Makale

CÂHİZ'İN KUR'ÂN TEFSİRİNDEKİ METODU

CÂHİZ’İN
KUR’ÂN TEFSİRİNDEKİ METODU

Yazan: Dr. M. Recep el-Beyyûmî

Dilimize Çeviren: Ali SERTER

Câhiz, fikir hareketlerinin rahatlıkla yayılma imkânını bulduğu ve her türlü tartışmanın kabil olduğu bir devirde yetişti. Bu devirde İslâm’ın temel prensiplerini müdafaaya kendilerini veren kelâm âlimleri, çeşitli milletler­den İslâm’a girenlerin getirdikleri eski veya yeni düşünceleri inceleyip eleş­tirmekte kendilerini mecbur hissediyorlardı. Diğer taraftan, İslâm’a yeni girmiş olanlardan bazıları, İslâm’ı kabul etmeye ve ona boyun eğmeye mec­bur kalmışlar, fakat içlerinde bu dine karşı kin beslemişlerdir. Bu kinlerini açığa vuracak kuvveti kendilerinde göremeyen bu sinsi İslâm düşmanları ile Hint, Yunan ve İran kültürleri tesiri altında kalanlar, bu defa dolaylı yol­lardan İslâm’a hücum ederek gerçeği zihinlerden gizlemeğe çalıştılar. Zındık­ların bu sapık ideolojilerine kimseyi kaptırmamak ve onların bâtıl emellerini akâmete uğratmak için zihinlerin; bilgi, mantık ve mücâdele kabiliyetiyle mücehhez kılınması gerekiyordu. Buna binâen; Basra, Kûfe ve Bağdat Câmilerinde kurulan kelâmcıların meclisleri, birer münâzara ve münakaşa toplantılarını andırıyordu. Bu meclislerde hak ve bâtıl olan her iki zıt görüşün de delilleri serbestçe ortaya atılırdı. Müslümanların İslâm’ın bu hoşgörülü­ğü, bâtılı üstün çıkarmak isteyenleri dahi kapsıyor ve bu bâtıl davalarını tam bir emniyet içinde savunmada onlara fırsat veriyordu. Bunların karşısına, sadece kendilerini İslâm’ı müdafaaya adayan belâgat ehlinden kelâm âlimle­rinin ileri gelenleri çıkıyor, çok defa devletden maddî, manevî her hangi bir destek görmeden, mulhitlerin kendi delil ve hüccetleriyle fikirlerini çürütü­yorlardı. Böylece, çok güçlü bir çarpışmanın zorunluğu ortaya çıkıyordu. Bu bakımdan mücadeleyi yürütebilmek için iyice yetişmek ve mücadelenin tak­tiklerini bilmek gerekiyordu. Binaenaleyh, Mütekellimlerin yeni yetişenleri, münâkaşanın uslûbunu, isbat etme ve delil getirme san’atını ve susturma yollarını iyice öğrenirlerdi. Kuvvet, dâima beyân ve belâğattan yana idi. Onun için bu meselelerle ilgili olan, fesâhat, îcâz, hazf ve yusr gibi mevzularda geçmiş olan belâğat âlimlerinin uslublarıyla istişhâd ederlerdi. Kur’ân-ı Ke­rim delîl olmak bakımından en üst derecede olduğu için belâğat âlimleri onun ışığı ile hareket etmişler, yazmışlar şerh etmişler ve çok eserler mey­dana getirmişlerdir.

Bu itibarla; mülhitlerin ilk hedefleri Kur’ân-ı Kerîm’in nasları oluyordu. Genç akılları, şüpheye düşürmek için âyetlerden hazıflar yapmak veya on­lara bazı izâhlar ilâve etmek suretiyle tahrif yapmak istiyorlardı. Bunun için İslâm’ı savunan kişilere büyük bir görev düşüyordu. O da: mülhitlerin orta­ya attıkları her türlü şüphe ve zararlı fikirleri çürütmek. Bu yazımızda biz, bunlardan sırf Câhiz’in yapmış olduğu savunmayı ele alacağız ki; buda Kur’- ân’daki belâğat, Nazmi Cehlindeki kuvvet ve ifâdesindeki zenginlikle ilgilidir.

Câhiz, bir kaç önemli eserini Allâh’ın kitabına ayırmıştır. Bunların en önemlileri «Nazmü’l-Kur’ân» ve «Âyetü’l-Kur’ân» adlı eserleridir. Her nekadar bu iki eserde zâyi olan İslâm kültürü cümlesinden olarak elimize ulaşmadıy­sa da Câhiz’in öteki kitablarından bazı naslar, bunlara delâlet etmektedirler. Biz biliyoruz ki, Câhiz, «Nazmu’l-Kur’ân» adlı eserini Feth İbn-i Hâkân’ın is­teği üzerine yazmıştır. Fakat bu kitap, Feth İbn-i Hâkân’ın takdirine mazhar olmamıştır. Zira Feth ibn-i Hâkân, Câhiz’den herkesçe tartışma mevzuu olan Kur’ân’ın mahluk olduğuna dâir yazmasını istemiş, Câhiz ise, onun bu iste­ğini nazar-ı itibara almıyarak Kur’ân nazmı ile ilgili bahsini, tamamen Kur’ân’ın edebî üslûbuna hasr ederek ondaki îcâz şekillerini ve beyan inceliklerini açıklamıştır. Bunu Câhiz kendi ağzından şöyle izâh ediyor: «Çok yorucu bir çalışma sonucu olarak senin için hazırladığım kitapta benim gibi bir kimsenin yapabileceği bir çalışma ile, Kur’ân-ı Kerîm’e deliller serdettim. O’na dil uzatanlara da susturucu cevaplar verdim. Bir râfizi’nin, bir bid’atçının, bir kâfir’in veya bir münâfıkın ağzını açtırmıyacak şekilde geniş bilgiler verdim. Aynı zamanda Nazzâm’ın arkadaşlarına ve Nazzâm’dan sonra gelip de, Kur’ân haktır, fakat telifi her hangi bir delile müs­tenit değildir ve O, Allah’tan nâzil olmuştur. Fakat, delil ve isbattan yoksun­dur diyenlere, bir daha itiraz imkânı vermiyecek ölçüde deliller getirdim. Artık arzun yerine gelmiş, mahabbetine erdiğimi sanmıştım. Bu durumda, senden bir mektub geldiki, istediğin, Kur’ân nazmı ile değil, Kur’ân’ın ya­ratılışı ile ilgili hüccetler getirmemi istiyorsun. Bu isteğin, gerçekten çok müphem olan bir meseledir...» (1)

Bu gün, «Nazmül-Kur’ân» adlı kitâbın zâyî olması, O’nun insanlara ya­rarı dokunmadığı anlamına alınmamalıdır. Zîrâ, bu kitab, epey bir zaman elden ele dolaşmış, başka her hangi bir edebî kitap gibi tutunmuş veya tenkîd edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in îcâzı, o zaman zihinleri ençok kurcalayan bir mesele olduğundan, Câhiz bu mesele üzerine eğilerek çok fâideli, ilmî eserler mey­dana getirmiştir. Bu husustaki fikirlere Câhiz’in «el-Hayvan» adlı kitabında rastlamaktayız.

Câhizin hâlihazırda elde olan «el-Hayvan» ve «el-Beyan vet-Tebyin» adlı eser­leri, Câhiz’in Kur’ân-ı Kerîm’e dâir açıklamalarını bizlere nakletmektedir. Biz, Câhiz’in Kur’ân tefsiriyle ilgili beyân ekolunun izâhı için bu iki esere baş vurduğumuzda, Câhiz’in metodunu ve görüşlerindeki isâbeti gösteren çok aydınlatıcı deliller, ince fikirler buluruz. Câhiz’in zamanında Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiriyle ilgilenen bazı kimseler, kelimenin zâhir ifâdesi üzerinde taassuba kapılarak lâfızların mecâzî anlamları olabileceğini kabul etmiyor­lardı. Kelimenin zâhirî mânâdan mecâzî mânâya geçişine, karine ve şâhitler bulunsa dahi, karşı çıkıyorlardı. Bunun neticesinde Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirine çok garip yorumlar soktular ve bu görüşlerini çeşitli hikâyelerle takviyeye ça­lıştılar. Bu onların Arap dilinin incelik ve edebî üslûbundan habersiz olduk­larını ortaya koymaktadır. Câhiz, elbetteki, onların bu dar görüşlülüklerini hoş görmiyecek, yazılarında, Kur’ân’da bulunan bir lâfızın, sadece lüğavî mânâsiyle mukayyed olacağını, bunun dışında herhangi bir mecâzî anlam taşı­yamayacağını iddia edenlerin görüşlerini tasvib etmiyecektir.

İbn-i Nedim’in Fihrist’inde Morca es-Senûsî denen bir zat, Kur’ân’da mecâzî inkâr edenlere, cevâben bir kitab telif etmiş ve bu kitâbı yazmasındaki nedenleri şöyle îzâh etmiştir: Kur’ân’da mecâzın olmadığını iddia edenlerin çabaları gaflet bulut­ları halinde ufukları kaplamış ve az kalsın çok kimselerden Kitâb-ı Mübîn’in hakîkatlarını perdeleyecekti. İşte bunun içindir ki, Câhiz, Kitablarının bir çok yerlerinde, Kur’ân’da mecâz meselelerini incelemiş ve Kur’ân’da mecâ­zın bulunduğunu isbat etmek için uzun uzadıya deliller sıralamıştır. Belâğat ilminin hayli gelişmelere sahne olduktan ve bu ilimle ilgili köklü incelemeler gerçekleştikten sonra, Câhizin yapmış olduğu çalışmaları, belki basit bir çalışma olarak göreceğiz. Fakat onun bu çalışması, bu mevzuda ilk temeli teşkil etmesi bakımından büyük önem taşımakta ve o gün tefsirde ilgile­nenler için hiç te bedihî sayılmayacak bilgiler arz etmektedir. Büyük yazar, dilde «mecâzın, kullanılan bir deyim olduğunu isbat etmek üzere şâirin «evi yıkmakla imar ediyor» sözünü delil getiriyor (2) «Vurup kırmaktan başka bize iyiliği olmadı» sözü de bunun gibidir diyor. Kur’ân-ı Kerîmde: «İşte cezâ günü onlara (çekilecek) ziyâfet budur! (3)» diye buyurulmaktadır. Azap, ziyâfet olunacak bir şey değildir. Fakat, Cenâb-ı Allah’ın onlara takdir kıl­dığı azap, diğerlerine verdiği nimetin karşıtı olduğu için azab, ziyâfetle ad­landırılmıştır. Şâir’in biri de: Meâlen:

«Ben demiştimki; Umeyr, bana hurma yedirdi, evet, Umeyr’in bana yedirdiği hurma, yüzümü ekşitmek ve beni tekdir etmek oldu» diyor. Görülüyor ki, şâir, misâfire yüz ekşitmeyi ve onu tektir etmeyi hurma yedirme deyimiy­le kullanmıştır. Bu, kelimenin kendi lüğâvî manasında kullanılmadığına bir delildir. Cenâb-ı Allah, bir âyet-i Celîlede: «Orada sabah, akşam rızıkları da (ayaklarına gelecektir) (4). diye buyuruyor. Cennet de, sabah-akşam olmadığına göre, sabah-akşam tabirleri, muayyen bir zaman anlamını ifade ediyorlar. Başka bir âyet-i Celîlede de Cenâb-ı Allah; «Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: «Rabbinize duâ edin, bizden birgün olsun azabı hafif­letsin» (5) dedi (-ler diyecekler) diye buyurmaktadır. Bu âyet-i kerîme’de cehennem bekçileri diye bir tabir var. Bu tabir, hakikati üzerine kullanılma­maktadır. Zira cehennem, kaçırılacak bir şey değildir ki, onu bekçi korusun, içine girenler ise ne istekleriyle oraya giriyorlar ve ne de istedikleri zaman oradan çıkabiliyorlar. Dolayısiyle, cehennemi bekleyen meleklere bekçi den­mesi, onların oradaki bazı işlerle görevli bulunmalarına binâendir. Yoksa bekçilik etmelerinden değil.

Evet; Câhiz «bilineni bildirme» dediğimiz şeyleri, bildirmeye mecbur kalmıştır. Zira bu bilinen şeyler, bazı çevrelerce kapalı görülmüş, açıklama­sına büyük ihtiyaç hâsıl olmuştur. İşte bu çevreler, Allah-u Teâlâ’nın

«Sonra, bunun arkasından yine kalbleriniz katılaştı. Şimdi o, taş gibi, ya­hut daha katı. Çünkü taşın öylesi vardır ki, ondan ırmaklar kaynar, öylesi vardırki, yarılıp ondan su fışkırır, öylesi de vardır ki Allah korkusu ile yu­kardan aşağı düşer (yüksekten aşağı yuvarlanır) (6) Kavl-i Şerifi üzerinde uzun tartışmalar yaptıktan sonra neticede, taşın düşünen, konuşan ve Allah korkusundan yukardan aşağıya düşen bir yaratık olduğu kanaatına varmış­lardı. Ve bunlar Cenâb-ı Allah’ın: «Rabbin bal arısına: Dağlardan ağaçlardan ve (insanların senin için yapacakları) çardaklar evler (kovanlar) edin... diye ilham etti.» (7) diye buyurduğu âyet-i kerimeden; arılardan peygamberlerin bulunduğunu ve bu peygamberlere Allah’tan vahy geldiğini istinbat ediyor­lardı. Ayrıca, bu vahye dâir de efsâneler uydurduklarını görürüz. Bunlar gibi daha bir çok örnek vermek mümkündür. Fakat biz, bunların hepsini zikret­meye lüzum görmüyoruz. Sadece şunu söylemek istiyoruz: Câhiz’in bu gibi fikirlerden hoşlanması şöyle dursun, işitmekten bıkmıştı. Onun için Câhiz, «el-Hayvan» adlı kitabında, bu gibi görüşleri yererek şöyle diyor: (8)

«Kur’ân’da adı geçen taşa dair çeşitli görüşler ileri sürülüyor. Bunlardan biri, Cehmiye ve tabâyii (tabiatları) inkâr edenlerin görüşüdür. Biri de ibn-i Hâit ve ona tabi olan câhillerin görüşüdür. Bunlardan başka, kelâmcılardan olmayıp ta, hadîslerin ve şiirlerin zâhîrî ifâdelerine göre düşünenler vardırki, bunlara göre taş, konuşan ve düşünen bir yaratıkdır. Ancak kendisinden ko­nuşma yeteneği alınmış olup, akıl ve idraki hâlâ kendisinde mevcuttur.

Başka bir yerde de (9) Câhiz şöyle konuşmaktadır: İbn-u Hayyat ve safiyyeden bazı câhil kimseler, arılardan peygamberler olduğunu, çünkü Allah; (C.C.) «Rabbin bal arısına ilham etti» diye buyurduğunu söylüyorlar. Ve yi­ne bunlar Havârîlerin de Peygamberlerden olduğunu iddia ederek, Cenâb-ı Allah: «Hani havârîlere: «Bana ve Resulüme îman edin» diye ilhâm etmiştim.» (18) diye buyurduğunu delîl gösteriyorlar. Bunlara şu cevâbı veririz: Siz ma­demki bu âyet-i celîle ile arılardan peygamber bulunduğunu iddia ediyorsu­nuz; o halde bütün arıların peygamber olmaları gerek. Çünkü Cenâb-ı Allah; «Rabbim bal arısına ilham etti» diye buyurmakla, genel bir deyimi kullanmış olup, bunlardan herhangi birini tahsis etmemektedir. Câhiz, Arap dilinde hakikati üzre kullanılmayıp, mecâz yolu ile başka manalarda isti’mâl edilen birçok misaller verdikten sonra diyorki: Bunlar, dilde konuşula gelen hu­suslardır, bunları başka türlü anlamlara hamletmek, arapçayı hiç bilmemek demektir. Arap dili, bu sayede zengin bir dil durumuna gelmiştir. Tihâme, Hüzeylâ ve Kinâne halkı hep bu tür konuşma ile anlaşırlar. Çöllerde yaşa­makta olan Arap bedevileri bu dille daha iyi anlaşırlar ve bu dili daha iyi bilirler. Onlar bu deyimler karşısında hiç tepki göstermezler ve en ufak bir itirazları da olmaz.

Mecâz, Ebu Ubeyde’ye göre hem hakîkata, hem de mecâza tahammülü olan bir deyim iken, Câhiz geldikten sonra onu, beyândaki hakîkî yerine oturtmuş ve onu hakîkatın karşısında olan bir terim haline getirmiştir. Câ- hiz’den sonra gelenler, hep Câhiz’in çizdiği yoldan hareket ederek ona tâbi olmuşlardır. Câhiz, bu çalışmalarıyla, belâğat ilminin ıstılahî anlamda bir ilim haline gelmesinde gerekli temeli atmış sayılmaktadır.

(1) Resâilu’l-Câhiz, S. 148.

(2) El-Hayvan, C. 3, s. 86.

(3) El-Vâkıa: 56.

(4) Meryem, 62.

(5) Gâfir, 49.

(6) El-Bakara, 74.

(7) En-Nahl, 68.

(8) El-Hayvan C. 4, S. 18.

(9) Hayvan C. 2, S. 128.

(10) Mâide: 111.