Makale

HAC İBÂDETİ VE ŞER’Î HİKMETLERİ

HAC İBÂDETİ VE ŞER’Î HİKMETLERİ

Lütfi DOĞAN

İslâm Dîni, beş esas üzerine bina edildiği malûmdur. Hac farizası bunlardan beşincisini teşkil eder. Bu ibâ­detle şer’î hükümler kemal bulmuş ve dînî emirler tamam olmuştur. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (S.A.S.) in Vedâ Haccında; "Bugün dîninizi kemâle erdirdim. Sizlere olan nimet­lerimi tamamladım ve din olarak da sizin için İslâm’ı kabûl ettim" meâlindeki âyet-i celîle nâzil olmuştur.

İslâm Dîninde mevcut bütün hükümler, emirler ve ya­saklar, bu yüce dînin esası sayılan delillere dayanmaktadır. Bu şer’î delillere dayanmayan herhangi bir husus, dînî ba­kımdan bir değeri hâiz değildir.

Dînî hükümlerin temeli olan bu şer’î deliller. Kitap, Sünnet, ümmetin icma’ı ve fakîhlerin kıyâsında toplanmak­tadır. Diğer deliller var ise de onlar bu esaslardan birine râci’ olmadığından, din ilimlerimiz onları müstakil olarak göstermemişlerdir.

Hac ibâdetinin farziyyeti de Kitap, Sünnet ve icma’ ile sâbittir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, meâl olarak şöyle bu­yurulmuştur:

"... Oraya (Kâ’be’ye) yol bulabilen insanlara Allah için Kâ’be’yi haccetmek gereklidir. Kim inkâr ederse bilsin ki Allah âlemlerden müstağnidir".

Diğer taraftan Peygamberimiz Efendimiz (S.A.S.) de meâl olarak:

"İslâm, beş temel üzerine kurulmuştur. Allah’dan başka ilâh olmadığına şahâdet etmek, namaz kılmak, zekât ver­mek, Ramazan ayı orucunu tutmak, haccetmeğe gücü yeten­lerin Beyt-i Şerîf’î haccetmesidir".

Yine Peygamberimiz (S.A.S.):

"Rabbinize ibâdet ediniz, beş vakit namazınızı kılınız, Ramazan ayı orucunuzu tutunuz, Rabbinizin Beytini (Kâ’be’yi) tavaf ediniz, nefislerinizin hoşnutluğu ile mallarınızın ze­kâtını veriniz, Rabbinizin Cennetine dâhil olunuz" buyur­muşlardır.

İcma’a gelince; bütün İslâm ümmeti, Haccın farz oldu­ğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Dînî emrin böyle olduğu gö­rüşünde hepsi birdir. Ümmet içinde bu hususta farklı an­layışa sâhip olan olmamıştır.

Hac farizası aklî yönden düşünüldüğü zaman da, bu ibâdetin farz kılınmasının hikmetleri kolaylıkla anlaşılır. Malûmdur ki, ibâdetler, kulluk vazifesini edâ etmek veyâhut da nîmete şükretmek için farz kılınmışlardır. Bunlar akl-ı selîmin lüzumlu gördüğü hususlardır.

Hac ibâdetinde bir yönden kulluk görevini izhar etmek, diğer yönden de nimetlere şükretmek vardır. Kulluğu izhar etmek demek, Cenâb-ı Hakk’a ta’zîm görevini yapmaktır. Bu durum Hac ibâdetinde en güzel şekilde görülür. Zîrâ Hac vazifesini edâ eden bir kimse; ihrâma girmekle, Allâhü Teâlâ’ya karşı kulluğunu izhar eder, maddî bütün zînetlerden sıyrılmış olarak Mevlâ’sının rahmetini ister ve Cenâb-ı Hakk’a tazarrûda bulunur. Arafat’ta vakfe yapması ise adetâ efendisine karşı eksikleri bulunan bir kulun pişmanlık duy­guları içinde affını talep etmesi gibi, mü’min de, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda O’nun Zât-ı kibriyâsına karşı huşû için­de tezellülde bulunur, O’na hamdü senâlar ederek kusur­larının bağışlanmasını ister. Beyt-i Muazzama’yı tavaf ise, efendisinin kapısında bulunan ve onun affını dileyen bir kul gibi, mü’min de, sâdece Cenâb-ı Hakk’a ilticâ eder ve O’ndan yardım ister.

Nîmete şükretmek vazifesine gelince; bilindiği gibi ibâ­detlerin bir kısmı bedenî, bir kısmı da mâlîdir. Fakat Hac ibâdeti ancak bedenî ve mâlî gücün birleştirilmesiyle yerine getirilen bir vazîfedir. Bunun içindir ki, hem servete sâhip, hem de bedenen sıhhatte olan kimselere farzdır. Bundan dolayı da Hac ibâdetinde iki nevî şükretmek bahis mevzuu oluyor. Nîmete şükretmek demek, o nîmeti, mün’imin (ver­miş olanın) tâatında kullanmaktır.

Hac farizasını îfâ edecek kimsenin yine dînî bakımdan birtakım esasları dikkat nazarına alması da zarurîdir. Me­selâ; bu ibâdeti kemâl-i ihlâs ile Allah rızâsı için yerine getirmek, servetini, nafakasını helâl yoldan kazanmak, ti­câret kastı olmaksızın, kalbi huzur içerisinde, maddî bütün mülâhazalardan sıyrılarak, sâdece Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getirmek azminde bulunmak, hak sahipleri varsa on­lara haklarını ödemek ve onlarla helâlleşmek, efrâd-ı âilesinin hiç kimseye muhtaç olmayacakları şekilde nafakalarını temin etmek, ibâdetlerinde yerine getiremedikleri var ise onları kaza etmeye çalışmak gibi...

Nitekim Hazret-i Peygamber (S.A.S.); "Mebrur haccın karşılığı ancak Cennettir" buyurdukları zaman, böyle bîr haccın alâmetlerinin ne olduğu sorulmuş, cevap olarak; "Güzel konuşmak ve başkalarına taam ikramda bulunmak­tır" buyurmuşlardır.

Hacda bir bakıma belirli bir zamanda aynı gâye ile muazzam bir cemâatin belirli mekânlarda bir araya gelme­leri, büyük ve sayısız nimetlere nâil olmuş peygamberlerin, sıddîkların, sâlihlerin güzel durumlarını göz önüne almaları bu muazzam insan cemâatinin o büyük insanlar gibi aynı düşüncelerle Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretini talep etmeleri var­dır. Bu ise, umûmî bir rahmetin onları ve onlarla birlikte bütün insanları kuşatacağı Cenâb-ı Hakk’ın inâyetîyle en büyük bir vesîledir. Zîrâ, dil, ırk, renk ve memleketleri başka olmasına rağmen bu mahşerî insan selinin aynı duy­gu ve düşüncede birleşmiş olmaları Cenâb-ı Hakk’ın affına mazhariyetlerinin delillerindendir.

Bugün; bilgi, görgü artırılması ve insanların daha iyi yetiştirilmesi maksadıyla çeşitli memleketlere zaman zaman gidilmesi, bir ihtiyaç olarak hissedilmektedir. Diğer taraf­tan, her memleket halkı kendi memleketini tanımanın zarûretini bugün daha fazla duymaktadır. Hac ibâdeti münâse­betiyle dünyânın muhtelif bölgelerinden gelen insanların birbirleriyle tanışmaları, memleketlerini tanıtmaları, bilme­dikleri ülkeler hakkında çok faydalı bilgiler almaları, gerek dînî ve gerekse dünyâya âit daha geniş malûmat elde etmeleri bir vakıadır. Böyle olunca Hac İbâdetini her yönüy­le mükemmel bir şekilde edâ etmek gerekir ki ondan bek­lenen maddî ve manevî maksada varılmış olsun.

Görülüyor ki, Hac ibâdeti, sâdece şekle âit birtakım görevlerin yerine getirilmesi olmayıp, onlarda mevcut hik­metleri araştırmak, başta Peygamberler olmak üzere din bü­yüklerinin ihlâsını, Cenâb-ı Hakk’a bağlılıklarını, ahlâk ve davranışlarındaki güzellikleri öğrenmek; gerek servet ka­zanmak, gerekse söz, amel ve bütün hareketlerinde en güzel ahlâk derecesine yükselmeye çalışmak; din ve dünyâya âit bilgide mümkün olan mertebelere yükselerek zümre-i ebrara (iyi insanlar topluluğuna) katılmaya hak kazanmaktır. Bu vazîfe çok büyük ve çok ağır olduğu içindir ki, Peygam­berimiz (S.A.S.) Efendimiz, meâl olarak; "Kim ki Allah için Hac farizasını yerine getirir de, fena söz konuşmaz, câhilce hareketlerde bulunmazsa Hacdan döndüğünde anasından dünyâya geldiği gibi günahları bağışlanır" buyurmuşlardır.