Makale

Yabancılaşma Problemi Karşısında FERT ve TOPLUM

Yabancılaşma
Problemi Karşısında
FERT ve TOPLUM

Dr. Vejdi Bilgin / UÜ İlâhiyat Fakültesi
vejdibilgin@hotmail.com

Yabancılaşma Kavramı
Felsefî bir kavram olarak ilk defa Hegel tarafından ortaya konulan yabancılaşma kavramı modern sosyolojide Feuerbach ve Marks’ın tezlerinin gelişmiş bir karma biçimi olarak kullanılır. Buna göre kişi kendini dünyanın merkezi, fiillerinin sahibi olarak görmez, tersine, fiilleri ve bu fiillerin sonuçları, onun boyun eğdiği, hatta taptığı efendileri olmuştur. Bir "insan" olarak fert, bazı özelliklere, yeteneklere sahiptir ve bunlar ile bazı fiiller işler. Ancak eğer fert, kendi İnsanî özelliklerini yaşamıyorsa, kendi yetenekleriyle bir ürün ortaya koyamıyor- sa yahut da ortaya koyduğu bu fiili sahiplenemiyor, kendi fiili olarak ortaya koyduğu şey artık ona hükmetmeye başlıyorsa, yabancılaşma problemiyle karşı karşıyadır demektir.
Yabancılaşma bireysel ve toplumsal boyutta ele alınabilir. Bireysel anlamda yabancılaşma kişinin kendisine yabancılaşması, bu çerçevede örneğin toplumsal ilişkilerinde de yabancılaşma yaşamasıdır. Makro anlamda ise bir bütün olarak toplum da yabancılaşabilir.


Ferdin Yabancılaşması
Tüm yabancılaşmaların özünü, yukarıda bahsettiğimiz üzere, kişinin kendisine yabancılaşması teşkil eder. Yabancılaşma şüphesiz ferdin diğer fertlerle ilişkilerinde ortaya çıkar, yani toplumsal yönü vardır ama esas olan ferdin kendi İnsanî ve ferdî niteliklerini kullanamaması ya da kullansa bile kendi ürünlerine sahip olamamasıdır. Güçlü kişiliklerin yanında zayıf kişiliklerin ezilmesi ve kendilerini ortaya koyamamaları bunun bir örneğidir. Bunun daha özel bir örneği olarak ailelerde eşlerden birinin, bizim toplumumuz açısından özellikle de kadınların, diğeri karşısında kendi benliğini yitirdiği, kendilerine yabancılaştıkları söylenebilir. Bunun tam tersi olarak sevginin normal dışı boyutu olan "taparcasına sevmek" de bir yabancılaşma göstergesidir; çünkü kişi, bu şekilde sevdiği biri karşısında kendi bireysel özelliklerini, istek ve arzularını tamamen bir kenara bırakır ve sevdiği insanın istediği tarzda bir hayat sürmeye başlar.
İlk yabancılaşmanın, insanın tapınmak için putlar yapmasıyla başladığı düşünülmektedir. Putperest kendi enerjisi ve sanatsal yetenekleriyle bir heykel yapmıştır, yani o put onun eseridir fakat sonra, sanki o nesne kendi fiilinin ürünü değilmiş gibi, hatta onu yaratan varlıkmış gibi tapınmaya başlamıştır. Bu nesne artık insanın kendi yaratıcı çabalarının sonunda ortaya çıkmış bir şey değil de sanki ondan kopuk, onun üstünde, ona karşı olan, insanın tapıp boyun eğdiği bir şey olarak algılanır. Cahiliye dönemi putperestliğiyle ilgili anlatılan bir olay, tam olarak bu durumu açıklamaktadır. Rivayete göre Beni Hanife kabilesi un, hurma ve sütten kendileri için bir put yapmışlar, uzun süre kendi yapımları olan bu puta tapınmış ancak bölgede kıtlık baş gösterince putlarını yemişlerdi.
Aslında putperestlikten önce inkarın da bir yabancılaşma olduğu iddia edilebilir. Kenneth Keniston kozmik inkârcılığı, insanın İlahî ve uh- revi alemle irtibatının kopmasını ve onu yaratan metafizik gücü inkâr etmesini bir yabancılaşma olarak tarif etmektedir. Bu durumda birey kendini yaratan İlâhî güce yabancılaştığı gibi, o güç tarafından kendisine verilen özellikleri ve yükümlülükleri inkâr etmek suretiyle de kendisine yabancılaşmış olur.
Bireysel anlamda bugün yabancılaşmayı en yoğun olarak insan ilişkilerinde görmekteyiz. Aynı mahalleyi, aynı sokağı hatta aynı binayı paylaşan insanlar sınırlı ilişkiler içerisinde yaşarlar. Bu hem ilişkinin sıklığı hem de niteliğinde görülür. Aynı sokakta her zaman karşılaşan insanların selâmlaşmaması, hal hatır sormamaları veya bunu asgarî sıklıkta yapmaları olayın birinci boyutunu oluşturur. İlişkiler bazen sınırlı olmasa bile mahiyeti itibarıyla yabancılaşma izleri taşır. Örneğin her gün markette karşılaştığımız bir tezgahtarın kim olduğu, evdeki sorunları ya da sıkıntılarıyla ilgilenmediğimiz sürece, o bizim için aynı yeterlikteki bir başka satıcı ile değiş tokuş edilebilecek bir kişidir. Başka hiçbir şey ifade etmez ve kolayca elden çıkarılabilir.
Şüphesiz insan ilişkilerindeki geçicilik ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yabancılaşmanın etkenlerinden birisi kentleşmedir. Günümüzde insan ilişkilerindeki süreklilik kısalırken, bu ilişkilerin sayısı artmaktadır. Sıradan bir kentli, ortaçağda bir köylünün bir yılda kurduğu ilişkileri, bir haftalık sürede gerçekleştirebilmektedir. Kuşkusuz köylü de başka kişilerle geçici bağlar kurmuştur ama tanıdığı kişilerin çoğuyla bir ömür boyu birlikte olmuştur. Bununla ilişkili olarak yerlerin, nesnelerin ve insanların hayat içindeki devir hızını birleştirdiğimizde, insanlardan beklenen uyum yapma eyleminin ne denli zor ve karmaşık olduğu ortaya çıkmaktadır. Gitmekte olduğumuz yolun sonunda kuşkusuz geçici ilişkilere dayalı bir toplum bulunmaktadır. Ailesi sürekli yer değiştiren bir öğrencinin arkadaşları hakkında "çünkü onları bir daha görmek söz konusu değil" biçimindeki sözleri, bu inanca dayalı yeni ahlâk kurallarını belirlemektedir.
İnsanın insana yabancılaşması, toplumları belirleyen genel ve toplumsal bağların yitirilmesi sonucunu doğurmuştur. Çağdaş toplum (birey sözcüğünün Yunanca’sı olan) "atom- lar"dan, birbirine yabancılaşmış, gene de bencil çıkarlarla, birbirini kullanma ihtiyacıyla birbirinden kopamayan küçük parçacıklardan oluşmaktadır. Oysa insan bölüşmeye, yardımlaşmaya, kendini bir toplumun üyesi olarak görmeye büyük ihtiyaç duyan sosyal bir varlıktır. Bu durumda kişi, insandaki bu toplumsal yönelişler ne olmuştur şimdi? diye sormadan edemez.
Gündelik hayatımızda yaşadığımız bir başka yabancılaşma ise tüketim alışkanlıklarımızda görülür. Tüketim eylemi, içinde duygularımızın, bedensel ihtiyaçlarımızın, estetik anlayışımızın; yani somut, duyan, kavrayan, yargılayan insanlar olarak bizlerin içinde yer aldığı somut bir insan eylemi olmalıdır. Tüketim eylemi anlamlı, insanca üretici bir deneyim olmalıdır. Halbuki bizim kültürümüzde tüketim yapay olarak yaratılmış kuruntuların doyurulmasını ifade etmektedir.
ABD süpermarketlerine her sene 1500 adet yeni ürün sunulduğu ve bunların % 80’inin bir işe yaramadığının anlaşılıp geri çekildiği ifade edilmektedir. İnsanlar pazarda tercihlerini yapabilmek için birilerinin kendilerine rehberlik yapmasını bekler hale gelmişlerdir. İnsanların ihtiyaçlarının ne olduğunu kendilerine öğretilenlerden öğrenmesi, ihtiyaçlarının ne olduğunu yaşayarak öğrenmesine büyük ölçüde engel olur. Bir kimsenin kendisine bildirilen ihtiyaçlarını duymazlıktan gelmesi, gereğini yapıp bu ihtiyaçları hemen karşılamaması, anti-sosyal bir eylem olarak vasıflandırılıp birey suçlanmaktadır.
Tüketim konusunda böyle yabancılaşmış olmamız yalnızca tüketim maddelerini nasıl elde edeceğimizi değil, bundan da öte, boş zamanlarımızı nasıl değerlendireceğimizi de belirler.
Bir insan yaptığı işle somut bir ilişki kurmadan çalışıyorsa, nesneleri yabancılaşmış bir biçimde satın alıyor ve tüketiyorsa, boş zamanlarında da, maçları, filmleri, gazete ve dergileri, kitapları, konferansları, piknikleri, eğlence toplantılarını da satın aldığı malları tükettiği o yabancılaşmış yolla tüketir. Hiçbir şeye etkin bir biçimde katılmaz; bulabildiğini yutmak, alabileceği kadar çok zevk, kültür, her ne olursa tatmak ister. Aslında satın aldığı mallar gibi onun boş zaman tüketimini de sanayi belirler. Beğenileriyle oynanmaktadır; gerçekten görmek ve duymak istemez, şartlandırıldığı şeyleri görmek ve işitmek ister. Yabancılaşmış insanlar toplumunda eğlence de öteki sanayiler gibi bir sanayidir; alıcıya elbise, ayakkabı aldırır gibi eğlence aldırır.
Toplumun Yabancılaşması
Yabancılaşmanın tanımlarında bireyin toplumun değerlerine/kültürüne, çevresine karşı ilgisinin yok olması; kendinden, başkalarından ve daha geniş mânâda dünyadan kopması; toplumda üzerine düşen rolü ifa etmeye muktedir olmadığına inanması; kişinin mensubu bulunduğu gruba/topluma adapte olamaması veya karşı gelmesi gibi öğelere rastlarız. Fakat bu tanımlarda toplumun değil de, toplum içinde ferdin yabancılaşmasını veya daha önce yaptığımız tasnif çerçevesinde bireyin toplumla ilişkilerindeki yabancılaşmayı buluruz.
Toplumun yabancılaşması kültürünün yabancılaşması demektir. Burada fert kendi kültürüne karşı değil, toplum kendi kültürüne yabancılaşmaktadır. Daha teknik bir ifadeyle kültür, aynı bireyde olduğu gibi, kendi tabii yapısına yabancı bir hal sergilemekte, kendinden habersiz görünmektedir. Şüphesiz kültürün doğası ile insanın doğası arasında büyük fark vardır. Hatta insanın doğasının sabit ve değişmez olduğu düşünülerek; kültürün bir doğası olmadığı da öne sürülebilir. Kültür sürekli değişiklik göstereceğinden toplumun her zaman kendi kültürünü yaşamış olacağı; toplumun kendi kültüründen yabancılaşmasının da aslında kendi kültürünün -tabii olarak- değişmesi mânâsına geleceği, bunu da yabancılaşma olarak de- ğerlendiremeyeceğimiz iddia edilebilir. Bütün bunlara hak vermemek elde değildir. Peki bir toplum, henüz yaşayan kendi kültürünün ürünü/sonucu olmayan birtakım problemlerle karşı karşıya ise buna ne isim verilecektir? Bu bir yabancılaşma değil midir?
Keniston, yabancılaşma biçimleri arasında toplumun tarihini kaybetmesinden bahseder. Toplumun tarihini kaybetmesi demek, kendi tarihsel gelişiminin ürünü olmayan bir hayat sürmesi demektir. Bir toplum bir anda tarihini unutmaz ve bu kaynaktan gelen özelliklerini (kültürel ürünlerini) de bir anda yok edemez. Fakat bunlar artık kendisine bir şey ifade etmez duruma gelebilir. Ortaçağdan bu yana Batı’mn geçirdiği tarihi süreci izlemeyen pek çok toplumda -özellikle Müslüman toplumları ele alacak olursak- aile ilişkilerinden, tüketim alışkanlıklarından, dinî-ahlâkî değerlere kadar pek çok konuda kendi kültürümüzü yansıtmayan, hatta kültürümüze tamamen aykırı görünen birtakım problemlerin, acıların, dengesizliklerin bu ülkelerle paralellik göstermesi enteresandır. Artık Batılı toplumlarda görülen en aşırı sapmalar Batılı olmayan toplumlarda da görülmektedir. Bu toplumlar, başka toplumların sosyal, ekonomik ve politik şartlarından doğan acıları, idealleri ve özlemleri beslemekte fakat aynı zamanda bu arzu, ideal ve acılar kendilerininmiş gibi davranmaktadırlar. Kültürel yabancılaşma sürecinin, eski kültür tamamen toplumdan silinip, yerini yeni kültüre bıraktığı zaman aşılacağı veya son bulacağı ileri sürülebilir. Fakat bir kültürün kendi toplumundan tamamen silinmesi mümkün değildir ve tabii olmayan bir süreçle yeni bir kültürün yerleştirilmesi ancak asimilasyonla tam mânâsıyla gerçekleştirilebilir. Bunu büyük ve yerleşik kültürleri olan milletlere uygulamak zordur. Üstelik bu milletlerin her birinde kendi öz-kültürüne dönme çabalan hızla artmaktadır. İnsanlar kendi kültürel değerlerini sahiplenme konusunda bilinçlendikçe bu çabaların da ivme kazanacağını tahmin etmek zor değildir.
Yabancılaşmanın Aşılması ve Din
Marks’a göre insan hayatına sahip çıkılması anlamında özel mülkiyetin olumlu şekilde aşılması, bütün yabancılaşmaların olumlu şekilde aşılması; yani insanın dinden, aileden, devletten vb. kendini kurtarıp, kendi İnsanî ve toplumsal varoluş tarzına dönmesi demektir. Böylelikle Marks özel mülkiyetin aşılmasını tüm insan duygularının ve yüklemlerinin tam kurtuluşu olarak görmektedir.
Burada anlaşılacağı üzere, özellikle aile ve dini ele aldığımızda bunların insan doğasına aykırı olduğu iddia edilmektedir. Bu şekilde düşündüğümüzde asırlardır insanlık bir yabancılaşma içerisindedir.
Marks bir aileye ya da bir dini inanca sahip olmanın, insanın tabii bir duygusu olabileceğini asla düşünmez. Peki Marks’ın aksine, din duygusunu reddeden (hiçbir dini inanca sahip olmayan) bir kişinin kendi özüne karşı geldiği iddia edilemez mi?
Şüphesiz burada dini duygunun insanın özünde var olup olmadığı tartışması ortaya çıkacaktır; ama bu tartışmaya girmeden şunu iddia edebiliriz ki, dini reddeden insanların bile din-benzeri birtakım inançlara sahip oldukları görülmektedir. Aile ise bireysel olduğu kadar toplumsal bir zorunluluktur da. 191 7 Rus Devrimi’nden ve 1947 Çin Devrimi’nden sonra, bu ülkelerde Marks’ın öngördüğü şekilde aile düzeninin yıkılmasına girişildi. Ailenin yerine, insanlık tarihinin ilk dönemlerinde var olduğu varsayılan kömünal yaşam tarzları ikame edilmeye çalışıldı. Bu ülkelerde başarısızlıkla sonuçlanan bu deneyimler, daha sonra Batılı toplumlarda daha küçük ölçekli kömünal yaşam grupları tarafından da yürütülmeye çalışıldı. Fakat kadın-erkek ilişkilerinde istikrarsızlığa ve çocuk psikolojisinde olumsuz gelişmelere yol açan bu uygulamalar genel anlamda ve uzun vadede hiçbir yerde başarılı olmadı. Gerek bireysel çabalarla ve gerekse devlet desteğiyle kömünal yaşamın bir türlü hayata geçirilememesi, aile hayatının insan tabiatına daha uygun olduğu yolundaki iddiamızı pekiştirmektedir.
Günlük hayat içerisinde kişi, hayatını devam ettirebilmek için günlük ekmeğini kazanmak zorundadır. Genellikle tüm zamanını dolduran bu iş için, tekdüze sıralı-işler yapmak zorunda olduğundan zaman içerisinde varlığının temel gerçeklerinden kopmak, kendisiyle ve dünyayla olan bağlantısını, kendisinin ve dünyanın denetimini yitirmek durumundadır. Zaten Fromm’a göre "çağdaş yaşamın tek düzeliği ve insan varoluşunun temelinde yatan sorunların bilincine varabilmesinin engellenmesi", yabancılaşmanın anlaşılması bağlamında, çağdaş yaşamın temel özelliğidir. Sıralı- işlerle varlığın temel gerçeklerine dönüş arasındaki çatışmayı çözmek de Fromm’a göre sanatın ve - sonunda bir sıralı işe dönüşmüş olsa da- dinin işlevlerinden biri olagelmiştir. Örneğin Yunan tiyatrosunun temel işlevi, insan varlığının temel sorunlarını, sanatsal bir biçimde ve tiyatro yoluyla sahnede sergilemekti; oyuna katılan seyirci günlük sıralı-işler çemberinden çekilip alınıyor, bir insan olarak kendisiyle, varlığının kökenleriyle yüz yüze getiriliyordu. Felsefe ve ilâhiyatta düşünülerek çözülen bu sorunlar, burada oynanarak çözümlenmektedir. Buna göre ister Yunan tiyatrosunu, Orta- çağ’daki dinî oyunları, istersek Hintlilerin, Yahu- dilerin, Hıristiyanların dinî törenlerini düşünelim; insan varlığının temel sorunlarını canlandırmanın değişik yollarını inceliyoruz demektir.
Yabancılaşmaya karşı Fromm’un bahsetmiş olduğu sanatın veya felsefenin ancak bireysel anlamda kişiye yardımcı olabileceğini görürüz. Oysa bu din bu konuda, bireysel olduğu kadar toplumsal arenada da işlevseldir ve toplumsal anlamda kişiye verdiği bilinç ile onun bireysel çabalarını da destekler. Örneğin insan ilişkilerindeki yabancılaşmanın bir tezahürü olarak ilişkilerin menfaat ilişkilerine dayandığını, bunun da insanlar arasında güvensizliğe sebep olduğunu biliyoruz. Dindar insan, dinin verdiği bilinç ile İnsanî ilişkilerinin temelinden menfaati kaldırır, yerine samimiyet ve vefa duygularını koyar. Ve İnsanî ilişkilerini mümkün olduğunca genişletmeyi ve bu ilişkilerin uzun vadeli olmasını hedefler. Salt sanatçı ve filozof ile dindar arasındaki fark buradadır. Sanatçı veya filozof insanın mahiyeti, hayatın anlamı çerçevesinde birtakım gerçeklerin peşindedir, fakat çoğunlukla toplumdan uzaktadır. Yabancılaşmanın farkındadır, ancak zihinsel çabasından başka bir faaliyet gösteremez.
Dinin pek çok yabancılaşma örneğine somut çözümler getirdiğini görürüz. Örneğin insan ilişkilerindeki yabancılaşmanın bir sonucu olarak, "toplumsal bir varlık" olan insan toplumdan kaçmaktadır. Toffler bir toplumun her şeyden önce bir topluluk, bir birlik duygusu yaratması gerektiğini söylerken, bugün bütün sanayi toplumlarında bu topluluğun dayanağı olan kurumların yıkıldığını, yalnızlık duygusunun gittikçe yaygınlaşarak bireysel bir olgu olmaktan çıkıp toplumsal bir sorun olduğunu eklemeden edemez. Toffler, bu olumsuz durumu ortadan kaldırmak için yapılacak çalışmalara, bu topluluk duygusunun duyulduğu ilk yerden, yani aileden ve onun işlevlerini genişletmekten başlayabileceğimizi söyler. Fakat bugün aileyi düştüğü durumdan kurtarmak için, yani inanların kendilerini kurtarmış gördükleri sorumlulukları onlara yükleyebilmek için hangi yaptırım faydalı olabilir? Kanunî yaptırımlarla bu gerçekleştirilemez; zaten böyle bir yola başvurulması da mantıklı değildir, ikinci olarak insanlar, ailenin gerekliliğine ikna olmuş olsalar bile, günün şartları içinde bu "zor görevi" hep başkalarına havale edeceklerdir. Oysa dindar, harici telkinlerle değil, bizzat içsel saiklerle -üstelik bir görev olarak değil bir hayat tarzı olarak- bunu kabul edecektir. Nitekim bugün dünyada ailenin en güçlü olduğu toplumlar, dinî değerlerin en yaygın olduğu toplumlardır. Dolayısıyla güçlü bir dinî yaşantının bireysel ve toplumsal destekleriyle birlikte yabancılaşma problemine karşı etkin bir araç olduğunu iddia etmek mümkündür.

KAYNAKÇA
1. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, 6. bs., 1st., 1990, s.438; Şahin Uçar, Tarih Felsefesi Yazıları, Ank., 1994, s. 163.
2. Bkz. Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, (Çev: S. Belli), 2.bs., Ank., 1979, s.22; Uçar, a.g.e., s.164.
3. Bkz. Karl Marks, /844 Felsefe Yazıları,(Çev. M. Belge), Ank.,1986.
4. Erich Fromm, Sağlıklı Toplum, (Çev:Y. Salman, Z. Tan- rısever), 2.bs., 1st., 1990, s.1 34.
5. Fromm, a.g.e., s.l 35-1 36.
6. Neşet Çağatay, Islâm Dönemine Dek Arap Tarihi, TTK Yay., Ank., 1989, s. 111.
7. Adnan Ziyalar, Sosyal Psikiyatri, 1st., 1982, s.33.
8. Toffler, Çelecek Korkusu Şok, (Çev. S. Sargut), 3. bs.,
1st., 1981, s.89.
9. Toffler, a.g.e., s.92,110.
10. Fromm, a.g.e., s.l 53-154.
11. Fromm, a.g.e., s.l 47-148.
12. Ivan lllich, "Körelten Meslekler", Profesyoneller İktidarı, (Çev. C. Cerit), 1st., 1994, s. 24-25.
13. Fromm, a.g.e., s.150.
14. Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, 10. bs., 1st., 1990, s.202; Uçar, a.g.e., s.l 66-167.
15. Ziyalar, a.g.e., s.33.
16. Ali Şeriati, Medeniyet ve Modernizm, (Çev. A. Yüksek), 1st., 1984, s.22, 24.
1 7. Marks, a.g.e., s.l 10 vd.
18. Atalay Yörükoğlu, Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, 2. bs., Ank., 1984, s.38-41.
19. Fromm, a.g.e., s.l 58.
20. Fromm, a.g.e., s.l 58-159.
21. Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, (Çev. A. Seden), 1st., 1981, s.416-418.