Makale

ÇEVRECİLİĞİN DÜNÜ BUGÜNÜ VE GELECEĞİ

ÇEVRECİLİĞİN DÜNÜ BUGÜNÜ VE GELECEĞİ

Mesut ÖZÜNLÜ

Çevre kavramı "İnsan ve Çevresi" bağlamında ele alındığında, her ne kadar mahdut ve basit bir anlamı içeriyor gibi görünse de, derine inildikçe dallanıp budaklanan; atomdan yıldıza, hatta maddeden mânâya uzanacak kadar genişleyen bir anlam bütünlüğünün adıdır. Bundan böyle bazı çevrebilimciler, çevre kavramını, daha bütüncül bir anlam ifade eden "ekosistem" mefhumu içerisinde ele almaktadırlar.

Böyle bir açıdan bakıldığında, çevrenin kapsamadığı hiçbir alan ve süreç kalmamaktadır. Kavramı daha somut bir hale getirmek için, şu temel tasnifi yapmak mümkündür:
* İnsanla birlikte tüm canlı varlıklar
* Cansız varlıklar
* Canlı varlıkların eylemlerini etkileyen ya da etkileyebilecek kimyasal, fiziksel, biyolojik ve toplumsal nitelikteki tüm etkenler.
Bu öğeler göz önünde tutulursa, çevre; canlı ve cansız varlıkların karşılıklı etkileşimlerinin bütünüdür. Çevrenin canlı öğeleri; başta insan olmak üzere, bitki örtüsü, hayvan topluluğu ve mikroorganizmalardan oluşur. Cansız öğeler ise; iklim, hava ve su’dur. Cansız öğeler, canlıları etkileyip, onların eylemlerini güçlendirirken; canlılar da cansızların konumlarını, yapılarını belirleyen etkilere sahiptir.
Bir başka tanıma göre çevre; evrensel değerler bütünüdür. Bitki ve hayvan toplulukları, cansız varlıklar, insanın tarih boyunca kurduğu uygarlık ve bunun ürünleri, tüm insanların ortak varlığıdır. Bu yönüyle çevrenin, çeşitli ölçek ve miktarlarda bir kaynaklar bütünü olduğu söylenebilir. Bu kaynaklar iyi kullanılmadığı, iyi planlanmadığı ve iyi yönetilmediği takdirde, insanların ve diğer canlıların geleceği tehlikededir. Son zamanlarda, sık sık çevrenin yönetiminden bahsedilmesinin nedenlerinden birisi de budur.
Çevrecilik ise; tabii çevreyi korumaya, çevre krizine veya kirliliğine yol açan sebepleri ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetlerin genelidir. Çevrecilik faaliyetinde bulunan kimseye de “çevreci” denilmektedir.
Çevreciliğin tarihi seyri hakkında neler biliyoruz? Kimyasal ve endüstriyel gelişmenin çevre kirliliğindeki payı nedir? 21. yüzyıl çevre ve çevrecilik açısından nasıl olacak? Şimdi sırasıyla bu sorulara cevap bulmaya çalışalım.
Çevreciliğin Tarihî Seyri
Çevre bilinci, tarihin çok eski devirlerinden beri insanoğlunda var olmuştur. İnsanlar, çoğu kez yaşamlarını sürdürebilmek ve dar anlamda çevrelerini geliştirebilmek için sürekli mücadele etmişler; çiçek ve böcekleri sevmişler, ormanları korumuşlardır. Aynı zamanda, yaşamlarım sürdürebilmek için doğal kaynaklan kullanmışlar, ağaçları kesmişler, hayvanlan öldürmüşlerdir.
Son zamanlara kadar, insanoğlu; suyun berraklığı, havanın temizliği, bitki ve hayvanların varlığı gibi, çevresinin temelini oluşturan kaynakları; kendiliğinden var olan ve hiç tükenmeyen doğal nimetlerden olduğunu sanmıştır. Böyle bir anlayışın sonucu, özellikle 19. yüzyılın başlann- dan itibaren, sınırsız sandığı doğal kaynakları gelişigüzel tüketmiş ve yaşam standardını artırmaya çalışmıştır.
Arkeologların yaptığı bazı araştırmalara göre; insanoğlu, milattan önceki devirlerden beri çevreyle haşimeşir olmuş, zaman zaman çevreye zarar verirken, zaman zaman da onunla dost olmanın yollannı aramış, yaşadığı coğrafyada millî parklar ve çeşitli sid alanları oluşturma yoluna gitmiştir. Nitekim Bandırma yakınlarındaki Kuş Cenneti’ni de içine alan bir bölgenin, 2 bin 500 yıl önce, Persler tarafından "Paradeisas" adı ile resmi park ilan edildiği bugün bilinmektedir. Yine aynı dönemlerde yaşayan Lidya kralı Daskylos’un sarayının altında, özel bir teknikle inşa edilmiş atık su kanalının bulunduğu tespit edilmiştir. Bunun yanı sıra, Denizli yakınlarındaki Afrodisias ile İzmir’in güneydoğusunda bulunan Efes şehri başta olmak üzere, antik döneme ait birçok kentte; temiz ve atık sular için ayn ayrı kanalizasyon şebekelerinin inşa edilmiş olması, çevreciliğin tarihîliği açısından fevkalâde önemlidir.
Romalılar döneminde, yedi tepe üzerinde yerleşmiş tarihî İstanbul şehrinin içme suyu ihtiyacı, Belgrat ormanları ile Halkalı bölgesindeki kaynaklardan sağlanmaktaydı. Bu amaçla inşa edilmiş bentlerden alınan su, künkler içinde kemerli köprüleri aşarak kent içindeki sarnıçlara getirilmiştir. Bugüne kadar 3 açık hava ve 17 kapalı su sarnıcının yüzyıllar boyu, İstanbul halkına temiz su deposu hizmeti verdiği belirlenmiştir.
Yerleşim bölgelerine temiz su sağlama projesi, Osmanlı döneminde o derece ehemmiyet kazanmıştı ki, sırf bu amaçla hükümette bir Su Nazırlığı (Bakanlığı) görevi ihdas edilmiştir. Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethettikten sonra Barbara kentine mühendisler yollayarak kente su şebekesi yaptırmıştır. Bu şebekenin dört buçuk asır sonra hâlâ kullanıldığı bilinmektedir.
Fatih’in çevre konusundaki vakfı, Haliç’i korumak ve yamaçlarındaki erozyonu önlemek gayesiyle bazı tarımsal faaliyetlerde bulunması, ağaçların kesilmesini yasaklaması; tarihimiz ve millî kültürümüz açısından çok önemli çevresel derslerden birkaç örnektir.
Tavemie, ünlü seyahatnamesinde; İstanbul’daki Fransız elçiliğinde çalışan bir görevlinin, canlı avladığı bir kuşu, herkes görsün diye kapısına astığından dolayı, Osmanlı kanunlarına göre "Canlı bir varlığa eziyet etmenin yasak olmasından bahisle kırk sopalık bir cezaya çarptırılmaktan" büyük müşkülatla kurtulduğunu yazmaktadır.
Çorum’da Mimar Sinan tarafından yaptırıldığı rivayet edilen Ali Paşa Hamamı’nın kullanma suyu, 10 km. uzaklıktaki temiz bir kaynaktan künk borularla getirilmiş; atık suları ise, dikdörtgen kesitli bir oluk ile şehrin 5 km. dışına atılmıştır.
Osmanlı döneminde, vücut ve çevre temizliğine büyük önem verildiğine dair örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bakımsızlık ve pislikten kaynaklanan salgın hastalıkların, birçok Avrupa kentinde bazı kitlesel ölümlere neden olduğu bir dönemde, İstanbul’da her on kişiye bir adet düşecek şekilde, toplam 14356 hamam olduğu, Evliya Çelebi’nin kayıtlarında görülmektedir.
Fatih Sultan Mehmet’in Çevre İle İlgili Vakfı
Ben ki İstanbul’un Fatihi abd-i âciz
Fatih Sultan Mehmet
Bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde kâin ve malûm-ul hudud olan 136 bâp dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki: Bu gayri menkulâtımdan elde olunacak nemalarla, İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde, güniin belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin tükrükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsunlar. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabib ve 3 de yara sarıcı tayin ve nasp eyledim. Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar; bilâistisna her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise ve şifası orada mümkün ise şifâ- yâb olalar. Değil ise, kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin Darülaceze’ye kaldırılarak orada salah buldurulalar.
Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vâki olabilir. Böyle bir hal karşısında, bırakmış olduğum 100 silah ehli erbaba verile. Bunlar ki, hayvanâtı vahşiyenin yumurtada ve yavruda olmadığı sıralarda, balkanlara çıkıp avlaııalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar.
Bugün Gelinen Nokta
İnsanoğlu, alarm zilleri çalan tabiatın büyük bir şikayetine muhatap bugün. Kur’an-ı Kerim’in Rum suresi 41. ayetinde geçen "İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde denge bozulur; Allah da belki geri dönerler diye yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırır." ikazı, adeta bütün yönleriyle ortaya çıkmış gibi... Toprağın en büyük dostu olan ormanlar hızla yok oluyor; karada canlılar, denizde balıklar ölüyor. Medyatik çevreler, sık sık ozon tabakasının delindiğinden ve gittikçe genişlediğinden söz ediyorlar. Hatta kimi çevre uzmanları, bugüne kadar çevrecilik tarihinde hiç görülmeyen kuşatıcı problemlerden, uzay kirliliği ve kozmik kirlenme gibi, yeni yeni bazı ekolojik kavramlardan bahsediyorlar...
Dünyanın akciğerleri sayılan tropikal ormanlar, bugün büyük bir katliamla karşı karşıya. Bu ormanların büyük bir kısmına evsahipliği yapan Brezilya’ya göre; şayet katliam bu hızla devam ederse, 2050 yılında Amazon havzasında tek bir
ağaç bile kalmayacak. Dünya genelinde de durum bundan farklı değil. Yeryüzünde her saat 3000, her dakika 50 dönüm ormanlık alan yok oluyor.
Bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de or- mansızlaştırma binlerce yıldan beri devam ediyor. Sadece ülkemizde, her yıl erozyon yüzünden 1milyar ton toprak kaybediyoruz. Bu toprak Kıbrıs adasına denk. Çevrecilik açısından tarihe şöyle bir baktığımızda, bir zamanlar Anadolu topraklarının yüzde 72’sinin ormanlarla kaplı olduğunu görüyoruz. Şimdi ise bu oran, sadece yüzde 22’den ibaret. Dünya ve ülkemiz, hızla çölleşmeye gidiyor. Büyük şehirlerde, hava kirliliği hat safhada... İnsanoğlunun kendi elleriyle ürettiği kimyasal ve endüstriyel atıklar, hem kendisini hem doğayı tehdit ediyor. Başka bir deyişle, insanlar tarafından başına büyük gaileler açılan doğa; canına tak eden problemleriyle, adeta saçını başını yolarcasına karşımızda duruyor.
Bütün bu gelişmeler olurken ne yapmak gerekiyor? Henüz geç kalmış sayılmayız. Zararın neresinden dönülürse kârdır, şeklinde müthiş bir atasözümüz var. Ülkemizde de aynı sorunları hissetmekle birlikte yine çok şanslıyız. Dünyadaki kötü tabloya bakıldığında Türkiye bir zenginlikler ülkesi. Avrupa’nın biyolojik yönden en zengin coğrafyası. Türkiye’nin bu konumu, hepimize ayrı ayrı sorumluluklar yüklüyor. İstersek çevre ve çevrecilik alanında köklü adımlar atabilir, üzerinde yaşadığımız vatan toprağını parmakla gösterilen model bir ülke konumuna getirebiliriz.
Deprem, toprak kayması ve su baskım gibi doğal afetlerin neden olduğu çevre sorunlarını bir yana bırakırsak; çevrenin ve doğal dengenin bozulması, canlıların yaşamını tehdit eder hale gelmesi, büyük ölçüde Sanayi Devrimi ile başlamıştır. Son 200 yıla kadar dünya, bugünkü anlamda bir çevre krizi yaşamamış, doğal dengesi bozulmadan varlığını sürdürmüştür. Ancak 19. yüzyıl başlarında, bilim ve teknolojinin sanayiye uygulanması ile üretim ve refah seviyesi artmış; dolayısıyla bu gelişme, çevrenin kirlenmesine ve doğal dengenin bozulmasına yol açmıştır. Bu sebeple insanlık, ilk defa 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra, geniş anlamda çevresel ve ekolojik kaygılar duymaya başlamıştır.
Çevre kavramı, ilk defa 1972 yılında, Birleşmiş Milletler tarafından organize edilen Çevre Konferansı’ndan bu yana, birçok açıdan kavram kaymasına uğramış, deyim yerinde ise evrime uğrayarak yepyeni anlam ve açılımlar kazanmıştır. Bunun bir sonucu olarak 1970’li yıllarda, sadece dar anlamlı "Kirlenme sorunları ve bunların ortadan kaldırılmasına yönelik kısa vadeli çözümler" olarak algılanan çevre olgusu; bugün yerini, çevreyi evrensel değerlerin küllî bir tanımı, başka bir deyişle doğal, ekonomik, sosyal ve kültürel sistemlerin bütüncül bir ifadesi olarak gören çağdaş bir anlayışa bırakmıştır. Kuşkusuz bu gelişmeyi belirleyen en önemli faktör, sosyal ve ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilmesinde kullanılan kaynak tabanının, hızlı ve geri dönülmez bir şekilde tahrip edilmesi gerçeği olmuştur.
Klasik ekonomi kuramının öncülerinden Adam Smith; İktisadî açıdan refah toplumunun tanımını yaparken, mal ve hizmet üretiminin yeterliliğini tek ölçü olarak kabul etmiş; dolayısıyla klasik refah toplumu kavramında, çevre faktörüne hiç yer verilmemişti. Fakat son yıllarda global ölçekte yaşanan çevre krizleri, çevrenin kıt ve yok olabilir kaynaklardan oluştuğunun kavranmasına yol açmıştır. Buradan hareketle, genel anlamıyla "Kıt kaynakları, birbiriyle rekabet eden amaçlar arasında paylaştırma bilimi" olarak tanımlanan ekonomi kavramı, çevreye; "refah" kavramında ele alınması gereken yeni bir eleman olarak yaklaşmaya başlamıştır. Bundan böyle çevre krizleri, artık çağdaş iktisat bilimcileri tarafından ekonomik problemler olarak ele alınmaktadır.
Günümüzde, ulusal kalkınma çabalarını belirleyici temel faktörlerden birisinin çevresel kaynaklar olduğu; başta doğal kaynaklar olmak üzere, bu değerlerin tahribinin, uzak veya kısa vadede, kalkınma çabalarını olumsuz şekilde etkilediği gerçeği hükümetlerce kabul edilmeye başlanmıştır.
Nitekim Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler tarafından benimsenmiş olan "Ortak Geleceğimiz" adlı bir raporda ifade edildiği gibi; artık ülkeler, sadece ulusal düzeyde değil "Sürekli ve Dengeli Kalkınma" politikalarını hayata geçirmek amacıyla; jeopolitik konumlarına uygun hukukî, ekonomik, sosyal, kurumsal ve siyasî bazı yapılanmalara da ihtiyaç duymaktadırlar. "Bugünkü kuşakların ihtiyaç ve beklentilerini, gelecek kuşakların ihtiyaç ve beklentilerini tehlikeye atmadan karşılamak" şeklinde tanımlanan sürekli ve dengeli kalkınma kavramı, sadece çeşitli uluslar arasında adaletli bir kaynak paylaşımı değil, aynı şekilde kuşaklar arasında da bu kaynakların âdil ve dengeli bir şekilde dağılımını öngörerek, çevre kavramına yepyeni bir boyut eklemiştir.
Bugüne kadar tüm dünya ülkelerince çevre alanında sürdürülen çalışmalar, en son 1992 Haziran’ında Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen BM Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda uluslararası düzeyde yeniden ele alınmış, çevre ve kalkınma arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisi global düzeyde onaylanmıştır.
Uluslararası kuruluşların çevre alanında politika oluşturmalarının önemli göstergelerinden birisi de; temelleri, 1975 yılında Helsinki Nihai Senedi’nin imzalanmasıyla atılan AGİK sürecinde, birliğe üye ülkeler tarafından "Çevre İşbirliği" konusunun da ciddiyetle ele alınmış olmasıdır. Çevre sorunlarının, gerek Helsinki Nihai Senediyle başlayan AGİK sürecinde, gerekse 1990 tarihli Paris Şartı’nda ciddiyetle ele alınmış olması; tedbir alınmadığı taicdirde dünyanın, 21. yüzyılda büyük bir ekolojik krizle karşı karşıya kalacağının ipuçlarını vermektedir.
21. Yüzyılda Çevrecilik
Bugün uluslararası politikanın önemli unsurlarından birisi kabul edilen çevrenin, 21. yüzyılda devletlerarası ilişkilerde belirleyici bir rol oynayacağı açıktır. Bundan böyle, diğer birçok alanda olduğu gibi, çevre konusunda da hızlı bir küreselleşme yaşanmaktadır. Bunun yegâne sebebi, çevresel sorunların; artık sınır tanımayan global bir kriz haline dönüşmüş olmasıdır.
20. yüzyılın son çeyreği, birçok endüstri kolunun, çevresel sorunlarla yüz yüze geldiği önemli bir dönüm noktası oldu. Bu sebeple, 21. yüzyılın eşiğine geldiğimiz şu günlerde, dünyadaki bazı büyük endüstri kuruluşları, çevreye zarar veren endüstriyel atıkları elden çıkarmaya uğraşmak yerine, atıkların oluşmasına engel olmak gerçeğinde birleştiler.
Temelleri, 1992 yılında toplanan Rio Çevre Konferansında atılan global stratejiye göre; tüm ülkeler 2000 yılına kadar, çevresel atık arıtımı için gerekli kalite kriterleri ile hedef ve standartlarını belirleyecek; sanayileşmiş ülkeler 1995 yılı itibariyle, gelişmekte olan ülkeler ise 2005 yılı itibariyle tüm atıksu ve katı atıklarının en az yüzde 50’sini arıtacaklar; 2025 yılı itibariyle de dünyadaki bütün ülkeler kanalizasyon, atıksu ve katı atıklarını ulusal ya da uluslararası çevre kriterleri ile uyumlu bir şekilde bertaraf etmiş olacaklar.
Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nın temel hedefi, dünyadaki bütün ülkelerde sürekli, dengeli ve çevre ile uyumlu kalkınma kapsamında, çevresel bozulmanın etkilerini azaltmak ve bu konuda bazı stratejik projelerin hayata geçirilmesi için tedbirler almaktır. Bu plan ve projeler çerçevesinde, Birleşmiş Milletler Çevre Programı UNEP tarafından çeşitli tarihlerde organize edilen İklim Değişikliği Sözleşmesi, Uluslararası Orman Prensipleri, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi gibi global çözüm arayışları, 21. yüzyılın çevre asrı olacağına dair ciddi ve bağlayıcı bazı yükümlülükler getirmektedir. Bu yükümlülükler çerçevesinde:
Bütün ülkeler; ormanlarını rasyonel bir biçimde yönetebilmeleri amacına matuf, uluslararası bazı politikalar geliştirmekle yükümlü tutulmuşlardır. Bundan böyle ormanların; şimdiki ve gelecek nesillerin sosyal, ekonomik, ekolojik, kültürel ve mânevî ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yönetilmesi gerekmektedir.
Öteyandan gelişmiş ülkelerin, sera gazı emisyonlarını sınırlandırmak üzere, uluslararası bazı politikalar izlemesi gerektiği üzerinde durulmuş; iklim değişikliğinin etkilerini azaltmaya yönelik uygun önlemler almaları gereği karara bağlanmıştır. Aynca gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere, çevresel önlemlerin yürütülmesinden kaynaklanan tüm maliyetleri ve teknoloji transferi için ihtiyaç duyulan mali kaynakları sağlamakla yükümlü oldukları hususunda anlaşmaya varılmış; gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine uyum gösterebilmeleri için, gerekli olan maliyeti karşılama konusunda da yardımcı olmaları talep edilmiştir.
Yukarıda geçen bazı sözleşme hükümlerinden de anlaşılacağı üzere, insanoğlunun, geliştirdiği teknolojiyle birlikte; doğaya sahip olma ve tabii kaynakları ihtiraslı bir şekilde kullanma yarışının bir sonucu olarak, kendi hemcinslerine verdiği zararın sınırları, artık insan boyutunu çoktan aşmış; sıra bütün insanlığın ortak gezegeni olan dünyanın, yani tabiatın tahribine dayanmıştır. Başka bir deyişle, 21. yüzyıla adım attığımız şu günlerde, dünyamızın karşı karşıya bulunduğu çevresel sorunlar; aslında bugüne kadar işlediğimiz sosyolojik kabahatlerin, ekolojik bir boyuta dönüşmüş olmasının bir nevi global bir ifadesidir. Şayet önlem almazsak, bunun bedelini, insanlık âlemi olarak maalesef hepimiz birlikte ödeyeceğiz. Zaten yukarıda bir kısmına temas etmeye çalıştığımız sözleşme maddeleri, bu bedelin bir nevi ödeme planı değil midir?
Medeniyetimizin en önemli öğesi olan bilim ve endüstri, bugün, çevresel açıdan bakıldığında yeni bir tanıma muhtaçtır. Bu yönüyle bilimi bir bıçağa benzetmek mümkündür. O, açılmayan kapıları açar, kaleleri fetheder, hastalık ve ıstırapların kökünü kazır, cehaleti keser. Fakat ihtiras sahibi bir bencilin emeline alet olduğu takdirde, bütün insanlığın kanına girebilecek kadar da güçlü- dür. Biz, kimyasal ve endüstriyel atıklarla, bugün çevreye zarar verici bir faktör haline dönüşen teknolojik gücün, çevreye verdiği zararı da ortadan kaldıracak kadar kudretli olduğuna inanıyoruz. Yeter ki teknolojinin sahibi olan insanoğlu, bunu samimice istesin ve bu konuda ciddi adımlar atsın...
Unutmayalım! İnsan olmadan çevre ve diğer canlılar rahatlıkla varlıklarını sürdürebilirler. Fakat çevre olmadan insanın varlığını sürdürmesi asla mümkün değildir.


1) Çevrebilim, Ruşen KELEŞ-Can HAMAMCI, İmge Yay. Ankara 1992.
2) Yerel Yönetim ve Çevre, Halil ÜNLÜ, Çevre Bakan lığı Yay. 1st. 1995.
3) Tema Vakfı Çevresel Faaliyet Dergisi, sayı 15, Ni san 1998.
4) Çevre ve Çevre Bakanlığı, Bakanlık Yay. Yeşil Seri 1,1993.
5) BM Çevre ve Kalkınma Konferansı, Bakanlık Yay. Seri 3, Aralık 1993.
6) 21. Yüzyılda Endüstriyel Ekoloji, Z. ÖZER, Bilim- Teknik Der. Ocak 1999.


RÖPORTAJ:

Mustafa BEKTAŞOĞLU

5 Haziran ’in “Dünya Çevre Günü ” olarak ilan edilmesi vesilesi ile, gözlerimiz tabii olarak insan-hayvan-tabiat üçgenine çevrilmektedir. Toplum olarak bu hususta gayet duyarlı olmamız yinelenmektedir.
Yerde ve gökteki en küçük varlıktan en büyük varlığa kadar her şey, düşünen ve inanan insan için alelade bir şey değildir. Canlı olsun, cansız olsun her şeyin fizikî kıymetinin ötesinde manevî bir değeri vardır. İşte bu bakımdan varlıklar kutsaldır. Onların rastgele öldürülmemesi, yok edilmesi İslâm dinince yasaklanmıştır. Bu temele dayanarak müslümanlar çevreye her zaman sahip çıkmışlardır. Çünkü çevreye yapılan kötülük, Allah’a karşı yapılan kötülük olarak değerlendirilmiştir.
Biz de konunun önemine binaen; çevre ile ilgili sorularımızı cevaplandırmak üzere Çevre Bakanlığı Çevre Koruma Genel Müdürlüğü Hayvanları Koruma Daire Başkanlığı Veteriner Hekimi Sayın M. Ali Yaşar’ı dergimize konuk ediyoruz.

Sayın Yaşar! Çevre deyince ne anlıyorsunuz? Çevre ve çevrecilik kavramının tanımlarını yapar mısınız?
Çevre; İnsan veya başka bir canlının yaşamı boyunca ilişkilerini sürdürdüğü dış ortamdır. Hava, su ve toprak bu çevrenin fiziksel unsurlarını; bitkiler, hayvanlar, bakteri ve mantarlar ise biyolojik unsurlarını teşkil etmektedirler.
Doğada canlıların kendi aralarındaki ve fiziksel çevreleriyle olan ilişkileri canlıların sağlıklı gelişmesine imkan veriyorsa, doğal denge sağlanmış demektir. Aksine bir durum ise bu dengenin bozulduğunu gösterir. Doğal dengenin diğer bir tanımı da ekolojik dengedir. Doğal çevrenin fiziksel ve biyolojik unsurlarından oluşan sisteme ekosistem veya ekolojik sistem ve bu sistemi inceleyen bilim dalma ekoloji (Çevre Bilim) denir. Ekolojik dengeyi oluşturan canlı ve cansız varlıklar zincirinin halkalarından bir veya birkaçında olabilecek herhangi bir kopma, zincirin tümüne sirayet ederek bu dengenin bozulmasına neden olmaktadır. Bu halkalardan biri olan insan, ekolojik dengeyi bozucu faaliyetlerde bulunarak, çevre sorunlarını meydana getiren etkenlerin başında yeralmaktadır.
İnsanlar, toplumsal yaşam ilişkileri içinde, doğal kaynakları kullanarak, teknoloji geliştirerek ekonomik faaliyetlerde bulunurlar. Bu faaliyetlerin gelişi ile insanlar kendilerine doğal çevreden farklı bir çevre olan yapay çevre’yi oluştururlar. İnsanın yeryüzünde yaşamaya ve kendisine ait çevre oluşmaya başlamasından bu yana, insan ve doğa arasındaki denge İkincisi aleyhine devamlı bozulmaktadır.
Özellikle son yıllarda ekolojik dengeyi süratle bozan insan, bu sorunların kendisine dönmesi üzerine Birleşmiş Milletler tarafından 5 Haziran 1972’de İsveç’in Stockholm kentinde uluslararası “Çevre Konferansı” toplanmış ve dünyamızın karşılaştığı çevre sorunları tartışılmıştır. Konferansın sonunda 5 Haziran günü “Dünya Çevre Günü” olarak ilan edilmiştir.
Çevre koruma eğitimi, çevre korumacılığında temeli teşkil etmektedir. Özellikle çocuk ve gençlerden başlamak suretiyle toplumun tüm kesimini kapsayan yaygın bir eğitime ağırlık verilmelidir.
Çevre kavramını, çevre, insan ve canlılar üçgeninde değerlendirirsek neler söyleyebiliriz?
İnsanoğlu varoluşundan günümüze değin oluşturduğu teknolojilerle ve toplumsal gelişimi ile üzerinde yaşadığı doğal çevresini kendi çıkarları doğrultusunda sorunsuz bir biçimde kullanma eğilimi içerisinde yaşamını sürdürmüştür. Nüfusun artması, sanayinin gelişmesi, hızlı kentleşme, çeşitli doğal afetler, düzensiz aşırı avlanmalar, doğal kaynakların tahribini hızlandırmıştır. Bütün bunların sonucu olarak hava, su ve toprak kirliliği artmış, yaban hayvanlarının yaşama ortamları bozulmuş, eko- sistem tahribatına bağlı olarak po- pulasyonlarda aşırı nüfus artışına yol açmış, bazı hayvan ve bitki türleri tamamen yok olurken bir çok tür de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.
Doğanın kendi kendini yenileyebilen bir kaynak olması özelliğinden dolayı yüzyıllar boyu insanlar, doğada verdikleri zararın yol açtığı olumsuz gelişmeleri farke- dememişlerdir. Son yüzyılda bunun farkına varılmış, bitki ve hayvan türlerinin nesillerin devam ettirilmesi için sürdürülen çabaların insanların geleceği bakımından yararlı olacağı düşüncesi hakim olmaya başlamıştır.
Doğal yaşama ortamları bozulduğunda ilk önce gelişmiş memeliler etkilenmektedir. Kirlenen toprak, hava ve su bitki ve hayvan türlerinde kitlesel ölümlere neden olmakta, bu da insan için bir alarm niteliği taşımaktadır.
Özetle denilebilir ki doğayı, yaban hayatını koruma çalışmalarımızın ürünü, insanın kendi çevresinin ve bizzat kendisinin korunması olacaktır.
Ekolojik bütünlük açısından, çevre kavramını ele alırsak, canlılar; özellikle hayvanlar aleminin çevredeki konumu nedir ?
Hayvanların korunması da doğal dengenin korunması ile yakından ilgilidir. Özellikle av mevsimleri dışında, yavrulama dönemlerinde hayvan avcılığı, avcılığın beslenme amacı ile değilde, zevk ve spor için yapılması, günümüzde olagelmektedir. Damak zevki için kuzu kesimini teşvik eden, maddi çıkar için trol ile balık avı yapan yine insandır.
Doğa dengesinde tek tek yerleri olan hayvan türlerinin imhasında, kesiminde, kullanımında, üretilmelerinde, dengeyi bozmayacak şekilde ve insana yaraşır bir bi çimde yöntemler seçilmeli ve kullanılmalıdır. Hayvan varlığımız iyi muhafaza edilmeli, ıslahı ile de ayrıca uğraşılmalıdır. Bugün yaşaması gereksiz gibi görünen daha doğrusu insana ve çevresine direk yarar sağlamayan hayvanlar konusunda da bilinçli olmak ve onların doğa dengesi açısından önemlerini farketmek gerekir.
Bazı evcil hayvanların kırsal alanda düzensiz otlamaları bitki örtüsüne zarar verecek boyuttadır. Bunlar içinde mera, otlak, yaylak gibi alanların kullanılması konusunda titizlik gösterilmesi ve çözüme yönelik tedbirler alınmalıdır.
Günümüz insanının tabiatla uyum içerisinde yaşayabilmesi ve gelecekteki nesillerin de ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için kaynakların kullanılmasında bazı kurallar konulması ve bu kuralların en kısa zamanda topluma mal edilmesi gereklidir.
Son günlerde basın organlarında yer yer gündeme gelen “hayvan itlafı” konusunu çevrecilik açısından değerlendirirsek, neler söyleyebilirsiniz?
Hayvan itlafı hayvansever olarak değil bir insan olarak ele aldığımızda bile konunun her ne şekilde olursa olsun makul karşılanamayacağı bir gerçektir. Çevrecilik yukarıda da değindiğimiz gibi çevrede insan-hayvan-bitkinin bir uyum içerisinde olması ve bunların korunmasıdır. İnsanların haklarının olduğu kadar hayvan haklarının da korunması gerekir. Hayvan itlafı yerine onların sayılarının kontrol altına alınması; toplanarak barınaklara alınması, çok zorunlu hallerde de uyuşurma başta olmak üzere en az acı veren bir yöntemle öldürülmesi insani açıdan çok önemlidir.
Özellikle şehirlerimizde insanlarımız sokak hayvanları ile iç içe yaşamaktadır. Hayvanların sağlıklarının korunması ve sayılarının kontrol altına alınması için gerekli tedbirlerin günümüze kadar alınmamış olması ve Belediyelerin, insan sağlığını tehdit eden kuduz hayvanların itlafı yolunda uygulamalar yapması, basın ve yayın organlarından da görüldüğü üzere hiç de hoş olmayan hayvan katliamlarını gündeme getirmiştir. AB’ye girme sürecinde olan ülkemizde bu problemin bir an önce çözüleceğine inanmaktayız. Konu ile ilgili olarak yalnız basından değil, Hayvanları Koruma Yasa Tasarısı’nm yasalaşması için bugüne kadar kırkbinin üzerindeki konuya duyarlı vatandaşlarımızdan da imzalı dilekçe ve faks alınmıştır.
Başkanlığımızca, başta evcil hayvanlar olmak üzere gıda amacı ile üretimi yapılan hayvanlar hariç tüm hayvanların, insan ve doğa kaynakları mağduriyetinin önlenmesini, gözetilmelerini, bakımlarını, kötü muameleden uzak tutulmalarını, üremelerini, canlarının ve sağlıklarının korunmasını sağlamak amacıyla hazırlanmış olan Hayvanları Koruma Kanun Tasarısı, Çevre Komisyonunda görüşülerek TBMM Genel Kurulu’na sevk edilmiştir. Sözkonusu kanun çıktığında sokak hayvanları ile ilgili sorunlar da insani olarak çözümlenecektir.
Bu Yasa Tasarısındaki temel ilke “bütün hayvanlar yaşama ve var olma özgürlüğüne sahiptirler” şeklindedir. Hayvanların da insanlar gibi canlı olduğu unutulmamalıdır.
Tasarının yasallaşma sürecinde boşluğu doldurmak üzere, hayvanların itlafı yerine hayvanların belediyelerce kısırlaştırılmaları, aşılanmaları, işaretlenmeleri, kuduz olayı durumlarında ise, Belediye Ka- nunu’nda belirtildiği üzere üzere 10 km. lik alandaki tüm hayvanların imhası yerine, şüpheli hayvanların müşahade altına alınması, 10 gün müddetle tutulup hasta olmadığı anlaşılan hayvanların kısırlaş- tırılmaları, işaretlenmeleri gibi konuların işlendiği Bakanlığımız tarafından 1998/6 ve 1999/34 sayılı Genelgemiz tüm Valiliklere gönderilerek gerekli tedbirleri almaları sağlanmaya çalışılmıştır.
Fakat konu ile ilgili gerekli önlemlerin alınmasındaki yetersizlikler, yanlış ve bilinçsiz uygulamalar ve bazı belediyelerin konuya duyarsız kalmaları halen hayvan itlafının gündemde kalmasına neden olmaktadır.
Bu konuda yerel yönetimler ve Çevre Bakanlığı arasında herhangi bir koordine veya işbirliği var mı?
Hayvanları Koruma Tasarısı yasallaşıncaya kadar, Bakanlığımız yukarıda da açıklandığı üzere gerekli tedbirlerin alınması hususunda 1998/6 ve 1999/34 sayılı Genelgelerle belediyeleri uyarmıştır.
Yerel yönetimlerlerce yapılması düşünülen hayvan barınakları ile ilgili bilgi alışverişinde bulunulmaktadır. Hayvanların aşılama, kısırlaştırma, işaretleme, barınak ve müşahede merkezlerinin oluşturulması hususlarında, “Sokak Hayvanlarının Korunması", Ankara pilot projesi ihale aşamasındadır.
Sayın Yaşar! Bir çok hayvan ve kuşların bakımı ve tedavisi için vakıflar ve hastaneler kuran milletimizin, yaptığı bilinçsiz ve hatalı uygulamalarını bir an önce terketmesini temenni ediyor, verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyorum.