Makale

İSLAM VE İNSAN

İSLAM VE İNSAN

Süleyman Hayri BOLAY

İnsan, en mühim varlık! Yaratılışın, âlemin, İlâhî nizam ve emirlerin ancak kendisiyle mânâ kazandığı aziz varlık. Seven, sevilen ve sevdiren, bilen, bilemeyen, yükselen ve alçalan fâni varlık. Medeniyetler kuran ve yıkan, çağ değiştiren, iyi ve kötü amelleriyle de olsa ebedi hayâtın yegâne namzedi ve lâyıkı olan varlık.

Böyle bir varlığa İslâm nasıl bakmış ve ne değer vermiştir? O, insanı bugünün ilimleri ne yönden ele almışsa o yönlerden ele almış; fazla olarak onu mânevi bir varlık olarak gözönünde bulundurmuş, bütün sistemini de bu esası nazar-ı itibara alarak kurmuştur.

Çağımızın bâzı ilim dallan çoğu zaman insana maddi bir varlık nazarıyla bakmış, sadece bedeninin ihtiyaçlarını gözönüne almış, karnını doyurmakla, içgüdülerini bilhassa cinsî içgüdüsünü bol bol tatmin etmekle bütün mesele­lerinin hallolacağını zannetmiştir. Böylece onun mutlu olacağını sanarak, ona çok ucuz bir gaye ve ideal çizmişler, daha doğrusu onu gayesiz dolaşıp içgü­dülerinin emrini yerine getirmekten başka hareketi olmayan varlıklar derece­sine düşürmüşlerdir.

Halbuki insanları mes’ud eden şeyin sadece yiyip içmek ve cinsî (bedenî) arzularının tatmini olmadığı, son zamanlarda daha iyi anlaşılmıştır. Zîrâ bu hesaba göre yetiştirilen —bilhassa— Batı gençliği mutluluğa erip, olgunlaşıp sakinleşmesi gerekirken, daha da çok bunalımlara düşmekten kurtulamamaktadır. Bu sebeple onu esas mes’ud eden şey mânevi değerler olduğu kabûl edil­melidir. İnsan, diğer insanlarla içtimai hayâtı meydana getirir. Bu hayat fert­lerin karşılıklı tesir ve nüfuz yoluyla meydana getirdikleri mânevî değerler hayâtıdır. Bu hayatta insanlar —tabiatları icâbı— her an çeşitli içgüdüleriyle karşı karşıya gelirler. İnsanoğlu bu içgüdülerin karşısına nefis terbiyesi ve kuvvetli bir irade ile dikilip de onlan dizginleyebildiği müddetçe, o içgüdüler bu zengin mânevi hayâtı temsil eden maddî semboller halini alırlar.

Bunun da dışardan konulan nizamlarla ve zorlamalarla tahakkuk etmesi imkânsız olduğu aşikârdır. Çünkü insanları sadece harici nizamlarla idare etmenin yâni vicdanlara ve idrâke hükmetmenin formülü henüz keşfedileme­miştir. İnsanlık durdukça da bulunacağa benzemez. Bunun için de en iyi hal çaresi mes’eleyi insanın kendi içinde kendisine hallettirmektir. Kısacası kuv­vetli bir vicdan, irade ve nefis terbiyesiyle insanı kendisine kontrol ettirmektir. Bu muazzam işi de yapabilen ve bunda muvaffak olan biricik nizam yine İslâm’dır.

İslâm, insanı, önce onun menşei noktasından ele almıştır. Asarlardır ilim adamlarının çözemediği bu mes’eleyi o kesin bir çözüme bağlarken, insanın nefis şuurunu da tâ baştan itibaren yükseltmiş ve ona mes’uliyetinin, mükel­lefiyetinin büyüklüğünü hatırlatmıştır.

Ona göre insan vücut olarak topraktan, çamurdan yaratılmıştır; yâni hay­vandan tekâmül etmiş olması —son zamanlardaki ilmî araştırmalarla da orta­ya çıktığı gibi— doğru değildir. İşte bu maddi varlığa Allah (C.C.) kendi var­lığından ruh üflemiştir. Bu İlâhi nefha ile insan esas hayâtiyetini ve mevcûdiyetini kazanmıştır. Bundan sonra Allah ona dağların kabûl etmekten çe­kindiği emaneti teklif etmiş, o da kabûl etmiştir.

İşte böyle bir varlık olan insan, İslâm nazarında Allâh’ın yeryüzünde ha­lifesi olup diğer bütün mahlükâtın en üstünü ve en şereflisidir. Bu sebeple de onun emrine Allah bütün varlıkları vermiş ve tabiat kuvvetlerini râm etmiştir. Binâenaleyh insanın hâkim olamayacağı bir tabiat kuvveti yoktur. İslâmiyette insanı ilerlemeye ve ilme teşvik eden îman noktası da burası olsa gerektir. Yalnız burada bir nokta hatırdan çıkarılmamalıdır: İnsan yeryüzünde görül­mezden çok önce kendisi için gerekli bütün şartlar ve ortam tamamen hazır­lanmış ve öylece yeryüzüne gönderilmiştir. Artık binlerce yıl sürecek olan insanın macera hayâtı ve imtihan devresi başlamıştır. Şu kadar var ki o bu şartları —aklı ve fikri sayesinde— kendine göre değiştirmiş ve muhite uy­mak, onun esiri olmak yerine —hayvanlar böyledir— muhiti dâimâ kendine uydurmuştur.

İslâmiyet her varlığı insanın emrine vermekle, hattâ meleği ve şeytanı ona secde ettirmekle —ki şeytan kabûl etmedi ve bu yüzden lânete uğradı— onun nefis ve gururu ve şuurunu yükseltmiştir. Halbuki insan bedeni olarak melek ve şeytandan aşağıdır; çünkü çamurdan mahlûktur. Melek nurdan, şey­tan ise ateşten yaratılmıştır. (Şeytanın isyan sebebinin birisi de budur.) Fa­kat insan isterse, bedenî arzuları, ihtirasları ve içgüdüleri kontrol altına ala­rak rûhî bakımdan en üstün dereceye yükselebilir. Meleğin çamurdan yara­tılmış olan insana secde etmesinin mânâsı, bu husûsa açık bir delil olsa ge­rektir. Ve Peygamberimiz’in Mi’râc’da Cebrâîl (A.S.) dan öteye geçebilmesi bu yükselmeye bir misâldir,

Şeytanın gurura kapılarak insana secde etmemesi, Allâh’a âsî olması, bu sebeple ebedî lânete uğraması da Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde tekrar edilmiştir. Zaten bâzı hususların muhtelif yerlerde aynen veya değişik tarzda tekrar edilmesi Kur’ân’ın telkin metodlanndan birisidir. İşte bu tekrarla da in­sana bir husus anlatılmak ve muhtelif fırsatlarda hatırlatılmak istenmiştir: İnsan dikkatli olmazsa şeytan gibi boş yere gurura kapılıp onun tuzağına dü­şebilir ve kıskançlığına kurban gidebilir. Sapıtıp dalâlete düşebilir. O zaman kendisini ne ilmi, ne irfanı, ne aklı, ne fikri kurtarabilir. Tıpkı şeytana ilmi­nin bir fayda vermediği gibi. Hem onun ilmi insanlarınki gibi cüz’î de değil­di. O vaktiyle meleklere uzun müddet hocalık etmişti. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm birkaç yerde insana mağrur bir eda ile yürümemesini ihtar ediyor ve ne dağlara kadar yükselebileceğini, ne de yeri yarabileceğini hatırlatarak, in­sanın aczini de gözü önüne seriyor; böylece ona böbürlenmenin boş ve yer­sizliğini anlatıyor.

Binâenaleyh Kur’ân insana bedenini ve sıhhatini fuzuli yere tehlikeye sok­mamayı, daha da öte, tertemiz rûhunu hayvanî ihtiraslarla kirletmemeyi ve dolayısıyla hakîkî huzur ve saâdetini kaybetmeden dünyâsını, âhiretini berbat değil âbâd etmeyi öğretmiş, bunun yolunu göstermiştir. İslâm’ın şeytanı, insanın açık ve en büyük düşmanı ilân etmesindeki maksadı da budur. Böyle yapmakla da insandaki mücadele ve savaş içgüdüsünün lüzumsuz yere birikip bunalımlar hâsıl etmemesini, ferde ve topluma zarar vermemesini temin etmiş, böylelikle biriken enerjinin bir kısmını kanalize etmiştir.

İslâmiyet, insanı bu azılı düşmanından ve onun ayakbaşı nefsin şerrinden, bunların müşterek iğfal ve saptırmalarından korunmasının ve kurtulmanın yollarını da göstermiştir. Hattâ bunu bizzat kendisi yapmıştır: İnsana birta­kım vazife ve mükellefiyetler vermek sûretiyle bunların başında namaz ve oruç gelir. Bunlar rûhu temizleyip yükseltmek, nefse hâkim olmak ve iradeyi bilemek gibi meziyetler kazandırır insana. Bunun için “Namaz dînin direği, mü’minin mi’râcıdır.” buyurulmuştur. Namaz ve oruç —uyularak tam yapıl­dığı takdirde— insanı her türlü kötülüğe karşı koruyan birer set vazifesini görürler. Dolayısıyla insanı ebedî huzur okyanusuna götüren nurlu birer ır­maktırlar.

Şu halde İslâm insanı, içgüdülerinin, sonsuz ihtiras ve arzularının ezici baskısından ve boyunduruğundan kurtarmayı, onu hürriyetine kavuşturmayı hedef edinmiştir. Böyle bir insan her şeyden evvel çelikleşmiş iradesiyle kendine tam hâkim, nefsine itimadı çok fazla, nefis şuuru ve vekarı yerinde, rûhî mu­vazenesi mükemmel, sıhhati, maddî ve mânevi gücü tam olan bir kimsedir. Böyle bir insan artık çalışması, gayreti, cesareti, aklı ve fikrîyle ebedi saadete, sonsuz huzûra hak kazanmış, Allâh’ın karşısına yüz akı ile çıkma imkanına kavuşmuş olmaz mı? O bu şekilde aynı zamanda çok önceden Allâh’a vermiş olduğu kulluk va’dinden de dönmemiş olur!

Sonra insan yeryüzüne atılıvermiş, Cennetten çıkarıldıktan sonra hiç yü­züne bakılmamış, kimsesiz ve günah yüklü bir varlık da değildir. İslâm böyle bakmaz insana, bilâkis insan, dâimâ kendine hidâyet rehberi peygamberler ve kitaplar gönderilerek, ona en büyük mânevî destek olunmuş bir varlıktır. Bu bakımdan İslâm insanı olduğu gibi, hayattaki davranışı, tabiat ortasındaki yaşayışı ile duyguları, düşünceleri, içgüdüleri, bedeninin bütün arzu ve ihti­yaçları, ruhunun en ince duyarlıkları, temayülleri, kin ve sevgileri ile, yâni faziletleri ve rezîletleri, rûhunun yücelikleri, bedeninin düşüklükleri ile bir­likte, bir bütün olarak kabûl eder. Onun vücûdunda birbirine zıt ve düşman unsurların yanyana bulunuşu buna kâfi delildir. Hattâ sevginin ve imânın merkezi sayılan kalbde kin ve nefretin; aklın ve düşüncenin merkezi olan ka­fada her türlü insanî ve şeytanî fikrin bir arada bulunması hatırlanırsa bu husus daha iyi anlaşılır. Ama bu vücutta pislik var diye barsakları çıkarmak yersiz bir hareket olduğu gibi, insandaki kötülükleri söküp atmağa çalışmak da yersizdir. Mühim olan onların sökülüp atılamayacağını bilmek, bunun için de faziletleri geliştirip bu yolla kötülüklere set çekmek, onları körletmek ve onlara tam hâkim olmak lâzımdır. İşte İslâm bir binanın yapısında her çeşit taş ve tuğlanın kullanıldığı hakikatini gözden ırak tutmadığı ve bu taş-tuğlaların bir araya gelmesinden binanın ortaya çıkacağını bildiği için “insan’’ı da bir küll olarak kabûl eder. Ve bu sebepie her iki cihetin —maddî ve mânevi cihetler— hakkını, muayyen ölçüler ve prensipler dairesinde tam olarak verir. Şu halde İslâm’ın insan telâkkisi realisttir. Hıristiyanlıktaki gibi insanın kal­dıramayacağı yükler yüklememiştir. Hele hele tabiatına uymayan tavsiyelerde bulunmamıştır. Meselâ Hıristiyanlık, “Sağ yanağına bir tokat vurulursa, sol yanağını da çevir” diye tavsiyede bulunur. Bu, insanın yapamayacağı, realist olmayan bir tavsiyedir.

Aynı zamanda İslâm, insanın, ne kötü mayadan geldiğini ve hiçbir zaman düzelmeyeceğini —Hıristiyanlıkta olduğu gibi—, ne de hiçbir zaman bozulma­yacağını kabûl eder. Bilâkis onun her an düzelmeye ve bozulmaya müsaît ol­duğunu bilir ve esaslarını buna göre koymuştur. Hattâ her gün kılınan beş vakit namazda bile bu mânâ vardır. Bütün bunları gözönünde bulundurduğu için İslâm insanın günah işleyebileceğini hesaba katarak ceza ve af müessesesi kurmuştur. Bu sebeple günâhı da, sevâbı da, cezâyı da, mükâfâtı da, af, rahmet ve şefkati de insan için koymuştur.

Kur’ân’a göre insan beden (madde) olarak kötülüğe, ruh olarak da hayra meyillidir. Çünkü beden tabiata bağlıdır. Ruh ise İlâhî âlemden bir emir­dir ve isterse tekrar, geldiği temizlikte o âleme yükselebilir. Aksi halde be­deni arzularının esareti altına girerek çürür gider. Huzûra çıkmaya imkân da kalmaz. Şu halde insan iyi ve kötü cevhere müştereken ve aynı anda sâhiptir. Bu da onun sevap ve günah işlemeye ne kadar müsait olduğunu gösterir,

Kur’ân’da Allâh’ın insana şah damarından daha yakın olduğu ve ondan ancak imansızların ümit keseceği haber veriliyor. Öyleyse insanın en dar ve ümitsiz ânında ona yepyeni bir ümit kapısı açan, onun elinden tutan o Yüce Allah’tır. Bu yüce inanıştır. İşte insanı hayâta bağlayan, ona hayâtı sevdi­ren, bütün meşakkatlerine rağmen intihardan alıkoyan bu imânın kaybolduğu, bu bağın koptuğu anda insan kendi hayâtına kendi eliyle son verir ki İslâm bu hareketi haram kılmıştır. Sadece yasaklamakla kalmamış, önleyici tedbir­ler alarak intihara iten maddî ve mânevi âmilleri ortadan kaldırmıştır. Bunun içindir bilhassa İslâm ülkelerinde intiharların az oluşu imânın daha kuvvetli olduğu eski devirlerde daha da azdı. Hattâ bu husûsu meşhur sosyolog Durkheim “intiharlar” adlı meşhur araştırmasıyla ilmen tesbit etmiştir.

İşte aynı inançtır, insanı esir değil hür kılan, kula kul olmaktan kurtaran, alnı açık gezdiren, kendisini esaret altına almak isteyene karşı kafa tutturup isyan ettiren...

Allah insanı iki yol ağzında serbest bırakmış. Onu her an imtihana tabi’ tuttuğunu hatırlatmış, onu bu iki yoldan birini seçmekte muhtar kılmış, isabetli ve doğru bir seçim yapabilmesi için de bilme, duyma ve hakikati ara­yıp bulmak güçlerini vermiştir. Yoksa iradesini elinden alıp da mes’uliyet yüklememiş ve cezalandırma yoluna gitmemiştir.

Görülüyor ki İslâm insanı menşeiyle birlikte fert olarak ele almış, onun bütün psikolojik, zihni, maddi ihtiyaçlarını nazara almış, onu ruh asâleti için­de bozulmadan temiz tutabilmek için gereken tedbirleri almış, onun için ya­şama ortamı hazırlamış, onun ancak bu cemiyette (ortamda) bozulmadan kendisini muhafaza edebileceği hakikati üzerinde titremiştir. Artık bu andan itibaren insanın içtimaî (sosyal) hayâtı, davranışı ve vazifeleri ortaya çı­kar ki bu husus insanın İslâm’daki sosyal yâhut sosyolojik cephesini teşkil eder. Bu da ayrı bir araştırma ve kitap mevzuudur.

Yalnız İslâm’ın insana çalışmayı emrettiği, atalet, miskinlik, bedavacılık ve hazıra konuculuğu merdut saydığı hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır.

İnsana yeni bir değer ve mânâ kazandırmak gerektiği ve ona yeni baştan usta ve imanlı ellerde inşa etmenin zarureti gün gibi hakikat. Aksi halde hiç­bir sistem bn milleti kurtaramaz. Onun için önce insan... diyoruz. İşte İslâm, işte onun insanı...