Makale

OSMANLI TÜRKLERİ DEVRİNDE İLMÜ İRFAN MÜESSESELERİ

OSMANLI TÜRKLERİ DEVRİNDE İLMÜ İRFAN MÜESSESELERİ

Ali Himmet BERKİ
Emekli Temyiz Reisi

İslâm âlemi, Ehlisalip ve Moğol ordularının saldırıları yüzünden zaafa uğradığı bir zamanda Cenab-ı Hak, Söğüt yaylâsında Osmanlı Türklerini halk ederek onlara fevkalâde muvaffakiyet lütuf ve ihsan eyledi.

Bu muazzam devletin nasıl başladığı ve en kısa bir zamanda nasıl yük­seldiği, tarihlerde en ince teferruatıyla yazılıdır. Mevzu dışında olduğundan bu yükseliş üzerinde durmayacak, ancak bu muhteşem devletde ilim ve irfan hayatının nasıl başlayıp nasıl devam ettiğini izaha çalışacağız:

Bir devleti idare için ilim ve irfana ve ilim adamlarına kat’î ihtiyaç var­dır. Çünkü devlet işleri ve bir devletin yükselmesi, ilim ve irfan esaslarına göre hareketle mümkündür. Bu hakikati bilen Osmanlı Türkleri, başlangıçta Anadolu, Mısır, Suriye ve İran gibi İslâm ülkelerinde yetişen ilim ve irfan erbabından istifade ederek, devletin teşekkülü sıralarında İznik’de bir med­rese tesis ettiler. İşte ilk irfan merkezi burası idi. Bu medreseyi kudretli âlim ve hâkim yetiştirmek maksadı ile devletin kurucusu Sultan Osman’ın necli necibi Sultan Orhan merhum tesis etmişti. Medreseden pek kısa za­manda Çandarlı Halil Esved gibi büyük âlimler yetişti. Bu medresede ilk evvel Müderris ve hoca olarak meşhur âlim Davudu Kayseri, sonra Tacüddin-i Kerder ve Alâaddin-i Esved bulunmuştu. Sultan Orhan gerektikçe dev­let, siyaset ve idare işlerinde bunlarla istişâre eder ve reylerini alırdı.

İznik medresesinden sonra Bursa’da müteaddit medreseler açılmış ve bu medreselerde büyük âlimler yetişmiştir. En feyizli ilim merkezi Bursa ol­muştu.

Bu medreselerde yetişenlerin hal tercemeleri ve eserleri Taşköprüzâde’nin «Eşşekayikun Nümaniyye fi Ulemâi’d-Devleti’l-Osmaniye» adlı kıymetli ese­rinde yazılmıştır. Kitapçılarda arapça nüshası ile tercemesi bulunmaktadır. Okunması tavsiyeye şâyandır.

İstanbul’un fethinden sonra, yurd genişlemiş, muazzam bir imparatorluk vücuda gelmişti. Bu mes’ut durum, ilmü irfan ve tâlim işlerine daha fazla önem verilmesini icap ettirmişti. Çünkü, bilhassa büyük devletlerin devamı ve şevketli devreler idrâk edebilmesi için, ilim ve irfana olan büyük ihtiyaç âşikârdır. Ahlâkı fâzıla da, ilim ve irfana mütevakkıfdı. Bu itibarla Fatih Sultan Mehmed, devletin merkezi olan İstanbul’da daha yüksek ilim müesseseleri tesis etti. Maksadı, ilmin her sahasında büyük âlimler yetiştirmekti. Bu ise, mümtaz hocalarla tahakkuk ettirilebilirdi. Tesis ettiği medreseler bir câmiayı ilmiye numunesi olmak için, diğer İslâm şehirlerindeki meşhur ilim adamla­rını türlü ikram ve teşviklerle İstanbul’a dâvet etti. Bunlar arasında, meşhur âlim ve hey’etşinas Ali Kuşcu’yu, âilesi efradıyle birlikde İstanbul’a getirdi. Az bir zaman sonra sayısız âlimler, şâirler ve fen adamları yetişdi. Filhakika Fâtih devrinden evvel cemiyet ve fertler tarafından vakıf yoluyla vücuda gel­miş mektepler ve medreseler ve bunlar arasında Selçukîler’den kalma irfan menbaaları vardı. Bunlar sayı itibariyle çok olmakla beraber hocaları ve ni­zamları bakımından yeterli ve Fâtih medreseleri gibi değildi. Fâtih medreseleri aşağıda görüleceği gibi, hocaları ve geniş programları ile o tarihde hiç bir yer­de bulunmayan bir seviyede idi. Bu medreselerde her türlü ilim ve fen öğretilmekde idi: Tababet (Doktorluk), tatbikatı için bu gün dahi mevcudiyetini mu­hafaza eden Tâbhane karşısında, Karadeniz tarafında bir Darrüş’şifa (hastahane) vardı. Burada hastalar tedâvi olunur ve talebe bu hastahanede tatbikat ve ihtisas yapardı. Fâtih medreselerinden evvel İstanbul’un fethini müteakip Ayasofya ve Zeyrek medreselerinde tedrisat yapılmakda idi. Ayasofya medresesin­de tedris vazifesini Molla Hüsrev, Zeyrek medresesinde ise, Molla Zeyrek ifa ediyorlardı. Bursa ve Edirne’de, ilim merkezi şerefini muhafaza etmekde idi.

Fâtih merhum, Molla Hüsrev için, «zamanımızın Ebu Hanîfesi’dir» diye tebcil etmiştir. «Molla Zeyrek» lâkabı, kendisinde gördüğü üstün zekâ sebebiyle meşhur âlim ve sofi Hacı Bayram-ı Velî vermişti. «Zeyrek,» zek ve akıllı demektir.

Medreseler yanında sarayda Enderun namı ile bir müessese mevcut olup burada idârî, askerî dersler ayrıca din ve ahlâk ilimleri öğretilirdi. Böylece her iki tarafda, her sahada bilginler yetişiyordu. Fâtih medreseleri, Fatih camii şerifinin(l) Akdeniz tarafında dört ve Karadeniz tarafında dört ki, cem’an sekiz medreseden ibaretti. Bu madreselere «Sahn medreseleri» de­nir (2). Vakfiyede bunlara «Medârisi Âliye» denmiştir. Sahn haricinde her iki tarafda medrese olup, bunlara da «Mûsile-i Sahn) denir. Vakfiyede bu med­reselere,» Medârisi Süğrâ» denilmiştir.

Sahn medreselerini yekdiğerinden tefrik için, güneyden başlanarak baş kurşunlu, çifte baş kurşunlu, çifte ayak kurşunlu, ayak kurşunlu adları veril­miştir. Her iki tarafda baş kurşunlu ile çifte ayak kurşunlu arasında harice yol vardır. Çifte baş kurşunlu yekdiğerine bitişiktir.

Sahn medreseleri dört köşeli olup ortada üstleri açık 400-500 metre bir boşluk ve boşluğun ortasında bir kuyu vardır.

Etraflarında kubbeli 19 oda ile geniş bir dershane ve odaların önünde kubbeli revaklar bulunmaktadır.

Medreselerin hepsinde helâ ile çamaşırhane vardır.

Sahn medreselerine yükselmeye muvaffak olanlar, Musile-i Sahn’da bu­lunanlara ders verir, en kıdemlisi Sahn’da bulunanlara «Muidlik» yani müzakerecilik ki, bu günkü terimiyle kısmen asistanlık demektir.

Bu medreselerde İslâmî ilimlerle birlikde hesap, hendese, tıp ve hikmet gibi teknik mütenevvi ilimler öğretilirdi. Yukarıda zikri geçen Tâbhane’nin önünde aşhane ve yemekhane (yemek salonu) olup, medreselerde ve hastahane ve Tâbhane’de bulunan talebe ve müstahdemler, vakıfların geliri ile iaşe olunurlardı.

Müderris ve hoca olmak ve İstanbul, Bursa ve Edirne gibi büyük şehir­lere kadı (Hâkim) tâyin edilebilmek için, Sahn Medreselerinden mezun ol­mak şarttı. Diğer şehir ve kazalara, Musile-i Sahn ile, diğer madreselerden mezun olup hâkimliğe ehliyeti bulunanlar tâyin olunurlardı.

Fâtih Medreseleri’nin kıymet ve seviyesi hakkında bir fikir edinebilmek için, bu medreselerde hocalık edenlerle bu medreselerden yetişenleri hatır­lamak kâfidir. Bidâyetde hocalar şunlardı: Alâaddin Ali Tusî, Molla Hüsrev, Molla Zeyrek, Hocazâde, Hatipzâde, Abdülkerim, Hasan Samsûnî, Efdalzâde Hamsuddin, Yakup Paşa, Hasan Çelebi Kadızâde, İbni Manisa, Musluhiddin Yarhısâr, Alaâddin Ali Fenarî, ilh... Bunlar, aklî ve naklî ilimlerde kıymetli eserleriyle ün salmış şahsiyetler idiler. Molla Zeyrek ile Hocazâde arasında Fâtih Sultan Mehmed huzurunda yedi gün devam eden münazaradan da, bunların ilim ve tefekkür kuvvetlerinin genişliğini anlamak zor değildir. Bunların hal tercemeleri yukarıda yazdığımız Taşköprüzâde’nin meşhur ese­rinde yazılmıştır. Bu eserle, Bursalı Tahir Bey merhumun «Osmanlı Müellif­leri» adlı eserine bakmayı tavsiye ederiz.

Fâtih Sultan Mehmed merhum, ilmi faaliyeti tâkip eder ve çalışkanları mükâfatlandırırdı. Ara sıra Sahn Medreseleri’nin birinde kendisine mahsus olan odaya gelir, İlmî durum ve gayret ve talebenin ihtiyaçlarına dair mâlumat alırdı.

Bir gün Ayasofya Medresesi odalarından birinde sabaha kadar ışık yan­dığını görmüş, medresenin müderrisi Molla Hüsrev’den bu odada kimin bulunduğunu sormuştu. Molla Hüsrev, İbn-i Manisa olduğunu söylemişdi. Bu zât tahsilini bitirdikten sonra Mahmutpaşa Medresesi’ne müderris tâyin olun­muştur.

Fâtih merhum ara sıra da İlmî meclisler akd eder, her hangi mühim bir meseleyi münakaşa mevzuu yapar ve bu meclislerde padişahlık kisvesinden tecerrüt ederek meclisin İlmî bir uzvu olarak münakaşalara iştirak ederdi. Fâtih Sultan Mehmet, İslâmî ilimlerle beraber hey’et, hendese, idare ve as­kerlik mevzularında müstesna bir bilgi sahibi idi.

Sultan Süleyman zamanına kadar her sahada hummalı gayret devam etmekde idi. Kanunî devrinde, yurd daha ziyade genişlemiş, ordu için çok sa­yıda tabib ve cerraha ihtiyaç hâsıl olmuş ve Mimar Sinan tarafından yüksel­tilen âbidelerin ilhâmı ile mimarlık ve mühendislik ehemmiyet kazanmışdı. Camiin etrafında bir Tıp medresesi ve hastahane tesis olunduğu gibi riyaziye ve tabiîye ilimleri tedris olunmak üzere medreseler küşad olunmuş ve bir de «Dârü’l-Hadis Medresesi» inşa olunmuşdu. Bu medreselere, Musile-i Süleymaniye» adıyle idâdi derecesinde medreseler ilâve olunmuştu. Rüştiye dere­cesinde ibtidâi hariç ve dahil medreselerinde tahsil gören kimse, tıp, riyazi­ye, tıbbiye tahsil etmek istediği takdirde Mûsile-i Süleymaniye’ye ve edebiyat, fıkıh, tefsir, kelâm ve şâir İslâmî ilimler tahsilini arzu ettiği takdirde, Fâtih Medreseleri’ne müracaat ederdi.

(1) Camii şerif, bütün müştemilâtı ile birlikde takriben 200 dönüm bir saha üzerindedir
(2) Bunlara sahn denmesi şehrin ortasında olmaları münasebetiyledir. Sahnın bir manâsı da şehrin ortası demektir.