Makale

İSLÂM MEDENİYETİNE TÜRKLERİN HİZMETLERİ

İSLÂM MEDENİYETİNE TÜRKLERİN HİZMETLERİ

— 2 —

Yazan : Prof. Dr. M. en-NAHHAS

Çeviren : Doç. Dr. Salih TUĞ

(Geçen sayıdan devam)

Büyük Entellektüel İmparatorluk:

İslâm, öğretim ve Öğrenim husûsun­da büyük çağrısında bulununca kendi müntesiplerini sadece öğrenmeye ve araştırma (talebu’l-ilm) yapmaya teşvik etmiş olmuyor, aynı zamanda bir ülkenin entellektüel hayâtında üç esas unsuru rehber haline getirmiş olu­yordu. Bunlar sırasıyla:

a) Evveli öğretmen-muallimlerin maddi ve manevî durumlarının ıslahıdır ki bu zümre, âniden halifelerin, sultan ve şehzâdelerin arkadaşları haline ge­liverdiler ve en cömert ihsan ve taltif­lere mazhar olmak sûretiyle tam bir hürmet ve emniyet bahşeden yeni bir hayâtın içine girdiler... Bu âlimler, ar­tık ikinci dereceye düşmüş bulunan meşhur saray şâirlerinin yerini alıp devlet başkanlarının hemen yanıbaşına geçtiler.

b) İkinci unsur, mekteplerin du­rumunun ıslâhıdır. Hemen hemen her âmme emlâki öğretim ve öğrenime tah­sis edilmişti. Bütün mescitler, namaz vakitleri müstesnâ, umûma açık ve pa­rasız mektepler haline getirildi. Bu sûretle bütün câmller, içinde her çeşit ilim dallarının parasız ve hiçbir kayd ü şarta bağlanmaksızın öğretildiği ve ekseriyâ yatma, yiyecek ve cep harçlıkla­rının temin edildiği müesseseler şekline büründürüldüler. Buralardaki "muallim”ler ise, iâşe ve ibatelerini temin et­mek üzere sultan yâhut şehzâde tara­fından maaşa bağlanmış vaziyetteydi­ler.

c) Üçüncü unsur ise, kitaplar ve kütüphânelerdir. “Kitap”, hem bir araştırma ve hem de bir saygı topla­ma vasıtası oldu. İyi hal sâhibi bir kimse, şayet devrin ileri gelen mütefekkirlerinin eserlerinden istinsah edilmiş elyazması kitaplara sâhip değilse, pek hürmete şâyan tutulâmıyordu. Her bir şehirde, fiatları meraklılarının aşın tut­kunlukları sebebiyle hayli yükselmiş el­yazması kitapların satıldığı özel çarşı­lar (sahhaflar çarşısı) vardı.

Kütüphânelere gelince: Bunlar her üniversite, her şehir yâhut her ha­life ve sultan için şan ve şöhret kayna­ğı halindeydi. Zamanla kütüphânelere karşı duyulan tutkunluk temayülü, devlet iktidarlarından fertlere doğru kaymıştır. Zenginler, vezirler ve kadı­lar, âmmenin istifadesine arzettlkleri kitap koleksiyonları dolayısıyla ün sa­lıyor ve hürmet kazanıyorlardı. Sizlere İbn-i Kıftî, İbn-i Kuteybe ve coğrafya âlimi Yâkût gibi bâzı müslüman müel­lifler tarafından zikredilmiş birkaç ra­kam nakledeceğim: Reyy şehri kütüphânesinin sadece kataloğu 10 büyük cilt tutuyordu. Yine bir diğer rakam, Buhara Sultanının meşhur bir tabibi çalışmak üzere kendi ülkesine dâvet ettiğinde bu tabib; Kendi husûsi kütüphânesini nakletmek üzere sultan­dan 400 deve...” talep etmişti vs... İşte bütün bu hudutsuz, şüphesiz târihin hiçbir devrinde benzeri görülmemiş vasıtaların bir araya getirilmesi ve Arap ile Arap olmayan arasında ve keza müslim ve gayr-ı müslim arasında te­sis edilen eşitlik neticesi, iyi niyet ta­şıyan bütün insanlar, o devrin dünyâ­sında yaygın her nevi ilim dallarını içine alıp temsil eden bir medeniyetin, “İslâm Medeniyetinin meydana getiri­lip tekâmül ettirilmesinde işbirliği yap­tılar. İşte bu medeniyetin şan ve şere­finden dir ki, bir Hıristiyan Fransız şeh­ri olan "Monpellier” Tıp Fakültesinde 10., 11. ve 12. asırlarda, profesörlerin yarısını müslümanlar teşkil ediyordu. Sicilya Kralı Ruggiero’nun büyük Müslüman coğrafyacı eş-Şerîfü’l-İdrisî’yi, veziri ve müşaviri olarak çalışmak üze­re kendi ülkesine dâvet etmesi de aynı şan ve şereftendir.

Fakat aynı zamanda bu medeniyet, ihtiva ettiği ilim dallarının Lâtinceye tercüme edilip Rönesans halindeki Av­rupa’nın muhtelif üniversitelerinde tetkikat altına alınması dolayısıyla en de­rinlemesine tesir edeni olmuştur. İşte felsefede İbn-i Sînâ, İbn-i Rüşd ve di­ğerlerinin, tıpta er-Râzî ve ötekilerin, fizik ilminde el-Kindî, İbn-i Heysem ve başkalarının, kimyâda Câbir İbn-i Hayyâm ve diğerlerinin, matematikte Harizmî, Fârâbî ve ötekilerinin, coğrafya­da Birûnî, el-Mes’ûdî, el-İdrîsî ve baş­kalarının ve daha da uzayabilecek lis­teler halinde Müslüman ilim temsilcilerinin eserleri, bütün bu mahsuller, bu­günkü modern ilmin doğmasında çalı­şan Avrupalı ilim adamlarının yollarını aydınlatmıştır.

Fakat İslâm medeniyetinin fevkalâ­de asıl veçhesi, onun bir “ideal dünyâ görüşü”nü temsil etmesindedir. Eu dünyâ görüşünde, çeşitli inanç ve muhtelif ırklara mensup insanların kardeşliği, bütün bu insanların “hüma­nizm” ve “sevgi”ye dayanan bir sulh ü sükûn çağı açma ve mükemmel bir in­san cemiyeti meydana getirme teşeb­büslerinde işbirliği yapmaları esası hâ­kimdir.

İşte târihteki bütün bu harekete batılı müsteşrikler ekseriya "Arap Me­deniyeti” adını veriyorlar. Halbuki bu­nun içinde, en mükemmel Arapça gra­mer kitabı İranlı bir âlim olan Sîbeveyh, yine en iyi Arapça lügat kitabı bir Türk olan Fîrûzâbâdî tarafından mey­dana getirilmiştir. Aynı şekilde en bü­yük filozof İbn-i Sînâ, en büyük ma­tematikçi Harizmî, en büyük coğraf­yacı el-Bîrûnî ve nihayet en tercih edi­len hadîs kitabının musannifi İmam Buhârî hep Türktürler. İspanyalı Müs­lüman İbn-i Rüşd’ü bu medeniyetten bahsederken unutmamamız îcâbeder.

Aynı medeniyete husûsiyle “İslâm Medeniyeti” adı verilir ki bu medeni­yetin ortaya çıkmasında payı olanlar arasında biz, Bahtayşu’lar, Abbâsî halî­felerinin tabipleri gibi aynı zamanda Hıristiyanları ve meşhur Selâhaddin’in tabibi Mûsa b. Meymûn ve diğerleri gibi Yahûdileri de görmekteyiz. Fakat hemen hatırlatalım ki Hıristiyan olsun, Yahûdi olsun bütün gayr-i müslimlerin bu medeniyete hizmetleri, bilhassa an­tik medeniyetlere âit kitapların 8. 9. ve 10. asırlarda Arapçaya yapılan tercü­melerinde toplanır. Aynı zümre, 14. 15. ve 16. asırlarda, bu defa İslâm Mede­niyetine has mahsullerin, Avrupa’da rö­nesans hareketiyle sonuçlanacak şekil­de Arap dilinden Lâtinceye aktarılması işinde çalışmıştır.

Bütün bu gerçeklere bakacak olur­sak İslâm Medeniyetini, İslâm San­cağı etrafında birleşmiş bütün şark mil­letlerinin teşkil ettiği insanlık ailesine bağlamamız hakikate daha yakın dü­şecektir. Arapçanın müşterek dil olarak kullanıldığı bu milletler câmiâsı içinde Arap, Fars, Türk, Berberi veya İspan­yol olsun herkes, az veya çok, İslâm Medeniyetini inşâ etmenin şerefli yarı­şında kendi hisselerini almış durumda­dırlar. Bunlar arasında Türk milleti, en büyük isimlere ve en zengin ve mü­kemmel hizmetlere sahip olmakla temâyüz eder.

B. İSLAM MEDENİYETİ İÇİN­DE TÜRKLERİN GÖSTERDİ­Ğİ HİZMETLER:

Türklerin gösterdiği hizmetler hak­kında malûmat vermeden evvel, Türkler için büyük bir medâr-ı iftihar olan, onların kabileler halinde İslâm’a geçişlerinin bir askerî mağlûbiyet ya­hut bir istilâyı takibeden bir fetih ha­reketi sonucu olmayıp, tamamen gönül ve arzularıyla gerçekleştiğini hatırlat­mada fayda mülâhaza ediyoruz. Onlar arasındaki bu hareket, Müslüman Arap­ların 712 yılında büyük Semerkant şeh­rine varmalarından sonraki senelere isa­bet etmektedir. Bunun hemen akabin­de, Tiirklerin Araplara ilk hediyesi, keten hamurundan kâğıt yapmasını öğretmek olmuştur; bu hiç de önem­senmeyecek bir hediye değildi. Zîrâ Türkler, gerek ilmin muhafazasında ve gerekse netice olarak tamamen ilme ve araştırmaya istinad eden gerçek bir medeniyetin meydana getirilmesinde mühim bir vasıta olan kâğıdı, bu tek­niğe göre imâl ederek “kitâb”a en son ve nihâî şeklini verdiler.

Araplara gelince; onlar bu yeni tekniği semerelendirmeden geri durma­dılar ve 794’te Bağdat’ta, 800’de Kahire’de ve nihayet 950’de İspanya’nın Kur­tuba şehrinde birer kâğıt fabrikası tesis etmek sûretiyle neticede aynı tekniğin bu son şehirden Avrupa kıtasına sıç­ramasında âmil oldular.

Gayr-i kabili inkâr ve münakaşa olan bu gerçek, tek başına isbat eder ki Türkler, eski ve sağlam bir kültüre sâhlptiler. Fakat bu konu ile ilgili hi­potezlerle meşgul olmaksızın fiili durumlardan bahis açmak istiyoruz. Mâ­dem ki çeşitli Müslüman milletlerin kültürleri yeni İslâmî muhitte yoğurulmuş ve birbirine karışmıştır, o halde şimdi bizim için İslâm Medeniyetinin şu veya bu elemanının menşeini kafi esaslarda bulup tesbit etmek pek zor olacaktır. Buna mukabil, kötü maksatlı bâzı târihçilerin ortalığı karıştırmaları ve büyük Türk milletinin Dünyâ Mede­niyetine olsun, İslâm Medeniyetine ol­sun yaptığı hizmetleri inkâr pek kolay olmaktadır. Bununla beraber fiilî, yer­leşmiş, inkârı mümkün olmayan durum­lar vardır ki bunlardan gerçek hüküm­leri çıkarmamız mümkün olabilecektir.

Şimdi kültürün iki büyük dalını, yâni “güzel sanatlar” ve “ilimler”i ayrı ayrı ele alacak ve kendi dillerinde ya­zılmamış da olsa, Türklerin her iki branşta gösterdikleri büyük hizmet ve gayretleri belirteceğiz.

I. GÜZEL SANATLAR:

Güzel sanatlarda bitaraf ve ciddî tetkikler yapan bir araştırıcı, so­nunda Şark yâhut İslâm sanatları de­nen sâhanın hemen hemen bütün dal­larının ya menşe’ itibariyle Türk yâ­hut da esaslı bir Türk çalışma ve gay­retine dayalı olduğunu görecektir; bu san’atların en mühimlerini sıra ile gös­termeye çalışacağım.

a) Mimarî:

Güzel san’atların büyük dalı mîmârîdir Hemen söyleyelim ki İslâm mi­marisinin tamamı Türklerle başlama­mıştır. Muhakkak ki her ülkede kendi­ne has mîmârî an’aneler, mahalli zevk­lere dayanan inşaat tarzları ve hattâ kullanılan ayrı inşaat malzemeleri ol­muştur: Yontma taşla yapılan inşaat üslûbu, muhakkak ki tuğla kullanılarak yapılanınkine uymaz... Bundan başka İslâm, başlangıçta yeni bir mîmârî üs­lûbu getirmekten çok, Kelime-i Tevhid’in yayılmasını kendine hedef aldığından, yapılan ilk câmiler, ya belirli bir üslûp taşımıyor veya mahallî stilin bir de­vamı mahiyetinde bulunuyordu. Hattâ bâzan, terkedilmiş bâzı müşrik mâbedleri câmi olarak kullanılabiliyordu (Şam ve Kudüs’te olduğu gibi).

Ancak Türkler, tamamen kendile­rine has üslûpta câmiler inşâ etmede öncülük yapmışlardır. Zlrâ Türklerin inşâ ettikleri câmiler üç esas unsur sa­yesinde diğerlerinden hemen tefrik edi­lir:

1) Üstüvâne (silindir) şeklinde yüksek ve zârif bir minâre,

2) Tam yâhut yarım olmak üzere ve geniş kubbeli bir çatı,

3) Son derece güzel desen yâhut yazıları ihtiva eden renkli çinilerle süs­lü iç ve dış tezyinat.

Bu üç elemanı biz, 11. ve 12. asır­larda ilk Selçukluların inşâ, ettikleri câmilerde görmekteyiz: Mısır’daki Câmii Kebîr, Bağdat’ta el-Mustansır’ın in­şâ ettirdiği câmi ve İran’ın en güzel câmii olan İsfahan’daki Mescid Câmi en güzel örneklerdir.

Şâyet Türklerin bıraktıkları mîmârî eserlerin izleri takibedilecek olursa, bu üç ayrı unsur bu defa 12. ve 13. asırlarda Konya’da, Timurlenk ve Uluğ Bey’in başşehri olan Semerkant’ta da bulunabilir.

Nihayet Osmanlı İmparatorluğu zamanında bu mîmârî üslûbun ülkenin her tarafına yayıldığını, Suriye, Mısır ve Hindistan’a kadar vardığını görü­rüz. Hattâ bugünkü Hıristiyan Avru­pa’nın eski Osmanlı topraklarında, yüksek, zarif ve göz kamaştıran mina­releriyle bütün Balkanlarda, Türklerin inşâ ettirdikleri bu câmiler turistler tarafından hayranlık ve heyecanla temâşa edilmektedir.

b) Mûsiki:

Bana kalırsa bu sanat dalı bütün diğer san’atlardan üstündür; bun­dan ayrı mûsikî, yapısı ve bünyesi dolayısıyla, bir milletin kültürünü temsil ve teşhis etmede en önde gelir. Şark mûsikîsi yâhut Arap mûsikisi veya İs­lâm mûsikîsi denen bu san’at dalı, menşe’, tekâmül ve kat’î şeklini alma­da sadece ve sadece tamamen Türklere bağlıdır. Türklerin geliştirdikleri bu mûsikî, İstanbul’dan Kahire’ye, Bağ­dat’a veya Şimâlî Afrika’ya gitmiş ve başta büyük san’atkâr III. Sultan Selîm’in, Âsim Bey, Osman Bey ve Hammâm-Zâde’nin şâheser klâsik Türk mû­sikisi besteleri buralarda çalındığı gibi, bunlarla birlikte mûsikî makamları da Türkçe adlarıyla Segâh, Nihâvend, Hicâz, Kâr vesâire bu İslâm ülkelerinde kullanılmıştır. Hattâ Türk şarkıları Arapça güfteleriyle bu ülkelerde söyle­nir olmuştur... Ben şahsen “Üsküdara gider iken...” şarkısını çocukluğumda, bu tatlı şarkının İstanbul’da bestelen­diğinden bihaber, Arapça güftesiyle di­limden düşürmezdim. Aynı konuda da, Batının kötü niyet taşıyan müsteşrik târihçileri, Mısır’da icrâ edilende Fira­vunların, Bağdat’ta icrâ edilende Abbâsîlerin ve Şimâlî Afrika’da icrâ edilen­de de Endülüs mûsikîsinin menşe’ ve te­siri varmış gibi göstermeye teşebbüs etmektedirler. Bununla onlar, Şark mû­sikisinin menşe’inde münakaşa götür­mez bir şekilde mevcut Türk hizmet ve dehâsını inkâr edip reddetmek gayreti içine düşmüşlerdir. Bu tıynetteki sûiniyet sâhibi kimseler, mûsikîmizin 9. 10. 11. ve 12. asırlardaki Arap mûsikî­sinin bir devamı mahiyetinde olduğunu gûyâ isbat için, Ebu’l-Fereci’l-İsfahânî’nin “Kitâbu’l-Eğânî” adlı eserinden de­liller göstermeğe çalışmışlardır. Fakat bu çok kıymetli eser, şarkı güfteleri ihtivâ etmekle beraber bunların beste ve mûsikilerine dâir hiçbir mâlûmat ta­şımamaktadır. Aksine, öyle bâzı şarkı makamlarından ıstılah olarak bahsetmektedir ki bunlarla bugün kullandık­larımız arasında hiçbir benzerlik veya müştereklik mevcut değildir.

c) Hüsnühat, Tezhîb ve Minyatür:

Şimdi son derece güzel ve tamamiyle Şarka has bir san’at koluna te­mas edeceğiz. Bu saha tamamen komp­leks bir güzel san’at dalıdır. Fakat ay­nı san’at dalı bize, Şarkta edebiyat mahsullerinin ayrı bir san’at konusu olacak derecede ne kadar kıymet ve itibar gördüğünü ifade etmektedir. Meşhur elyazması edebî eserler, şiir ki­tapları, şahnâmeler yâhut seyahatnameler veya sair konulardakiler fevka­lâde güzel yazılarla yazılmış, minyatürlerle resimlendirilmiştir. Ancak Şarktır ki bu eserleri, değer ve güzelliklerinin fevkalâde artmasına sebep olacak şe­kilde renklendirmeye, tezhib ve yaldız­larla zenginleştirmeye muktedir olabilmiştir. Şimdi bunları teker teker gö­relim.

1. Hüsnühat San’atı:

Şurası muhakkaktır ki yazı, İs­lâm’ın ilk senelerinden itibaren müslümanların hayâtında pek mühim bir yer işgâl etmiştir. Rivâyete göre ilk hattat, imam Hz. Ali’dir. Kendisi, talebesi Hasanü’l-Basrî ile birlikte Kûfî denen yazı tarzını geliştirmiştir. Bundan son­ra “Sülüs" ve “Nesih” tarzları îcad edilmiş ve bunlar kitap metinlerinin yazılmasında kullanılmış, Kûfî tarzı ise sadece tezyinat için tercih edilir ol­muştur.

Fakat ancak Türklerin eliyledir ki, gerçek hattatlık ekolü ortaya çıkmış, evvelâ Amasyalı Yâkut, sonra Sultan II. Bâyezid (1481-1502)’in vergi tahsildârı büyük üstad Şeyh Hamdullah bu ekolü geliştirmişlerdir. Bunlardan Şeyh Hamdullah hattatlığa yeni veçheler, is­tikametler vermekle yetinmemiş, aynı zamanda zârif tezhib san’atını da esas­lara bağlamıştır. Kendisinden bize çok sayıda Kur’ân-ı Kerîm, şiir kitabı ve şâir meşhur eserlerden istinsah edilmiş san’at şâheserleri kalmıştır. O, öyle bir hattatlık ekolünün kuruculuğunu yapmıştır ki, bu san’at muhitinden daha sonraları Hâfız Osman, Mahmut Celâleddin, Mustafa Râkım ve daha nice­leri yetişmiş, eserler vermişlerdir.

Burada şunu ifade etmek mecburi­yetindeyiz ki, Arap ülkelerinde zuhur eden hiçbir hattatlık ekolü, ister eski ister yeni devirlere âit olsun, Şeyh Hamdullah’ın kurduğu ekole uzaktan dahi yaklaşamamaktadır, öyle ki, Mı­sır’daki Memlûk sultanlarına takdim edilmek üzere hatta alınan Kur’ân-ı Kerim’ler (meselâ İbn-i Kalavun’un to­runu Sultan Şa’bân’a takdim edilen Kur’ân nüshası gibi) gerçekten şahe­serler olmalarına rağmen, İstanbul’da Topkapı Müzesinde muhafaza edilen ve Türklerin hatta aldıkları Kur’ân-ı Kerîm hazînelerine san’at yönünden aslâ yetişemezler.

2. Tezhîb San’atı :

Hattatlık san’atına çok yakın bir daldır ve gerçekte de bunu tamamla­maktadır. Benim kanaatime göre Türkler bu güzel san’at iledir ki, sadece Şark dünyâsına değil fakat bütün dün­yâ medeniyetine en zarîf, en ince san’at dalını hediye etmişlerdir. Zîrâ bu san’atta edebî metinler en ince detaylarına varıncaya kadar altın yapraklar ve di­ğer renklerle ince bir zevkle işlenir ve kıymetli metinlerin kenarına veya sa­tırları arasına bunlar öyle bir âhenkle yerleştirilirdi ki insan hangisini, met­nin ince mânâlarını mı, kitaba değer katan ve orijinalitesini temin eden hat tarzını mı, yoksa bütün güzelliği ile kitabın sâhifelerini kaplayan tezhib san’atını mı takdir edeceğini şaşırırdı. Ben şahsen batılı san’atkârların mey­dana getirdikleri şâheserlerin pek azı­nın, Türk san’at üstadlarının 16. ve 17. asırlarda hüsnühat tekniğine göre mey­dana getirdikleri tezhibli ve minyatürlü kitap sâhifelerini geçebileceğini sa­nıyorum.

3. Minyatür San’atı:

Maalesef ne zaman “minyatür” ke­limesi bir konuşmada geçse buna "İran” sıfatı da eklenmektedir. Bu bir bilgisiz­lik midir yoksa bir kötü kasta mı da­yanır bilmem, fakat bu san’at dalı mutlaka bir İran san’atı olarak takdim edil­mek istenir.

Benim ilmi kanaatime göre bu san’at, şu üç büyük sebepten esas iti­bariyle Türk menşe’e sâhip bulunmak­tadır:

a) Bu san’at 8. asırdanberi Tür­kistan’da mevcuttu,

b) Türklerin Orta Asya’daki top­rakları İslâm imparatorluğuna katıl­dıktan sonradır ki bu san’at, Şarkın muhtelif ülkelerine yayılmıştır,

c) Bu san’at Türklerin yayıldıkla­rı topraklardan sonraları çekilmeleri üzerine ya tereddî etmiş veya hattâ o bölgeden silinip kaybolmuş ve nihayet sadece Osmanlı Türkiyesi’nde 18. asrın sonuna kadar devam edip bu san’atta son büyük üstadlarını yetiştirebilmiştir.

Muhakkak ki sadece Türkler, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bütün bu san’at ekollerinin paha biçilmez örneklerinden müteşekkil bir koleksiyona sâhip olma şansına sâhiptirler. Bu koleksiyo­nun ilk bölümü Irak ekolünün parçala­rından ibarettir (en eski örnekler bun­lardır; çünkü Türkler Irak tarafında uzun müddet yaşamışlardır). Bu kolek­siyonda, hassaten 12. ve 13. asırların minyatürleri mevcuttur ki bunlar, umu­miyetle ilme ve edebiyâta dâir Arapça elyazmalannın minyatürlerle zenginleş­tirilmiş nüshalarıdır. Koleksiyonun ikin­ci bölümü İran ekolünü temsil eder. Asır itibariyle bu bölüm Irak ekolünden sonra gelmektedir. Çünkü Türkler Irak’ta bir müddet yaşayıp kaldıktan sonra İran’a geçmişlerdir. Bu bölümde, 13. asrın sonu ve 14. asır ile 15. asrın başlangıcından kalma minyatürler bu­lunmaktadır ve Farsça eserlerin hassa­ten Firdevsî’nin “Şahnâme” yâhut İbn-i Mukaffâ’nın “Kelîle ve Dimne”sinin re­simlendirilmiş nüshaları yer almaktadır. Üçüncü bölüm, Moğol ekolünü temsil eder. Türklerin Çin’i fethedip burada İslâm-Moğol imparatorluğunu tesis et­tikleri asırlar olan 14. ve 15. asırlardan kalma şâheserleri ihtivâ etmektedir. Bu bölümün en dikkati çeken tarafı, büyük san’atkâr “Mehmet Siyahkalem”in meydana getirdiği minyatürlerin bura­da bulunuşudur.

Nihayet sonuncu bölüm, Osmanlı ekolünü temsü eder. Burada 15. asır so­nu (Fâtih Sultan Mehmet devri), 16. 17. ve 18. asırlardan kalma eserler mevcut­tur. Bunlar, asır itibariyle en son min­yatürleri teşkil etmektedirler; bunun sebebini, yine târih itibariyle Türklerin son olarak kurdukları imparatorluğun Osmanlı imparatorluğu olmasında ara­malıdır. Nihayet 18. asrın sonuna gelin­ceye kadar Türkler, meşhur Nakşî, Levnî ve diğerlerinin eserlerinde görüldüğü gibi, çok güzel minyatürler meydana getirmeye devam etmişlerdir. İşte Türklerin yaşadığı bütün bu ülkelerde meydana getirilmiş minyatürlerde kul­lanılan esas teknik karşılaştırılıp mu­kayese edilirse, ayniyet müşâhede olu­nacaktır: Perspektif yoktur, üçüncü buut’un yerini birbiri arkasına gelen iş­leme ve nakışlar tutmaktadır ve niha­yet en dikkati çeken taraf, insan baş­ları ve suratlarda görülür ki bunlar çekik gözleriyle Türklerden başkası de­ğildirler.

d) Edebiyat:

Güzel san’atlann edebiyat dalında, her ne kadar pek tanmmasa da, Türk­lerln nüfuz ve tesirleri bilhassa Altın Çağ’da muazzam olmuştur; 10. 11. ve 12. asırlarda Türkler, dünyâ şâheserleri haline gelen en meşhur edebiyat eser­lerini verdiler ve en büyük şâirlerini yetiştirdiler. Acaba edebî eserler nasıl olmuştur da bu asırlarda bu derece ge­lişip açılmıştır? Acaba niçin bu edip şahsiyetler Türkistan, İran, Irak ve Anadolu doğumludurlar? Bunun sebe­bi, işaret ettiğimiz tam bu asırlarda (Selçuk, Moğol ve diğer) Türklerin bu ülkelerde hâkim-idareci durumunda ol­malarıdır. Aynı zamanda Farsça, Arap­ça ve Türkçe eserler veren bu şahsi­yetlerin daha sonra Türk saraylarında vazife görmek üzere, Türk sultanları­nın idaresinde doğup yetişmeleridir.

Burada işâret etmekte fayda vardır ki, bu asırlara ve hemen hemen 16. as­ra gelinceye kadar, sultan saraylarında ve hattâ entellektüel muhitlerde Farsça bir edebiyat dili olarak, buna mukabil Arapça, ilmî ve dinî eserlerin meydana getirilmesinde kullanılıyordu. İşte o devir şâirlerinin, eserlerini dâimâ Farsça yazmalarının sebebi budur. Bu devir­lerde yetişmiş Türk şâirlerinin başında, “Şahnâme” adlı muazzam epik şiir ki­tabını yazan Ebu’l-Kâsım Mansur el-Firdevsî bulunmaktadır. Firdevsî, bir Türkistan şehri olan Tûs’da Milâdî 934 yılında dünyâya gelmiş ve Buhara Emî­rî Nuh İbn-i Mansûr’a takdim etmek üzere, Dakîkî’nin bir kitabını nazma çe­virmişti. Firdevsi eserini meydana ge­tirir getirmez san’atkârları, âlimleri ve edibleri himâye edip teşvik eden Türk Sultânı Gazneli Mahmud’a takdim et­mek üzere koşturmuştur.

Bu dizinin ikinci sırasında büyük Türk edibi Ömer Hayyam (1038-1122) bulunmaktadır; kendisi en ileri gelen Selçuklu sultanlarından Sultan Melik Şâh’ın sarayında astronom olarak bu­lunuyor ve Sultânın hem astronomluğunu ve hem de şâirliğini yapıyordu. Üçüncü büyük isim, tereddütsüz bir Türk olan Nizâmî’dir. O, 1127’de Azerbaycan’ın Türk kesiminde, Tiflis yakın­larında dünyâya gelmişti. Kendisi, Fars­ça yazılmış edebiyat parçalarının en meşhur aşk şiirlerini meydana getir­miştir: “Leylâ ile Mecnun” ve “Hüsrev ü Şîrîn”. Bu nâzım eserleri el-Attâr ve büyük mutasavvıf ve Mevlevi tarikatının kurucusu Mevlânâ Celâleddin Rûmi gibi tasavvuf ehli şâirleri çok etkilemiştir. Rûmî, Türkistan’ın Belh şehrinde 1201’de doğrmuş, hemen bütün hayâtını Konya’da geçirmiş ve 1273’te yine burada vefat etmiştir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî ayrı ve geniş bir ko­nudur. Kendisinin, Homeros’unkinden çok daha ilerde ve derin mânâlar taşı­yan Mesnevîsi, kısa zamanda bütün sûfîlerin ellerinden düşürmez oldukları dâsıtânî bir edebiyat şâheseri haline gelivermişti.

Nihayet ben şimdi, kendi kendime şu sualleri soruyorum: Nasıl oldu da Türkler zamanında nâmütenâhî geliş­miş bu mükemmel san’at ve edebiyat eserleri, Türkler idareyi Orta Şark’ta 15. asırdan itibaren (Anadolu müstes­na) ellerinden bıraktıklarında âniden kaybolup gitti? Ve niçin bu hatt, tezhîb ve minyatür san’atları müteakip asır­larda, başlarında Yâkût, Şeyh Hamdul­lah, Hâfız Osman, Levnî, Nâkşî gibi san’atkârları bulundurarak sâdece Os­manlı Türkiyesi’nde gelişip meyvelerini vermeye devam etti?

(Devam edecek)

_________________________________________________________

Ayet meâlî

“Biz hiçbir peygamberi Allah’ın izniyle kendine itâat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar, kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah’tan mağfiret dileselerdi onlara (sen) Peygamber de mağfiret isteyiverseydi(n) elbette Allah’ı tövbeleri hakkıyla kabûl edi­ci, çok esirgeyici bulacaklardı”.

(En-Nisâ: 64)

_________________________________________________________