Yazan : Dr. Abdusabûr ŞAHİN
Çeviren : Tayyar ALTIKULAÇ
Arap yazısında noktalamaktan maksat, karışıklığı önlemek düşüncesiyle biribirine benzeyen harfleri, noktalar koyarak ayırmaktır. Bu meyanda kullanılan hemze ( … ) de, aceminin yanlış okumasını önlemek içindir:
( … )
misâlinde olduğu gibi.2
Harekelemekten de maksat, harflerin okunuşlarını gösterecek alâmet ve işâretlerin konmasıdır. Eski âlimler, harekeleme için ( … ) “en-Nakt” terimini kullanmışlardır. Çünkü başlangıçta hareke, harfin üstüne veya altına veya sol ön tarafına konan bir noktadan ibaretti.3
( … ) en-Nakt teriminin, her ne kadar ( … ) (noktalamak) mânâsına kullanıldığını gösteren metinler elimizde mevcut ise de o zaman durum bu idi.
Bu konunun bizi ilgilendiren tarafı, Peygamber (S.A.S) zamanında Arap yazısının bu iki unsur yönünden ne halde bulunduğunu bilmek, bunlardan birinin veya her ikisinin o devirde kullanılıp kullanılmadığını anlamaktır.
Önce mushaflarda nokla kullanma fikri üzerinde duralım: Kitâbımızda bu konunun yer almasının sebebi, ilk mushafların, harfler dışında her türlü işaret, va şekillerden tecerrüd etmiş olarak yazılmasıdır. Birinci asır için bu yazılış yeterli idi. Çünkü insanlar, vahyin nüzulü zamanına ve bizzat Peygamber (S.A.S.)’in tâliminin cereyan eltiği devre yakın bir zamanda yaşıyorlardı. Fakat daha sonra durum değişti, mushafların harekesizlik ve noktasızlığı, okuyuşta birtakım hatâ ve değişikliklere yol açtı. Ebû Ahmed el-Askerî (öl. 383/993) diyor ki:
“Rivâyet olunduğuna göre mushafların harekelenmesinin sebebi şudur: Müslümanlar, Abdulmelik b. Mervan (öl. 86/705) zamanına kadar, 40 küsur yıl Hz. Osman’ın mushaflarını okumakta devam ettiler. Daha sonra birtakım yanlış okumalar zuhur edip çoğaldı ve bütün Irak’a yayıldı. Bunun üzerine Haccâc (öl. 95/714), kâtiplere başvurarak, (harekelerini tayinde) güçlük çekilen harflere bazı (yardımcı) işâretler koymalarını istedi. Söylendiğine göre bu işi Nasr b. Asım (öl. 100/719) üzerine aldı. Tek ve çift noktalar kullandı. Bâzılarını harflerin üstüne bazılarını da altlarına koyarak yerlerini ayırdetti. Halk bir müddet buna uydu: Yazdıkları zaman böyle (noktalarla) harekeli olarak yazıyorlardı. Ama bu harekelerin kullanılmasına rağmen, yine de yanlış okumalar oluyordu. Bıınun üzerine noktalama yoluna da başvurdular. Ve artık harekelemeyi noktalama ile beraber yapıyorlardı”.4
el-Askerî’nin ifadesi, Kur’an okuyanlar için kolaylık olsun diye kullanılan bu ilâve işaretleri gerekli kılan sebebin ne olduğunu genellikle açıklamış oluyorsa da, Arap yazısı tarihinde, bu işi ilk defa üzerine alan şahsın kim olduğu hususunda bir kesinlik taşımıyor. Çünkü birçok temel kaynaklar, bu şahsın, —Nasr b. Âsım’ın da noktalamayı kendisinden öğrendiği— Ebu’l-Esved ed-Duelî (öl. 69/ 688) olduğunu kaydederlerken o, Nasr b. Asım’dan söz eden bir görüşü rivâyet ediyor. Yine bu temel kaynaklara göre Ebu’l-Esved ed-Duelî, bu konuda Hz. Ali (R.A.) den bir tavsiye ve öğüt de almış, bunu kendi nefsinde saklı tutmuş, Ziyad b. Ebîh (öl. 53/673) zamanına kadar kimseye açıklamamıştır. Halka rehber olmak üzere bildiğini ortaya koyması için kendisine müracaat edilince Ebu’l-Esved ed-Duelî, mushaflar için harekelemenin ilk kaidelerini ortaya koymuştur. Buna göre: Fetha için harfin üstüne bir nokla, damme için önüne (kendisinden sonra) bir nokta, kesre için altına bir nokta konmuş ve tenvin için de çift nokta kullanılmıştır.5
Şu kadar var kî, yukarıda zikri geçen her iki görüş, mushaflar da harekeleme işleminin, noktalamadan daha önce yapıldığı hususunda birleşmektedir. Çünkü yanılmalar, önce kelimelerin i’rablarını tâyinde vuku’ bulmuş, daha sonra noktalamaya ihtiyaç duyulmuştur. Buna göre, kelimenin doğru i’rab edilebilmesi ve düzgün okunabilmesi için yapılan harekeleme olayını Ebu’l-Esved ed-Duelî’ye; biribirine benzeyen harfleri ayırmak üzere noktaların konması işini de Nasr b. Âsım’a ve Yahyâ b. Ya’mer (öl. 90/709) gibi bu işi ondan öğrenenlere nisbet etmemiz mümkündür. Ve bütün bunlar, Mushaf yazısının okumaya daha elverişli hale getirilmesi için olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in noktalanması ve harekelenmesinin zamanı hakkındaki bu bilgimize rağmen, Arap yazısında noktalama ve harekeleme işinin daha önce bilinip bilinmemesi hususu, ayrı bir sual mevzuudur:
Hz. Osman’ın mushaflarının, nokta ve harekelerden tecerrüd etmiş olması, o zaman kullanılan yazının gerekli kıldığı bir şey mi idi, yoksa bâzı rivâyetlerin bize anlattığı üzere kâtipler, gözettikleri bir hikmet yüzünden mi bu yolu seçmişlerdi?
Önce harekeden söz edecek olursak; kesin bîr gerçektir ki, Arap kavmînin öğrendiği yazıda ne hareke, ne de sükûn işâretleri vardı. Kelimeler, harflerinin harekelerine delâlet eden her türlü işâretlerden hâlî idi.6 Hattâ Arap yazısiyle ilgisi bulunan bütün sâmî yazılarının da durumu aynı idi7. Eski Araplar, sözlerinin i’rabını belirtirken, zaten fasîh olan tabiatlarına istinad ediyor veya yazılmış bâzı metinler varsa, onların —harekesiz de olsa— görünen tertibinden İstifade ediyorlardı.
Biribirine benzeyen harfleri ayırdetmek üzere noktaların konmasına gelince, bu konuda durum değişiktir. Çünkü elimizde, câhiliyye devrindeki Arap kâtiplerinin bunu bildiğine delâlet eden haberler mevcuttur. Ebû Amr ed-Dânî (öl. 444/ 1052)’nin zikrettiği bunlardandır:
“Araplar nezdinde ( … ) en-Nakt, yazılışta harflerin noktalanmasıdır. Hişâm el-Kelbî (öl. 204/819) den rivâyet olunduğuna göre şöyle demiştir: Eslem b. Gedere8, noktalamayı ilk yapan şahıstır”.9 Bu haber, ayrıca İbn-i Abbâs’a da nisbet olunmuştur10 "Keşfü’z-zünûn" müellifi Kâtib Çelebi (ö.1067/1657) de şöyle demektedir:
"Harekeleme ve noktalama işi, Emevîler zamanında (41-132 H./661-750 M.) ortaya konmuş bir şey değildir. Zahir olan şudur ki, bu iki şeyin vaz’ı, harflerle beraber olmuştur".11 Müellif, sonra el-Kalkaşendî (öl. 821/1418) den şu ibareyi naklediyor: "... Çünkü biribirine benzeyen harflerin, mushafların noktalandığı devre kadar noktasız kalmış olması uzak bir ihtimaldir. Rivâyet olunmuştur ki, sahâbîler, mushafları nokta ve harekeye varıncaya kadar her şeyden tecrîd etmişlerdir".12 "Eğer onlar zamanında, bu işâretler bilinmeseydi, tecrîd etme -ayıklama mevzuubahis olmazdı".13
el-Kalkaşendî’nin ve Kâtib Çelebi’nîn sözlerinden anlaşıldığına göre noktalama işinin eskiliğini ileri sürmeyi gerekli kılan sebep, harflerin şekilleri (yazılışları) arasındaki benzerliktir. Ve nitekim bu benzerlik, bâzı harf grupları arasında tam mânâsıyla mevcuttur: ( … ) ve bunların yakını olan ( … ) ve onlara benzeyen ( … ) ve sair biri birinin yazılışta aynı olan veya biribîrine yakın olan harfler bunlardandır. Bu benzerlik bulundukça da, lâfızların delâlet ettikleri şeyleri ayırmanın mümkün olduğunu kabûl etmek zordur. Ve işte bu yüzdendir ki, yazıyı ilk defa ortaya koyanların ve onunla meşgûl olanların, maksadın ne olduğunu sınırlayacak işaretlerle muhtelif harflerin arasını temyiz etme yoluna başvurmuş olmaları pek tabiîdir. Bu da noktaların ilâvesiyle olmuştur...
Arap yazısının noktalanması meselesine, araştırıcıların çeşitli kitabeler ve ortaya çıkarılmış eski belgeler üzerinde yaptıkları çalışmalar da açıklık kazandırmıştır. Merhum Hıfnî Nâsıf’ın zikrettiği şu misâl, bunlardan biridir:
"Abdulmelik b. Mervân (öl. 86/705)’ın hilâfetinden önce yazılmış eski kitâbeler keşfedilmiştir. Bunlarda ( … ) ve benzeri bâzı harflerin noktalı olduğu görülmüştür".14 Dr. Nâsıruddin el-Esed’in zikrettiğine göre ise, meselenin sınırı daha da geriye uzanmış bulunmaktadır. Buna göre, târihi, Halîfe Ömer b. el-Hattâb zamanına (Hicrî 22 yılına) âit Arapça ve Yunanca dilleriyle yazılı bir vesika bulunmuştur. Bu vesikanın bizi ilgilendiren tarafı, bâzı harflerinin noktalı oluşudur. Bunlar, ( … ) harfleridir. Tâif yakınlarında bulunan ve Hicrî 58 târihini taşıyan (Halîfe Muâviye b, Ebî Süfyân zamanı) bir kitâbenin durumu da aynıdır. Noktalara ihtiyaç gösteren harflerin çoğu, noktalı olarak yazılmıştır15.
Fakat hiç şüphe yok ki, mevzuubahis olan bu câhiliyye devri noktalaması ile, —değişik rivayetlerin işâreti üzere— daha sonra Ebu’l-Esved ed-Duelî veya Nasr b. Asım veya Yahyâ b. Ya’mer ve diğerlerinin ortaya koydukları noktalama sistemi aynı değildi. Şu kadar var ki, onların mushaflara uyguladıkları bu sistemin, aslında onlara ait yeni bir iş olduğunu bu konudaki rivâyetlerin tasrih etmesi için ortada mucip bir sebep yoktu. Daha önce bilinmekte olan usûlü (Kur’ân’ı noktalarken) kullandıklarını söylemekle iktifa etmek ve —nerede ise dokunulmazlığı inancı mevzuu bahis olan Mushaf yazısının ıslâhı (ve olgunlaştırılması gibi ciddî bir) meseleye el atmış olmaları nedeniyle— onların çalışmalarının, önemlilik vasfını taşıdığını söylemekle yetinmek mümkündü.
Sadece yukarıda mezkûr araştırmaların ışığı altında dahi, mushaflar tarihçilerinin yer yer, "... Mushaflarda noktalama işinin başlangıcı, sahâbîler ve tâbiîlerîn üeri gelenleri eliyle olmuştur…” şeklindeki işâretleri anlamamız mümkündür. Ebû Amr ed-Dânî’nin zikrettiği bir rivayete göre Yahyâ b. Ebî Kesîr (öl. 129/746) şöyle demiştir: "Kur’ân, mushaflarda (her türlü nokta ve işâretlerden) mücerred olarak bulunuyordu. İlk defa nokta koydukları harfler ( … ) harfleridir. Dediler ki: Bunda sakınca yoktur ve bu iş, Kur’ân için bir nur (kolaylık) dur". Yine ed-Dânî, el-Evzâî (Öl. 157/774)’nin de şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Katâde’yi (öl. 117/734) şöyle derken işittim: (Kur’ân’ı) önce noktaladılar, sonra her beş âyette bir, daha sonra da her on âyette bir işâretler koydular". Ebû Amr ed-Dânî ilâve ediyor; "Bu gösteriyor ki, (Kur’ân’da) noktalama işini ilk defa başlatanlar ve bes-on âyette bir işâretleme yapanlar, sahâbîler ve tâbiûn’un ileri gelenleri (R.A.) dir. Çünkü Katâde’nin rivâyeti, ancak onlardan olabilir. Zîrâ Katâde, tâbiûndandır"16. Yâni Hz. Osman’ın, (resmî) mushafları her çeşit nokta ve işaretlerden tecrid etmesi şeklindeki tatbikatına rağmen mushaflara bizi rumuzların konması, sahâbîler ve tâbiûn’un büyükleri zamanında olmuştur. Ve galip ihtimalle bu iş, şahsî nüshalarda vuku’ bulmuş; maksadın sınırlandırılmasında ve müttefekun aleyh hükmünde olan Kur’ân yazısının çerçevelediği okuyuşun bellenmesinde yardımcı olacak rumuzlardan, alışageldiklerini bu şahsî metinlere ilâve etmişlerdir.
İbnü’l-Cezerî’nin (öl, 833/1429) şu satırları da mushaflar müverrihlerinin (yukarıda mezkûr) işâretleri meyanındadır:
"... Şu da var ki, sahâbîler (R.A.) bu mushafları yazarken (Hz. Osman’ın mushaflarını kastediyor) —Peygamber (S.A.S.)’den sahîh olarak bilinip de son arzda (Cibril’in Peygamber’e. Peygamber’in de Cibril’e son defa okumalarında) bulunmayan vecihleri (okuyuşları) da içine alabilsin diye— her çeşit nokta ve işaretlerden ayıklamalardı. Böylece nokta ve işaretlere yer verilmeden yazılan mushafların hattı, —bir lâfzın, yerine göre mâkul olan iki ayrı mânâya delâletinde olduğu gibi— Peygamber (S.A.S.) tarafından okunup ashab tarafından da duyulmuş ve nakledilmiş iki (veya daha fazla) lâfza delâlet edebilecekti"17.
İbnü’l-Cezerî bu beyânı ile, mushafların nokta ve işâretlerden tecrid edilmesinin irâdî olduğunu, bir kasta mebnî olarak yapıldığını ileri sürüyor ve bu ameliyenin, aynı devirde bilinen noktalı yazının çerçevesi içinde cereyan ettiğini kabûl ediyor. Bu görüşün de ışığı altında şu sonuca varmamız mümkündür:
Peygamber (S.A.S.) tarafından imlâ ettirilen vahiylerin tesbît edildiği hat (yazı), büyük bir İhtimalle bâzı noktalar ihtiva ediyordu. Fakat, İbnü’l-Cezerî’nin, ifadesinin sonunda bahsettiği sebep gözönünde bulundurulduğundan, Ashab bunları mushaflardan ayıklamışlardır. Ebû Amr ed-Dânî’nin şu sözleri de bu ayıklama illetini açıklayıcı mahiyettedir: "İlk mushaf yazarları (Ashab), onları nokta ve işâretlerden hâlî olarak yazmışlar, bununla, lügatleri (lehçeleri) âzami şekilde içine alabilmelerini ve Cenâb-ı Hakk’ın kullarına dilediklerini seçip okumaları için müsaade ettiği kırâatlara imkân vermelerini arzu etmişlerdir’’18.
(1) Bu yazı, Müeellifin 1966 yılında Kahire’de intişar eden “Târîhü’l-Kur’ân” adlı eserinden (s. 68-73) dilimize çevrilmiştir.
(2) Bk. Hıfnî Nâsıf, Hayâtü’l-lugati’l-Arabiyye, Kahire, 1958, s.70.
(3) Bk. Aynı eser, s.67.
(4) Ebû Ahmed el-Askerî, Şerhu mâyekau fîhi’t-tashîfu ve’t-tahrîf, Kahire, 1963, s.19.
(5) el-Kıftî Ali b. Yusuf, İnbâhu’r-ruvât, Kahire, 1950, I, 4-5; III, 343-344.
(6) Hayâtü’l-Lügati’l-Arabiyye, s. 66.
(7) Bk. Aynı eser, s.44-60.
(8) Bu şahsın hayatı ve yaşadığı devir hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. (Mütercim)
(9) Ebû Amr ed-Dânî, el-Muhkem fî nakti’l-mesâhif, Dımeşk, 1960, s. 35. Burada Hadere olarak geçmekte ise de çoğunluk onu Cedere diye zikreder.
(10) Hayâtü’l-Lügati’l-Arabiyye, s. 70.
(11) Kâtip Çelebi, Keşfü’z-zünûn, Dersaâdet, h.1310, I, 467.
(12) el-Kalkaşendî, Subhu’l-e’şâ fî sınâati’l-inşâ, Kahire, 1963, III, 151.
(13) Keşfü’z-zünûn, I, 467.
(14) Hayâtü’l-Lügati’l-Arabiyye, s. 70.
(15) Nâsıruddîn el-Esed, Mesadirü’ş-Şi’ri’l-Cahiliyyi ve Kıymetühe’t-târihiyye, Kahire, 1956, s. 40.
(16) Bk. El-Muhkem fî nakti’l-mesâhif, s. 2-3, 10-11.
(17) İbnü’l-Cezerî, en-Neşr fi’l-kırâati’l-aşr, Kahire, I, 33.
(18) El-Muhkem fî nakti’l-mesâhif, s. 3.