İSLÂM MEDENİYETİNE TÜRKLERİN HİZMETLERİ
— 2 —
Yazan : Prof. Dr. M. en-NAHHAS
Çeviren : Doç. Dr. Salih TUĞ
(Geçen sayıdan devam)
Büyük Entellektüel İmparatorluk:
İslâm, öğretim ve Öğrenim husûsunda büyük çağrısında bulununca kendi müntesiplerini sadece öğrenmeye ve araştırma (talebu’l-ilm) yapmaya teşvik etmiş olmuyor, aynı zamanda bir ülkenin entellektüel hayâtında üç esas unsuru rehber haline getirmiş oluyordu. Bunlar sırasıyla:
a) Evveli öğretmen-muallimlerin maddi ve manevî durumlarının ıslahıdır ki bu zümre, âniden halifelerin, sultan ve şehzâdelerin arkadaşları haline geliverdiler ve en cömert ihsan ve taltiflere mazhar olmak sûretiyle tam bir hürmet ve emniyet bahşeden yeni bir hayâtın içine girdiler... Bu âlimler, artık ikinci dereceye düşmüş bulunan meşhur saray şâirlerinin yerini alıp devlet başkanlarının hemen yanıbaşına geçtiler.
b) İkinci unsur, mekteplerin durumunun ıslâhıdır. Hemen hemen her âmme emlâki öğretim ve öğrenime tahsis edilmişti. Bütün mescitler, namaz vakitleri müstesnâ, umûma açık ve parasız mektepler haline getirildi. Bu sûretle bütün câmller, içinde her çeşit ilim dallarının parasız ve hiçbir kayd ü şarta bağlanmaksızın öğretildiği ve ekseriyâ yatma, yiyecek ve cep harçlıklarının temin edildiği müesseseler şekline büründürüldüler. Buralardaki "muallim”ler ise, iâşe ve ibatelerini temin etmek üzere sultan yâhut şehzâde tarafından maaşa bağlanmış vaziyetteydiler.
c) Üçüncü unsur ise, kitaplar ve kütüphânelerdir. “Kitap”, hem bir araştırma ve hem de bir saygı toplama vasıtası oldu. İyi hal sâhibi bir kimse, şayet devrin ileri gelen mütefekkirlerinin eserlerinden istinsah edilmiş elyazması kitaplara sâhip değilse, pek hürmete şâyan tutulâmıyordu. Her bir şehirde, fiatları meraklılarının aşın tutkunlukları sebebiyle hayli yükselmiş elyazması kitapların satıldığı özel çarşılar (sahhaflar çarşısı) vardı.
Kütüphânelere gelince: Bunlar her üniversite, her şehir yâhut her halife ve sultan için şan ve şöhret kaynağı halindeydi. Zamanla kütüphânelere karşı duyulan tutkunluk temayülü, devlet iktidarlarından fertlere doğru kaymıştır. Zenginler, vezirler ve kadılar, âmmenin istifadesine arzettlkleri kitap koleksiyonları dolayısıyla ün salıyor ve hürmet kazanıyorlardı. Sizlere İbn-i Kıftî, İbn-i Kuteybe ve coğrafya âlimi Yâkût gibi bâzı müslüman müellifler tarafından zikredilmiş birkaç rakam nakledeceğim: Reyy şehri kütüphânesinin sadece kataloğu 10 büyük cilt tutuyordu. Yine bir diğer rakam, Buhara Sultanının meşhur bir tabibi çalışmak üzere kendi ülkesine dâvet ettiğinde bu tabib; Kendi husûsi kütüphânesini nakletmek üzere sultandan 400 deve...” talep etmişti vs... İşte bütün bu hudutsuz, şüphesiz târihin hiçbir devrinde benzeri görülmemiş vasıtaların bir araya getirilmesi ve Arap ile Arap olmayan arasında ve keza müslim ve gayr-ı müslim arasında tesis edilen eşitlik neticesi, iyi niyet taşıyan bütün insanlar, o devrin dünyâsında yaygın her nevi ilim dallarını içine alıp temsil eden bir medeniyetin, “İslâm Medeniyetinin meydana getirilip tekâmül ettirilmesinde işbirliği yaptılar. İşte bu medeniyetin şan ve şerefinden dir ki, bir Hıristiyan Fransız şehri olan "Monpellier” Tıp Fakültesinde 10., 11. ve 12. asırlarda, profesörlerin yarısını müslümanlar teşkil ediyordu. Sicilya Kralı Ruggiero’nun büyük Müslüman coğrafyacı eş-Şerîfü’l-İdrisî’yi, veziri ve müşaviri olarak çalışmak üzere kendi ülkesine dâvet etmesi de aynı şan ve şereftendir.
Fakat aynı zamanda bu medeniyet, ihtiva ettiği ilim dallarının Lâtinceye tercüme edilip Rönesans halindeki Avrupa’nın muhtelif üniversitelerinde tetkikat altına alınması dolayısıyla en derinlemesine tesir edeni olmuştur. İşte felsefede İbn-i Sînâ, İbn-i Rüşd ve diğerlerinin, tıpta er-Râzî ve ötekilerin, fizik ilminde el-Kindî, İbn-i Heysem ve başkalarının, kimyâda Câbir İbn-i Hayyâm ve diğerlerinin, matematikte Harizmî, Fârâbî ve ötekilerinin, coğrafyada Birûnî, el-Mes’ûdî, el-İdrîsî ve başkalarının ve daha da uzayabilecek listeler halinde Müslüman ilim temsilcilerinin eserleri, bütün bu mahsuller, bugünkü modern ilmin doğmasında çalışan Avrupalı ilim adamlarının yollarını aydınlatmıştır.
Fakat İslâm medeniyetinin fevkalâde asıl veçhesi, onun bir “ideal dünyâ görüşü”nü temsil etmesindedir. Eu dünyâ görüşünde, çeşitli inanç ve muhtelif ırklara mensup insanların kardeşliği, bütün bu insanların “hümanizm” ve “sevgi”ye dayanan bir sulh ü sükûn çağı açma ve mükemmel bir insan cemiyeti meydana getirme teşebbüslerinde işbirliği yapmaları esası hâkimdir.
İşte târihteki bütün bu harekete batılı müsteşrikler ekseriya "Arap Medeniyeti” adını veriyorlar. Halbuki bunun içinde, en mükemmel Arapça gramer kitabı İranlı bir âlim olan Sîbeveyh, yine en iyi Arapça lügat kitabı bir Türk olan Fîrûzâbâdî tarafından meydana getirilmiştir. Aynı şekilde en büyük filozof İbn-i Sînâ, en büyük matematikçi Harizmî, en büyük coğrafyacı el-Bîrûnî ve nihayet en tercih edilen hadîs kitabının musannifi İmam Buhârî hep Türktürler. İspanyalı Müslüman İbn-i Rüşd’ü bu medeniyetten bahsederken unutmamamız îcâbeder.
Aynı medeniyete husûsiyle “İslâm Medeniyeti” adı verilir ki bu medeniyetin ortaya çıkmasında payı olanlar arasında biz, Bahtayşu’lar, Abbâsî halîfelerinin tabipleri gibi aynı zamanda Hıristiyanları ve meşhur Selâhaddin’in tabibi Mûsa b. Meymûn ve diğerleri gibi Yahûdileri de görmekteyiz. Fakat hemen hatırlatalım ki Hıristiyan olsun, Yahûdi olsun bütün gayr-i müslimlerin bu medeniyete hizmetleri, bilhassa antik medeniyetlere âit kitapların 8. 9. ve 10. asırlarda Arapçaya yapılan tercümelerinde toplanır. Aynı zümre, 14. 15. ve 16. asırlarda, bu defa İslâm Medeniyetine has mahsullerin, Avrupa’da rönesans hareketiyle sonuçlanacak şekilde Arap dilinden Lâtinceye aktarılması işinde çalışmıştır.
Bütün bu gerçeklere bakacak olursak İslâm Medeniyetini, İslâm Sancağı etrafında birleşmiş bütün şark milletlerinin teşkil ettiği insanlık ailesine bağlamamız hakikate daha yakın düşecektir. Arapçanın müşterek dil olarak kullanıldığı bu milletler câmiâsı içinde Arap, Fars, Türk, Berberi veya İspanyol olsun herkes, az veya çok, İslâm Medeniyetini inşâ etmenin şerefli yarışında kendi hisselerini almış durumdadırlar. Bunlar arasında Türk milleti, en büyük isimlere ve en zengin ve mükemmel hizmetlere sahip olmakla temâyüz eder.
B. İSLAM MEDENİYETİ İÇİNDE TÜRKLERİN GÖSTERDİĞİ HİZMETLER:
Türklerin gösterdiği hizmetler hakkında malûmat vermeden evvel, Türkler için büyük bir medâr-ı iftihar olan, onların kabileler halinde İslâm’a geçişlerinin bir askerî mağlûbiyet yahut bir istilâyı takibeden bir fetih hareketi sonucu olmayıp, tamamen gönül ve arzularıyla gerçekleştiğini hatırlatmada fayda mülâhaza ediyoruz. Onlar arasındaki bu hareket, Müslüman Arapların 712 yılında büyük Semerkant şehrine varmalarından sonraki senelere isabet etmektedir. Bunun hemen akabinde, Tiirklerin Araplara ilk hediyesi, keten hamurundan kâğıt yapmasını öğretmek olmuştur; bu hiç de önemsenmeyecek bir hediye değildi. Zîrâ Türkler, gerek ilmin muhafazasında ve gerekse netice olarak tamamen ilme ve araştırmaya istinad eden gerçek bir medeniyetin meydana getirilmesinde mühim bir vasıta olan kâğıdı, bu tekniğe göre imâl ederek “kitâb”a en son ve nihâî şeklini verdiler.
Araplara gelince; onlar bu yeni tekniği semerelendirmeden geri durmadılar ve 794’te Bağdat’ta, 800’de Kahire’de ve nihayet 950’de İspanya’nın Kurtuba şehrinde birer kâğıt fabrikası tesis etmek sûretiyle neticede aynı tekniğin bu son şehirden Avrupa kıtasına sıçramasında âmil oldular.
Gayr-i kabili inkâr ve münakaşa olan bu gerçek, tek başına isbat eder ki Türkler, eski ve sağlam bir kültüre sâhlptiler. Fakat bu konu ile ilgili hipotezlerle meşgul olmaksızın fiili durumlardan bahis açmak istiyoruz. Mâdem ki çeşitli Müslüman milletlerin kültürleri yeni İslâmî muhitte yoğurulmuş ve birbirine karışmıştır, o halde şimdi bizim için İslâm Medeniyetinin şu veya bu elemanının menşeini kafi esaslarda bulup tesbit etmek pek zor olacaktır. Buna mukabil, kötü maksatlı bâzı târihçilerin ortalığı karıştırmaları ve büyük Türk milletinin Dünyâ Medeniyetine olsun, İslâm Medeniyetine olsun yaptığı hizmetleri inkâr pek kolay olmaktadır. Bununla beraber fiilî, yerleşmiş, inkârı mümkün olmayan durumlar vardır ki bunlardan gerçek hükümleri çıkarmamız mümkün olabilecektir.
Şimdi kültürün iki büyük dalını, yâni “güzel sanatlar” ve “ilimler”i ayrı ayrı ele alacak ve kendi dillerinde yazılmamış da olsa, Türklerin her iki branşta gösterdikleri büyük hizmet ve gayretleri belirteceğiz.
I. GÜZEL SANATLAR:
Güzel sanatlarda bitaraf ve ciddî tetkikler yapan bir araştırıcı, sonunda Şark yâhut İslâm sanatları denen sâhanın hemen hemen bütün dallarının ya menşe’ itibariyle Türk yâhut da esaslı bir Türk çalışma ve gayretine dayalı olduğunu görecektir; bu san’atların en mühimlerini sıra ile göstermeye çalışacağım.
a) Mimarî:
Güzel san’atların büyük dalı mîmârîdir Hemen söyleyelim ki İslâm mimarisinin tamamı Türklerle başlamamıştır. Muhakkak ki her ülkede kendine has mîmârî an’aneler, mahalli zevklere dayanan inşaat tarzları ve hattâ kullanılan ayrı inşaat malzemeleri olmuştur: Yontma taşla yapılan inşaat üslûbu, muhakkak ki tuğla kullanılarak yapılanınkine uymaz... Bundan başka İslâm, başlangıçta yeni bir mîmârî üslûbu getirmekten çok, Kelime-i Tevhid’in yayılmasını kendine hedef aldığından, yapılan ilk câmiler, ya belirli bir üslûp taşımıyor veya mahallî stilin bir devamı mahiyetinde bulunuyordu. Hattâ bâzan, terkedilmiş bâzı müşrik mâbedleri câmi olarak kullanılabiliyordu (Şam ve Kudüs’te olduğu gibi).
Ancak Türkler, tamamen kendilerine has üslûpta câmiler inşâ etmede öncülük yapmışlardır. Zlrâ Türklerin inşâ ettikleri câmiler üç esas unsur sayesinde diğerlerinden hemen tefrik edilir:
1) Üstüvâne (silindir) şeklinde yüksek ve zârif bir minâre,
2) Tam yâhut yarım olmak üzere ve geniş kubbeli bir çatı,
3) Son derece güzel desen yâhut yazıları ihtiva eden renkli çinilerle süslü iç ve dış tezyinat.
Bu üç elemanı biz, 11. ve 12. asırlarda ilk Selçukluların inşâ, ettikleri câmilerde görmekteyiz: Mısır’daki Câmii Kebîr, Bağdat’ta el-Mustansır’ın inşâ ettirdiği câmi ve İran’ın en güzel câmii olan İsfahan’daki Mescid Câmi en güzel örneklerdir.
Şâyet Türklerin bıraktıkları mîmârî eserlerin izleri takibedilecek olursa, bu üç ayrı unsur bu defa 12. ve 13. asırlarda Konya’da, Timurlenk ve Uluğ Bey’in başşehri olan Semerkant’ta da bulunabilir.
Nihayet Osmanlı İmparatorluğu zamanında bu mîmârî üslûbun ülkenin her tarafına yayıldığını, Suriye, Mısır ve Hindistan’a kadar vardığını görürüz. Hattâ bugünkü Hıristiyan Avrupa’nın eski Osmanlı topraklarında, yüksek, zarif ve göz kamaştıran minareleriyle bütün Balkanlarda, Türklerin inşâ ettirdikleri bu câmiler turistler tarafından hayranlık ve heyecanla temâşa edilmektedir.
b) Mûsiki:
Bana kalırsa bu sanat dalı bütün diğer san’atlardan üstündür; bundan ayrı mûsikî, yapısı ve bünyesi dolayısıyla, bir milletin kültürünü temsil ve teşhis etmede en önde gelir. Şark mûsikîsi yâhut Arap mûsikisi veya İslâm mûsikîsi denen bu san’at dalı, menşe’, tekâmül ve kat’î şeklini almada sadece ve sadece tamamen Türklere bağlıdır. Türklerin geliştirdikleri bu mûsikî, İstanbul’dan Kahire’ye, Bağdat’a veya Şimâlî Afrika’ya gitmiş ve başta büyük san’atkâr III. Sultan Selîm’in, Âsim Bey, Osman Bey ve Hammâm-Zâde’nin şâheser klâsik Türk mûsikisi besteleri buralarda çalındığı gibi, bunlarla birlikte mûsikî makamları da Türkçe adlarıyla Segâh, Nihâvend, Hicâz, Kâr vesâire bu İslâm ülkelerinde kullanılmıştır. Hattâ Türk şarkıları Arapça güfteleriyle bu ülkelerde söylenir olmuştur... Ben şahsen “Üsküdara gider iken...” şarkısını çocukluğumda, bu tatlı şarkının İstanbul’da bestelendiğinden bihaber, Arapça güftesiyle dilimden düşürmezdim. Aynı konuda da, Batının kötü niyet taşıyan müsteşrik târihçileri, Mısır’da icrâ edilende Firavunların, Bağdat’ta icrâ edilende Abbâsîlerin ve Şimâlî Afrika’da icrâ edilende de Endülüs mûsikîsinin menşe’ ve tesiri varmış gibi göstermeye teşebbüs etmektedirler. Bununla onlar, Şark mûsikisinin menşe’inde münakaşa götürmez bir şekilde mevcut Türk hizmet ve dehâsını inkâr edip reddetmek gayreti içine düşmüşlerdir. Bu tıynetteki sûiniyet sâhibi kimseler, mûsikîmizin 9. 10. 11. ve 12. asırlardaki Arap mûsikîsinin bir devamı mahiyetinde olduğunu gûyâ isbat için, Ebu’l-Fereci’l-İsfahânî’nin “Kitâbu’l-Eğânî” adlı eserinden deliller göstermeğe çalışmışlardır. Fakat bu çok kıymetli eser, şarkı güfteleri ihtivâ etmekle beraber bunların beste ve mûsikilerine dâir hiçbir mâlûmat taşımamaktadır. Aksine, öyle bâzı şarkı makamlarından ıstılah olarak bahsetmektedir ki bunlarla bugün kullandıklarımız arasında hiçbir benzerlik veya müştereklik mevcut değildir.
c) Hüsnühat, Tezhîb ve Minyatür:
Şimdi son derece güzel ve tamamiyle Şarka has bir san’at koluna temas edeceğiz. Bu saha tamamen kompleks bir güzel san’at dalıdır. Fakat aynı san’at dalı bize, Şarkta edebiyat mahsullerinin ayrı bir san’at konusu olacak derecede ne kadar kıymet ve itibar gördüğünü ifade etmektedir. Meşhur elyazması edebî eserler, şiir kitapları, şahnâmeler yâhut seyahatnameler veya sair konulardakiler fevkalâde güzel yazılarla yazılmış, minyatürlerle resimlendirilmiştir. Ancak Şarktır ki bu eserleri, değer ve güzelliklerinin fevkalâde artmasına sebep olacak şekilde renklendirmeye, tezhib ve yaldızlarla zenginleştirmeye muktedir olabilmiştir. Şimdi bunları teker teker görelim.
1. Hüsnühat San’atı:
Şurası muhakkaktır ki yazı, İslâm’ın ilk senelerinden itibaren müslümanların hayâtında pek mühim bir yer işgâl etmiştir. Rivâyete göre ilk hattat, imam Hz. Ali’dir. Kendisi, talebesi Hasanü’l-Basrî ile birlikte Kûfî denen yazı tarzını geliştirmiştir. Bundan sonra “Sülüs" ve “Nesih” tarzları îcad edilmiş ve bunlar kitap metinlerinin yazılmasında kullanılmış, Kûfî tarzı ise sadece tezyinat için tercih edilir olmuştur.
Fakat ancak Türklerin eliyledir ki, gerçek hattatlık ekolü ortaya çıkmış, evvelâ Amasyalı Yâkut, sonra Sultan II. Bâyezid (1481-1502)’in vergi tahsildârı büyük üstad Şeyh Hamdullah bu ekolü geliştirmişlerdir. Bunlardan Şeyh Hamdullah hattatlığa yeni veçheler, istikametler vermekle yetinmemiş, aynı zamanda zârif tezhib san’atını da esaslara bağlamıştır. Kendisinden bize çok sayıda Kur’ân-ı Kerîm, şiir kitabı ve şâir meşhur eserlerden istinsah edilmiş san’at şâheserleri kalmıştır. O, öyle bir hattatlık ekolünün kuruculuğunu yapmıştır ki, bu san’at muhitinden daha sonraları Hâfız Osman, Mahmut Celâleddin, Mustafa Râkım ve daha niceleri yetişmiş, eserler vermişlerdir.
Burada şunu ifade etmek mecburiyetindeyiz ki, Arap ülkelerinde zuhur eden hiçbir hattatlık ekolü, ister eski ister yeni devirlere âit olsun, Şeyh Hamdullah’ın kurduğu ekole uzaktan dahi yaklaşamamaktadır, öyle ki, Mısır’daki Memlûk sultanlarına takdim edilmek üzere hatta alınan Kur’ân-ı Kerim’ler (meselâ İbn-i Kalavun’un torunu Sultan Şa’bân’a takdim edilen Kur’ân nüshası gibi) gerçekten şaheserler olmalarına rağmen, İstanbul’da Topkapı Müzesinde muhafaza edilen ve Türklerin hatta aldıkları Kur’ân-ı Kerîm hazînelerine san’at yönünden aslâ yetişemezler.
2. Tezhîb San’atı :
Hattatlık san’atına çok yakın bir daldır ve gerçekte de bunu tamamlamaktadır. Benim kanaatime göre Türkler bu güzel san’at iledir ki, sadece Şark dünyâsına değil fakat bütün dünyâ medeniyetine en zarîf, en ince san’at dalını hediye etmişlerdir. Zîrâ bu san’atta edebî metinler en ince detaylarına varıncaya kadar altın yapraklar ve diğer renklerle ince bir zevkle işlenir ve kıymetli metinlerin kenarına veya satırları arasına bunlar öyle bir âhenkle yerleştirilirdi ki insan hangisini, metnin ince mânâlarını mı, kitaba değer katan ve orijinalitesini temin eden hat tarzını mı, yoksa bütün güzelliği ile kitabın sâhifelerini kaplayan tezhib san’atını mı takdir edeceğini şaşırırdı. Ben şahsen batılı san’atkârların meydana getirdikleri şâheserlerin pek azının, Türk san’at üstadlarının 16. ve 17. asırlarda hüsnühat tekniğine göre meydana getirdikleri tezhibli ve minyatürlü kitap sâhifelerini geçebileceğini sanıyorum.
3. Minyatür San’atı:
Maalesef ne zaman “minyatür” kelimesi bir konuşmada geçse buna "İran” sıfatı da eklenmektedir. Bu bir bilgisizlik midir yoksa bir kötü kasta mı dayanır bilmem, fakat bu san’at dalı mutlaka bir İran san’atı olarak takdim edilmek istenir.
Benim ilmi kanaatime göre bu san’at, şu üç büyük sebepten esas itibariyle Türk menşe’e sâhip bulunmaktadır:
a) Bu san’at 8. asırdanberi Türkistan’da mevcuttu,
b) Türklerin Orta Asya’daki toprakları İslâm imparatorluğuna katıldıktan sonradır ki bu san’at, Şarkın muhtelif ülkelerine yayılmıştır,
c) Bu san’at Türklerin yayıldıkları topraklardan sonraları çekilmeleri üzerine ya tereddî etmiş veya hattâ o bölgeden silinip kaybolmuş ve nihayet sadece Osmanlı Türkiyesi’nde 18. asrın sonuna kadar devam edip bu san’atta son büyük üstadlarını yetiştirebilmiştir.
Muhakkak ki sadece Türkler, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bütün bu san’at ekollerinin paha biçilmez örneklerinden müteşekkil bir koleksiyona sâhip olma şansına sâhiptirler. Bu koleksiyonun ilk bölümü Irak ekolünün parçalarından ibarettir (en eski örnekler bunlardır; çünkü Türkler Irak tarafında uzun müddet yaşamışlardır). Bu koleksiyonda, hassaten 12. ve 13. asırların minyatürleri mevcuttur ki bunlar, umumiyetle ilme ve edebiyâta dâir Arapça elyazmalannın minyatürlerle zenginleştirilmiş nüshalarıdır. Koleksiyonun ikinci bölümü İran ekolünü temsil eder. Asır itibariyle bu bölüm Irak ekolünden sonra gelmektedir. Çünkü Türkler Irak’ta bir müddet yaşayıp kaldıktan sonra İran’a geçmişlerdir. Bu bölümde, 13. asrın sonu ve 14. asır ile 15. asrın başlangıcından kalma minyatürler bulunmaktadır ve Farsça eserlerin hassaten Firdevsî’nin “Şahnâme” yâhut İbn-i Mukaffâ’nın “Kelîle ve Dimne”sinin resimlendirilmiş nüshaları yer almaktadır. Üçüncü bölüm, Moğol ekolünü temsil eder. Türklerin Çin’i fethedip burada İslâm-Moğol imparatorluğunu tesis ettikleri asırlar olan 14. ve 15. asırlardan kalma şâheserleri ihtivâ etmektedir. Bu bölümün en dikkati çeken tarafı, büyük san’atkâr “Mehmet Siyahkalem”in meydana getirdiği minyatürlerin burada bulunuşudur.
Nihayet sonuncu bölüm, Osmanlı ekolünü temsü eder. Burada 15. asır sonu (Fâtih Sultan Mehmet devri), 16. 17. ve 18. asırlardan kalma eserler mevcuttur. Bunlar, asır itibariyle en son minyatürleri teşkil etmektedirler; bunun sebebini, yine târih itibariyle Türklerin son olarak kurdukları imparatorluğun Osmanlı imparatorluğu olmasında aramalıdır. Nihayet 18. asrın sonuna gelinceye kadar Türkler, meşhur Nakşî, Levnî ve diğerlerinin eserlerinde görüldüğü gibi, çok güzel minyatürler meydana getirmeye devam etmişlerdir. İşte Türklerin yaşadığı bütün bu ülkelerde meydana getirilmiş minyatürlerde kullanılan esas teknik karşılaştırılıp mukayese edilirse, ayniyet müşâhede olunacaktır: Perspektif yoktur, üçüncü buut’un yerini birbiri arkasına gelen işleme ve nakışlar tutmaktadır ve nihayet en dikkati çeken taraf, insan başları ve suratlarda görülür ki bunlar çekik gözleriyle Türklerden başkası değildirler.
d) Edebiyat:
Güzel san’atlann edebiyat dalında, her ne kadar pek tanmmasa da, Türklerln nüfuz ve tesirleri bilhassa Altın Çağ’da muazzam olmuştur; 10. 11. ve 12. asırlarda Türkler, dünyâ şâheserleri haline gelen en meşhur edebiyat eserlerini verdiler ve en büyük şâirlerini yetiştirdiler. Acaba edebî eserler nasıl olmuştur da bu asırlarda bu derece gelişip açılmıştır? Acaba niçin bu edip şahsiyetler Türkistan, İran, Irak ve Anadolu doğumludurlar? Bunun sebebi, işaret ettiğimiz tam bu asırlarda (Selçuk, Moğol ve diğer) Türklerin bu ülkelerde hâkim-idareci durumunda olmalarıdır. Aynı zamanda Farsça, Arapça ve Türkçe eserler veren bu şahsiyetlerin daha sonra Türk saraylarında vazife görmek üzere, Türk sultanlarının idaresinde doğup yetişmeleridir.
Burada işâret etmekte fayda vardır ki, bu asırlara ve hemen hemen 16. asra gelinceye kadar, sultan saraylarında ve hattâ entellektüel muhitlerde Farsça bir edebiyat dili olarak, buna mukabil Arapça, ilmî ve dinî eserlerin meydana getirilmesinde kullanılıyordu. İşte o devir şâirlerinin, eserlerini dâimâ Farsça yazmalarının sebebi budur. Bu devirlerde yetişmiş Türk şâirlerinin başında, “Şahnâme” adlı muazzam epik şiir kitabını yazan Ebu’l-Kâsım Mansur el-Firdevsî bulunmaktadır. Firdevsî, bir Türkistan şehri olan Tûs’da Milâdî 934 yılında dünyâya gelmiş ve Buhara Emîrî Nuh İbn-i Mansûr’a takdim etmek üzere, Dakîkî’nin bir kitabını nazma çevirmişti. Firdevsi eserini meydana getirir getirmez san’atkârları, âlimleri ve edibleri himâye edip teşvik eden Türk Sultânı Gazneli Mahmud’a takdim etmek üzere koşturmuştur.
Bu dizinin ikinci sırasında büyük Türk edibi Ömer Hayyam (1038-1122) bulunmaktadır; kendisi en ileri gelen Selçuklu sultanlarından Sultan Melik Şâh’ın sarayında astronom olarak bulunuyor ve Sultânın hem astronomluğunu ve hem de şâirliğini yapıyordu. Üçüncü büyük isim, tereddütsüz bir Türk olan Nizâmî’dir. O, 1127’de Azerbaycan’ın Türk kesiminde, Tiflis yakınlarında dünyâya gelmişti. Kendisi, Farsça yazılmış edebiyat parçalarının en meşhur aşk şiirlerini meydana getirmiştir: “Leylâ ile Mecnun” ve “Hüsrev ü Şîrîn”. Bu nâzım eserleri el-Attâr ve büyük mutasavvıf ve Mevlevi tarikatının kurucusu Mevlânâ Celâleddin Rûmi gibi tasavvuf ehli şâirleri çok etkilemiştir. Rûmî, Türkistan’ın Belh şehrinde 1201’de doğrmuş, hemen bütün hayâtını Konya’da geçirmiş ve 1273’te yine burada vefat etmiştir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî ayrı ve geniş bir konudur. Kendisinin, Homeros’unkinden çok daha ilerde ve derin mânâlar taşıyan Mesnevîsi, kısa zamanda bütün sûfîlerin ellerinden düşürmez oldukları dâsıtânî bir edebiyat şâheseri haline gelivermişti.
Nihayet ben şimdi, kendi kendime şu sualleri soruyorum: Nasıl oldu da Türkler zamanında nâmütenâhî gelişmiş bu mükemmel san’at ve edebiyat eserleri, Türkler idareyi Orta Şark’ta 15. asırdan itibaren (Anadolu müstesna) ellerinden bıraktıklarında âniden kaybolup gitti? Ve niçin bu hatt, tezhîb ve minyatür san’atları müteakip asırlarda, başlarında Yâkût, Şeyh Hamdullah, Hâfız Osman, Levnî, Nâkşî gibi san’atkârları bulundurarak sâdece Osmanlı Türkiyesi’nde gelişip meyvelerini vermeye devam etti?
(Devam edecek)
_________________________________________________________
Ayet meâlî
“Biz hiçbir peygamberi Allah’ın izniyle kendine itâat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar, kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah’tan mağfiret dileselerdi onlara (sen) Peygamber de mağfiret isteyiverseydi(n) elbette Allah’ı tövbeleri hakkıyla kabûl edici, çok esirgeyici bulacaklardı”.
(En-Nisâ: 64)
_________________________________________________________