Araplar arasında Benî Kayle adıyla meşhur olmuştur. Evs’in başlıca kollan şunlardır: Avf b. Mâlik (Kuba ahalisi), Ümeyye b. Zeyd, Abdüleşhel, Zaûrâ1... Haz- rec’in başlıca kollan ise şunlardır: Neccâr, Sâide, Amr b. Avf, Züreyk, Selime, Beyâza. Evs ve Hazrec Yesrib’e geldikten sonra bir süre Yahudi- lere tabi olarak yaşadılar. Bu esnada Yahudilerin siyasal, sosyal ve ekonomik baskılarına maruz kaldılar. Bunun üzerine akrabaları olan Gassânî- lerden yardım istediler. Gassânîler bu isteğe olumlu cevap vererek Yesrib’e geldiler ve Yahudilerin başkanlarmı öldürdüler (m. 492). Yahudilerin bu suretle güç kaybına uğraması üzerine Yesrib’de üstünlük Evs ve Hazrec’in eline geçti. Evs ve Hazrec kabileleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonra şehrin iç kısımlarına yerleştiler. Fakat hemen ardından Yahudiler bu iki kardeş kabile arasındaki eski rekabeti körükleyerek onları birbirine düşürmeye çalıştılar. Arap kabileleri birbiriyle savaşırken onlar taraf tuttular.
Siyasi durum: Yesrib halkı hadarî, yani yerleşik hayat sünnekle birlikte, yönetimde, sosyal, kültürel ve ahlâkî alanlarda kabile gelenekleri hâkimdi. Kabilelerin reisleri vardı. Kabile nizamının esası asabiyet idi. Kan davalan yaygındı. Merkezî bir otorite mevcut değildi. Bir başka ifade ile şehrin ortak bir yöneticisi yoktu. Arap ve Yahudi kabileleri birbirinden bağımsız bir şekilde ayrı ayrı mahallelerde yaşıyorlardı. Her topluluk, biri diğerinden birkaç kilometre uzaklıkta bir köy oluşturuyordu. Arap ve Yahudi kabileleri arasında zaman zaman ciddî anlaşmazlıklar çıkıyordu. Bununla birlikte çeşitli siyasal nedenlerle birbiriyle ittifak kurdukları da oluyordu; Arap kabileleri zaman zaman birbirlerine karşı Yahudi kabileleriyle işbirliğine gidiyorlardı. Evs kabilesi, Kurayza ve Nadîr ile, Hazrec kabilesi de Kaynukâ’ ile ittifak kurmuştu. Evs ve Hazrec reisleri ortak bir kral etrafında birleşmek için çaba sarfettilerse de bunu başaramamışlardı. Reislik konusunda şiddetli rekabet bu projenin uygulama alanına konulmasını imkansız hâle getirmişti. Ortak bir yol bularak Evs’ten bir başkan, Hazrec’den bir başkan seçmeyi ve bunların müştereken, sırayla veya birer yıl dönüşümlü olarak görev yapmasını düşündülerse de bu planlarını da uygulama alanına geçirememişler- di. Kaynaklarımız Yesrib’de, Mekke’deki “Dâ- riinnedve” gibi bir kuruluşun varlığından bah- setmemektedirler. Evs ve Hazrec arasındaki rekabet, ortak bir meclis (Mele’) oluşturulmasını da imkansız hâle getirmişti. Abdullah b. Übey’i ortak bir başkan olarak şeçme teşebbüsleri de Hz. Peygamber’in hicretiyle birlikte suya düşecektir. Hicret öncesinde bir bütün olarak Evs ve Hazrec’den ziyade, bu kabilelerin (Amr b. Avf ve Evs-Menât gibi) alt kollarının güçlülüğünün hissedildiği ve daha önemli olduğu görülmektedir. Şehrin etrafında, Taifteki gibi, bir sur veya duvar yoktu. Kabilelerin, kendi hudutları dahilinde sağlam ve muhkem kaleleri vardı. Tehlike anında erkekler savaşmak için dışarı çıkar, kadınlar ve çocuklar bu kalelere sığınırlardı. Bu kalelerin sayısının iki yüz kadar olduğu söylenmektedir. Ayrıca kabilelerin bahçeleri ve arazileri vardı. Şehir İslâm’ın çevreye kolayca yayılmasına imkan sağlayacak merkezî bir konumda bulunuyordu.
Evs ve Hazrec’in Yahudiler üzerine hâkimiyet elde etmesinden sonra meydana gelen sükûnet dönemi fazla uzun sürmedi. Bu iki kabile akraba oldukları halde, biıbiriyle yıllarca savaştılar. İki kabile arasındaki düşmanlık İslâm’ın doğuşuna kadar, 120 yıl gibi uzun bir müddet, devam etti. Çarpışmalar Sümeyr savaşı ile başladı. Ondan sonra Ka’b b. Amr, Serâre, Hâtıb, Fâri’, Birinci Ficâr, İkinci Ficâr, Rubey’, Buâs Evs ve Hazrec arasında meydana gelen belli başlı savaşlardır. Bunların en şiddetlisi olan Buâs savaşı, Evsli birisinin Hazrec’e sığınan birisini öldürmesi üzerine başlamış ve Evslilerin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Bıı savaş Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden beş yıl önce meydana gelmiştir. Devamlı savaşlar şehrin gücünü önemli ölçüde tüketmiş ve düşmanlık, şehirde hayatı çekilmez hâle getirmiştir. Yahudiler de zaman zaman Evs ve Hazrec’i birbirine düşürmüşler ve aralarındaki çekişmeleri körüklemişlerdir. Bunun yanısıra Evs ve Hazrec’den her biri, birbirine karşı Yahudilerle ve Müeyne, Cüheyne gibi çevredeki diğer Arap kabileleriyle işbirliğine girmiştir. Çarpışmalar genellikle Evs kabilesi aleyhine dönmüştür. İleride İslâm’ı kabul edecek olan Evs ve Hazrec, hicretten sonra “Ensar” adıyla İslâm toplumunun şerefli bir kesimini oluşturacaklar, iki kabile arasında yıllardır devam eden savaş ve anlaşmazlıklar İslâm sayesinde sona erecektir. Nitekim Birinci Akabe görüşmesinde İslâm’ı kabul eden Medineliler, Evs ve Hazrec düşmanlığının vahim boyutlarını ve Hz. Peygambeı ’den nasıl medet umduklarını şu sözleriyle dile getirmişlerdir: “Milletimiz iç savaşlar sebebiyle çok kötü bir durumdadır. Cenâb-ı Hak sizin sayenizde milletimizi savaştan, daı- madağınıklıktan belki kurtarır ve onları birleştirir”. Gerçekten Evs ve Hazrec arasındaki kan davaları o derece korkunç boyutlara ulaşmıştı ki, bu iki kabile neredeyse tarih sahnesinden silinecekti. Bu husus Kur’an-ı Keıim’de şöyle ifade edilmektedir: “Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirdi. O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi kurtardı.” (Âl-i İmran, 103). Cenâb-ı Hak, Evs ve Hazrec’in müslüman olmadan önceki durumunu ve içinde bulundukları ortamı ateş çukuruna benzetmektedir. Ateş çukurunun kenarında bulunan kimseler büyük ölçüde yok olmakla karşı karşıyaydılar. Evs ve Hazrec kabileleri de böyleydi; birbirine ateş püskürüyorlardı. Kabile- lerarası savaşlarda birbirini öldürmek suretiyle tükenecekleri bir sırada Allah hidayetini lütfedip İslâm sayesinde onları kurtardı ve kardeş topluluklar haline getirdi. Görüldüğü üzere Evs ve Hazrec, huzur ve istikrara yatkın olmayıp, bilakis savaş ve düşmanlık üzerine kurulu bedevî hayatına Mekke’lilerden daha meyilli idiler.
Dinî durum: Medine’de Yahudiliğin varlığından yukarıda bahsettik. Bunun yanında, Arap kabileleri arasında putperestlik revaçta idi. Evs ve Hazrec, Müşellel’de, sahilde bulunan Menât adlı puta tapıyorlardı. Medinelilerin asıl putları bu idi. Ona kurbanlar kesiyor, hediyeler sunuyorlardı. Çocuklarına Abdümenât ve Zeydmenât gibi isimler koyuyorlardı. Menât’a diğer kabileler de tapmakla birlikte, ona en fazla saygıyı Evs ve Hazrec gösteriyordu. Bu putun siyah bir taştan ibaret olan mukaddes mahalli bulunuyordu. Evs ve Hazrec dahil olmak üzere birçok kabile, Menât’a tapmanın yanında hac görevini de yapıyorlardı. Fakat Safâ ve Merve arasındaki sa’y görevini yerine getirmiyorlardı. Menât’ın bulunduğu yerde ihrama giriyorlardı. Haccı ifa ettikten sonra da Menât’a gelip putun önünde saçlarını tıraş ediyorlar ve hac ibadetinin bu şekilde tamamlanacağına inanıyorlardı. Yani ihramdan da burada çıkmış oluyorlardı. Onlar Menât’ın yanı sıra Lât adlı puta da tapıyorlardı. Bu putların yan ısıra aile bireylerinin taptıkları aile putları vardı. Ağaçtan yapılmış çok sayıda put heykeli bulunuyordu. Arap kabilelerinin, Yahudiliğin ve Yahudilerin ahlâkî fikirlerinin etkisinde kaldıkları da müşahede edilmektedir.
Bütün bunların yanında Allah’ın isminin anıldığı ve O’nun yaratıcı olarak tanındığı da görül mektedir. En eski müverrihlerimizden İbn Sa’d, Cahiliye döneminde Ebü’l-Heysem (Mâlik b. Teyyihan) ve Es’ad b. Ziirâre’nin putlara tapmayı kerih gördüklerini, onlardan nefret ettiklerini ve tevhidi dile getirdiklerini kaydeder. Bazı araştırmacılar bu kayda dayanarak yukarıdaki iki şahsı hanîf olarak nitelendirmişlerdir.
Hıristiyanlık Medine’de yayılmamıştı. Bununla birlikte Evs kabilesine mensup Ebû Amir er-Râhib adında bir kişi, Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin tesiriyle putperestliğe yeni bir şekil vererek müslüman olan Evslileri kendi tarafına çekmeye çalışmıştır. Bu faaliyetinden dolayı Hz. Peygamber ona “Fâsık” lakabını takmıştır. Çok karmaşık ve halledilmesi zor meselelerde kendilerine başvurulan kâhinler de mevcuttu.
Sosyal hayat: Bölgede çok evlilik hâkimdi. Vefat eden bir adamın sadece hanımı ve kızı değil, küçük çocukları dahi miras alamıyordu; mirası sadece bir savaş esnasında eli silah tutan bü- luğa ermiş erkek çocukları alabiliyordu. Şayet bütün erkek çocuklar büluğa ermemişlerse, yeğenler ve baba soyundan gelen akrabalar bütün mirası alıyordu. O takdirde zengin olan bir aile, şayet mirasçılarla iyi ilişkiler içinde değilse, ertesi gün parasız ve dilenci durumuna düşebiliyordu. Bayramlarda ve düğünlerde görülen profesyonel şarkıcıların yanında cenazelere ağlayan profesyonel ağlayıcılar da vardı. Bu ağlayıcılar gruplar halinde gelirler, bazıları bir müddet feryat edip ağlarlar, onlar susunca da diğerleri ağıtlara devam ederlerdi. Ahenkli bir şekilde şiir söylemeye önem veren şairler ve hatipler bulunuyordu.
Ekonomik durum: Medine, eski zamanlardan beri Güney-Kuzey ticaret yolu üzerinde bulunuyordu. Burada Yahudiler ziraat, ticaret, kuyumculuk, demircilik, dokumacılık, silah ve ziıâî alet imalatı ile meşgul oluyorlardı. Biraz daha özele indirgeyecek olursak, Kaynukâ’ oğullarının diğer mesleklerle birlikte kuyumculuk ve ticaretle, diğer Yahudilerin de çiftçilikle ve ticaretle uğraştıkları söyleyebiliriz.
Arap kabileleri de daha ziyade çiftçi idiler. Her aile kendi topraklarına sahipti ve herkes kendi çocukları ve gerektiğinde kölelerinin yardımıyla çiftliklerde çalışıyordu.
Bunun yanında ticaretle uğraşanlar da vardı. Bunlar Suriye pazarlarına ticaret amacıyla giderlerdi. Şehre ithal mallar da getiriliyordu. Nabatî- ler arasıra kervanlarla Medine’ye yiyecek maddeleri, tahıl ve zeytinyağı getiriyorlardı. Çeşitli Arap kabileleri, özellikle göçebeler, satmayı veya ihtiyaç duydukları maddelerle takas etmeyi düşündükleri deve, at, zamk, değerli taşlar gibi mallarını şehre getiriyorlardı. Yabancı ithalatçılarla görüşen simsarlar da mevcuttu. Arazisi olmayanlar, para kazanmak için ormandan odun kesip meskun yerlerde satarlardı.
Hurmalarıyla ünlü olan Medine’de hurma bahçeleri vardı. O nedenle hurma ziraati çok gelişmişti. Hurmanın bütün yıl boyunca taze kalması ve çürümemesi için konserve endüstrisi vardı. Hurmalardan alkollü içkiler de elde ediliyordu. Bunıın yamsıra hurma ihracatı da yapılıyordu. Hurmanın yanında buğday ve arpa ziraati de yapılıyordu.
Dokumacı kadın ve erkekler, terziler, kasaplar, demirciler, gıda maddeleri satıcıları, marangozlar, oduncular, parfüm satıcıları başlıca meslek gruplarıdır. Mahallî bir para birimi yoktu ve para olarak Bizans’ın para birimi olan dînar ve İran’ın para birimi olan dirhem kullanılıyordu. Dirhem, dînarın onda birine tekabül ediyordu.
Diğer hususlar: Burada Hz. Muhammed’in ve ailesinin Medine ile alâkasına kısaca temas etmek yerinde olacaktır. Hz. Muhammed’in ailesinin, büyük dedesi Hâşim’den itibaren, Medine ile sıkı bağları vardı. Her şeyden evvel Abdül- muttalib’in annesi Selmâ bint Amr, Hazrec’in Neccâr oğulları koluna mensuptu. Bir arazi meselesi yüzünden Abdülmuttalib ile amcası Nev- fel arasında meydana gelen çekişmede Medine- liler Mekke’ye Abdülmuttalib’e yardıma gelmişlerdi. Hz. Peygamber’in annesi Amine’nin kabri Medine yakınında Ebvâ’da, babası Abdullah’ın kabri Medine’de idi. Hz. Muhammed altı yaşında iken annesi ile birlikte Medine’ye gelmiş ve burada bir ay kadar kalmıştı. Ayrıca amcası Abbas’ın Medinelilerle yakın dostluğu vardı.
Hicretten önce Medine’de oluşan müslüman kesime gelince, Birinci Akabe Görüşmesi (620) ile başlayan ve Hicrete (622) kadar devam eden iki yıllık süreçte Evs ve Hazrec kabilelerinden müslüman olanların sayısı gitgide çoğaldı. Birinci Akabe bîatından sonra Medine’ye İslâm’ı öğretmek üzere gönderilen Mııs’ab b. Umeyr’in faaliyetleri sonucu, reisleri Sa’d b. Muaz’ın İslâm’ı kabul etmesi üzerine, Evs’in önemli bir kolu olan Abdüleşhel oğullarının tamamı Müslüman oldu. Bıı arada Akabe Matlarından bir yıl önce Ebû Seleme’nin hicreti ile başlayan Mekke’li Müslümanların Medine’ye hicreti, daha sonra devam etti. Öyle ki, kaynaklarımız Hz. Peygamber’in hicreti esnasında, bizzat Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir, bunların aileleri, Hz. Ali, onun annesi ve bunların dışında hapse atılanlardan veya hicret edemeyecek derecede hasta ve güçsüz olanlardan başka Mekke’de Müslüman kalmadığını diğerlerinin kaynaklar Medine’ye hicret ettiğini kaydederler.
Hicret eden sahâbîlerden bir kısmı, Evs kabilesine bağlı beş kolun en büyüklerinden kalabalık ve güçlü bir kabile olan Amr b. Avf oğullarına misafir oldular. Ebû Hıızeyfe’nin azatlısı Sâlim, Hz. Peygamber’in hicretinden önce Küba’da Müslümanlara imamlık yapıyordu. Hz. Peygamber de Hz. Ebû Bekir’le birlikte Küba’ya geldiğinde bir müddet bunların arasında kalacak ve meşhur Kuba Mescidi’ni inşâ edecektir. Amr b. Avf oğullarının yanında yine Evs’ten Abdüleşhel kabilesine ve ayrıca Evs’in diğer bazı kollarına mensup Müslümanlar, muhacirlere kucak açtılar. Benî Neccâr ve Belhâris b. Hazrec başta olmak üzere Hazrec’in kollan da Müslümanları misafir ettiler. Neccâr oğullarından Es’ad b. Zü- râre, İslâm’ı yayma faaliyetlerine önemli katkıda bulundu ve Mııs’ab b. Umeyr’e yardımcı oldu. Hatta Es’ad b. Zürâre’nin Medine’de inşâ ettiği bir mescidde, Mus’ab b. Umeyr’le birlikte vakit namazları kıldırdıkları kaynaklarda kaydedilmektedir.
Hicretten sonra Hz. Peygamber’in Medine’de gerçekleştirdiği faaliyetlerin tümünü burada kaydetmemize imkan yoktur. Zaten bu yazımızdaki esas amacımız da bu değildir. Ancak ana hatlarıyla birkaç noktaya temas ettikten sonra yazımıza son vermek istiyoruz.
Hz. Peygamber hicretten hemen sonra Medine’de toplumu teşkilatlandırdı. İslâm’ın yayılması için çalıştı. Bireysel ve toplumsal hayatta, ibadet ve muamelât alanlarında nâzil olan âyetleri uygulamaya koydu. Sosyal, kültürel hukukî ve ekonomik düzenlemelerde bulundu. Toplumsal sorunları çözmeye çalıştı. Putları kırdırdı, çekişmeleri önledi, kan davalarını kaldırdı. Medine şehrini, on yıl zarfında tüm Arap yarımadasına hükmedecek bir otoritenin merkezi haline getirdi.
Son İlâhî vahiy olan Kur’an-ı Kerim’in gerçekleştirdiği büyük inkılâbın merkezi Medine-i Münevvere olmuştur.