Makale

PEYGAMBERİMİZİN YÜCE AHLÂKI

PEYGAMBERİMİZİN YÜCE AHLÂKI

Hüseyin ÖZGÜN

GİRİŞ:

Ulu Allah (C.C.)’a sonsuz hamd-ü senalar olsun ki, biz kullarını diğer varlıklardan üstün kılmış, güzel bir sûrette yaratmış. Peygamberler ve Kitaplar göndererek en doğru yolu göstermiş ve yüksek bir ahlâka sahip olma yeteneğini vermiştir.

Peygamberlerin sonuncusu, öncekilerin ve sonrakilerin efendisi, iki ci­han güneşi "Mekârim-i Ahlâk" sahibi, Allâh’a ve âhiret gününe inananların önder ve rehberi, Allah (C.C.)’ın sevgilisi, büyük kurtarıcımız Muhammed Mustafa (S.A.S.)’ya ve Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.)’den almış oldukları İslâm terbiyesini ve güzel ahlâkı noksansız olarak yaşayan ve Peygamber Efendimiz (S.A.S.)’i görme şerefine eremeyenlere de ulaştıran ve mü’minlere iyilikte ve doğrulukta örnek olan Âl ve Ashabına yüzbinlerce salât ve selâm olsun.

Her türlü duygulardan arınarak, aklımızla iyiden iyiye şöyle, güzelce bir düşünecek olursak hiç şüphesiz anlar, kavrar ve biliriz ki, maddî ve mânevî her türlü düzen, huzur, sükûn, rahat ve saadet İslâm ahlâkı ile ele geçirilir. Bu bakımdan iyi bir ahlâka sahip olmayan fert ve cemiyetler her ne kadar çok iyi niyetlerle başlasalar da teşebbüs ve gayretleri neticesiz kalacağı muhakkaktır.

Seyyareler arasında câzibe kuvveti ne ise, fert ve cemiyetler arasında da ahlâk aynıdır. Câzibe kuvvetinin bir an için yok olduğunu düşünelim, bu halde kâinatın düzeni derhal bozulur. İşte ahlâktan yoksun milletler de böyledir. Cemiyetin fertlerini birbirine bağlayan, birbirlerinin haklarına saygılı kılan, aralarında tam bir âhenk meydana getiren hep ahlâktır.

"Peki bu güzel ahlâkın kaynağı nedir? Onu nereden, kimden alacağız?" diye akla bir sual geliyor. Bu sorunun cevabı kolaydır. Nasıl ki şu işi yap­mak farzdır, vâciptir, sünnettir, müstehaptır, helaldir, haramdır ve mekruh­tur diye hüküm verirken, bunların kaynağı İslâm Dîni ve onu bize bildiren Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz (S.A.S.)’in sünneti oluyorsa; kezâ, ah­lâkımızın kaynağı ve başvuracağımız yer yine aynı kaynaklardır. Çünkü İs­lâmiyet Rabbimiz tarafından Peygamber Efendimiz (S.A.S.)’e gönderilen, eksiklik ve ziyâdelik kabûl etmeyen, kıyâmete kadar korunması bizzat Cenâb-ı Hakk’ın üzerinde olan, sağlam ve dosdoğru bir yoldur. Ondan ay­rılan sefalet ve felâket uçurumlarına düşer, perîşân olur. Ve şaşkın şaşkın dolaşır, nerede selâmet ümit etse, ümidi suya düşer. Ne zaman İslâm’ın gös­terdiği yola girerse hemen saâdet ve selâmet kapıları açılır. Nice kimseler vardır ki gücüne kuvvetine güvenip de, birtakım uygunsuz yerlere gider, kendisini sefalet âlemlerine kaptırır, acıdan acıya, belâdan belâya uğrar, bu­na rağmen bu sevimsiz halini devam ettirmeye çalışmakla âile saadetine, gö­nül rahatına varmak ister, fakat bir türlü ele geçiremez. Nihayet bu acı tecrübelerden sonra ayıkır, aklını başına alır da İslâm dîninin insanlığa hayâtiyet kazandıran prensiplerini hatırlar, tövbe ve istiğfar ederek ona sarılır­sa hem kendini, hem âilesini sevinç ve hoşnutluğa kavuşturur. Ve hem de içinde bulunduğu cemiyetin faydalı bir uzvu olur. Zaten eninde sonunda herkesin başvuracağı ve dönüp dolaşacağı makam İslâm dînidir. Nitekim İmam Busayrî; "Kur’ân’dan başkasıyla insanlar arasında adalet mümkün olmaz" demiştir. Bu bakımdan bizim âcizane bahsedeceğimiz ahlâk Kur’ân ahlâkı, tamamen Kur’ân ahlâkı olan Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.)’in, (Allah (C.C.) tarafından övülen yüce ahlâkı olacaktır. Mü’min kardeşlerime bunu anlatmağa çalışacağım. Henüz esas konuma girmeden kendi nefsime ve bütün müslümanlara faydalı olur ümidiyle can alıcı bir nokta üzerinde biraz da olsa durmak isterim.

Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin, Peygamber Efendimiz (S.A.S.)’in hadîslerinin beyânı ve aynı zamanda akıl ile sabit olmuştur ki şüphesiz içinde ya­şadığımız dünyâ fânidir. Yok olmağa mahkûmdur. Dünyânın şeref ve izzeti, makam ve mevki’i zilletle; nimetleri acılarla sona ermektedir. Aynı zaman­da dünyânın nîmet ve devleti şerre, kötüye âlet veya övünme vesilesi ya­pıldığı anda azap; aksine, Allah (C.C.)’ın rızâsı gaye edinilirse rahmet olur. Bunun için her mü’min ve müslümanım diyen, ihlâs sâhibi olmalı, Allah (C.C.)’ın İhsan ettiği gücü, kuvveti ve nîmeti yine Allah (C.C.) yolunda harcamalıdır. Yoksa dünyâ nîmet ve devletleri bulut gibidir ki bâzan yok­luğu, bâzan da varlığı görülür, çabukça geçer gider. Kendi hayâtımızdan örnek alalım. Bir zamanlar yok iken, bu âleme getirildik, yine de yok ola­cağız. Akran ve yaranlarımız gözümüz önünde, hep aramızdan ayrılıp baş­ka bir âleme göçüp gitmektedir. Ve bizim de göçeceğimiz muhakkaktır. Za­ten asıl hayat, ebedî olan âhiret hayâtıdır. Her türlü saâdet, selâmet, zevk, rahat ondadır. Orada, kederin, üzüntünün, huzursuzluğun yeri yoktur. Hadîs-i şerîflerin beyanına göre; orada kulakların işitmediği, gözlerin görme­diği ve kalblerin tahattur (hayâl) etmediği nîmetler vardır. Fakat Cennet’e girmenin ve bu nîmetlere ermenin tek bir şartı vardır. O da, mü’min-i kâ­mil ve müttakî (Allah’ın buyruklarını hakkıyla yerine getiren, yasakların­dan kaçan, helâl olanlardan faydalanan, haramları terkeden kul) olmaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak Teâlâ bir âyet-i kerimede meâlen şöyle buyurmuştur:

"Bu öyle bir Cennettir ki biz ona kullarımızdan takvâ sâhibi olanları vâris kılarız" (Meryem: 63).

İşte, nîmetleri saymakla bitmeyen, daha doğrusu sayılamayan âhiret yurdu, ancak sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) Hazretleri’ne, gerek söz­lerimiz, gerek işlerimizle ve gerekse ahlâkımız yönünden, gerçekten uymakla elde edilebilir ki, bu da takvânın tâ kendisidir. O halde Rasûl-i Ekrem (S.A.S.) Efendimiz’e ittibâ etmek, O’nun nurlu yolunma olmak için hiç şüp­hesiz O’nun ahlâk-ı hamîdesini iyi bilmek, O’nun gösterdiği nurlu yola girmek, böyle bir yoldan aslâ ayrılmamak, karşımıza çıkan maddî ve mânevî engelleri bertaraf etmek ve dâimâ Yüce Peygamberimiz (S.A.S.)’i ken­dimize örnek ve önder edinmek şarttır. Şart olduğu kadar da hayatta bir zarurettir.

Bu bakımdan, aczime ve fakrime bakmadan uçsuz bucaksız bir umman (okyanus) olan denizden, belki mü’min kardeşlerime bir katre sunabilirim ümidiyle bu büyük işe cür’et etmiş bulunuyorum.

Çünkü; Hz. Âişe (R. Anhâ) Validemiz’e, Rasûl-i Ekrem (S.A.S.)’in ah­lâkından sorulmuş, O da şöyle cevap vermişlerdir: "O’nun ahlâkı Kur’ân idi. Yâni Kur’ân’ın râzı olduğuna râzı olur, nefret ettiğinden nefret ederdi." (Şifa-i Şerîf, C. 1, S. 222) sözleriyle O’nun ahlâkını ne güzel ifade etmekle beraber, nasıl ki Kur’ân’ın esrârını hakkıyla kavramak imkânsız ise, Peygamberimiz (S .A.S.) Efendimiz’in de, yüksek meziyet ve derecelerini, ger­çekten idrâk etmek de güç ve belki de mümkün değildir. O, yalnız bir bel­deye, bir bölgeye, bir millete değil, bütün cihâna ve bütün beşeriyyete Peygamber, örnek ve rehber olarak gönderilmiştir. O’nun hakkında Cenâb-ı Hak (C.C.) meâlen; "Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin" (Nun Sûresi, Ayet: 4) müjdesini vermiş ve ahlâk ve faziletinin gelmiş geç­miş bütün peygamberlerden üstün olduğunu beyan buyurmuştur. O gerek hilkat ve gerekse ahlâk bakımından diğer peygamberlere üstün olduğu gibi ilim ve şeref yönünden de hiçbirisi O’na denk olamamıştır. Zîrâ her pey­gamberin insanlara karşı bir üstünlüğü vardır. Fakat O’nda bütün üstünlük­ler toplanmıştır. Bu husûsu Mevlânâ Câmî Hazretleri şöyle ifade buyurmuşlardır: "Peygamber (S.A.S.)’in mâdihi (öveni) Kur’ân ve Cenâb-ı Hak (C.C.) olursa, acaba mahlûkat O Peygamberi nasıl övebilir?" Yâni Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i bir kimse övmekte ne kadar mübalâğa yaparsa yapsın herhalde kusur eder, yine de O’nu övmüş olamaz.

Hazret-i Muhammed (S.A.S.)’i bütün peygamberlerin fevkine çıkaran husus; yaşadığı hayat ile tebliğ ve telkin ettikleri esaslar arasında tam bir âhenk ve uyarlığın mevcut olmasıdır. Her ne kadar diğer peygamberle­rin en güzel sözleri mukaddes kitaplarda toplanmış ise de, onların fiil ve hareketlerini veya hayatlarını ifade etmezler. Kur’ân-ı Kerîm ise; "Ey mü’minler, niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz?" (Sâf: 2) buyurmuştur. Pey­gamberimiz ümmetine bildirdiklerini hayâtında uygulamış, başkalarına açık­ladığı ve öğrettiği edep ve ahlâk prensiplerini kendisi en güzel bir şekilde yaşamış ve canlı örnek olmuştur.

(Devam edecek)