Makale

DÜNDEN BUGÜNE: Hâdimlikten Hâkimliğe

DÜNDEN BUGÜNE:
Hâdimlikten Hâkimliğe

Dr. Erdal KILIÇ

“Ben Hicaz’ın Hizmetkârıyım”
Osmanlı ordusu 1517 yılında Mısır’ı hâkimiyeti altına alır. Yavuz Sultan Selim bir cuma günü Kahire’de bir camide verilen vaazı dinlemeye başlar. Vaazda kendisinden “Hâkimü’l-Haremeyn (Mekke ve Medine’nin hâkimi/sahibi) olan hükümdar” diye övgü dolu sözlerle bahsedildiğini görür. Bu duruma itiraz etmek üzere ayağa kalkarak “Ben Hâkimü’l-Haremeyn (Hicaz’ın sahibi) olamam. Oranın sahibi Allah’tır. Ben olsam olsam “Hâdimü’l-Haremeyn” (Hicaz’ın hademesi/ hizmetkârı) olurum” diye cevap verir.
Bundan dolayı Mısır seferinden sonra padişahlar kendi kararlarının ve devlet mührü onaylı olan fermanların ilk satırına “Ben ki Hâdimü’l-Haremeyn-i şerifeyn” sözlerini yazdırırlardı.
İslam’la şereflenen, ümmet bilinç ve şuurunu kavmiyetçiliğin çok üstünde tutan Türk milleti, Büyük Selçuklu Devleti zamanından itibaren İslam âleminde dikkate alınan, sözü geçen bir millet olmuştur. Tabi oldukları Abbasiler devrinde idari, askerî ve bürokraside önemli sorumluluklar üstlenmelerinin yanında Haremeyn’e de büyük bir ilgi ve saygı göstermişlerdi. Haremeyn’e yönelik gösterilen bir itibarı âdeta bir bayrak yarışı olarak gören Osmanlı İmparatorluğu da mukaddes topraklara henüz hâkim değilken dahi Haremeyn’e hizmet etme arzusunu ve samimiyetini ortaya koymuştur. Nitekim asırlar boyunca Osmanlı’nın bölge siyaseti, ‘hizmet götürme’ mülâhazası üzerine bina edilmiş ve padişahlar kendilerini Hâdimü’l-Haremeyn olarak görmüşlerdir. Osmanlı sultanlarının ve halkın gönderdiği yardımlar, Yıldırım Beyazıt, Çelebi Mehmet ve Sultan 2. Murat devirlerinde hediyeler gönderilmesi ve geliri yüksek arazilerin Haremeyn adına vakfedilmesi, Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’un fethinden elde edilen ganimetten bölgeye para aktarması, hac yollarının güvenliği ve Hicaz’da yaşanan su sıkıntısının giderilmesi konusunda gösterdiği azami gayreti, ecdadın Haremeyn hizmetine verdikleri ehemmiyet ve muhabbetin göstergesidir.
Artık bir hacının dahi başına gelebileceklerden biz mesulüz
Suriye, Filistin, Mısır’ı fetheden, ardından da Hicaz bölgesini Osmanlı topraklarına dâhil eden ve hilafet makamının yeni sahibi olan Yavuz Sultan Selim, Mısır’dan oğlu Şehzade Süleyman’a gönderdiği mektupta: “Artık bir hacının dahi başına gelebileceklerden biz mesulüz” diyerek bu makamın kendisine gurur ve övünç kaynağından ziyade nasıl bir mesuliyet ve sorumluluk yüklediğini tüm dünyaya haykırmak suretiyle örnek bir tavır sergilemişti: Hac organizasyonlarının Devlet-i Âliye idaresinde yapılmaya başlanması, hacı adaylarının Mekke’ye güven içinde ulaşabilmeleri, bedevi saldırılarından zarar görmemeleri ve hac ibadetini huzurlu bir şekilde yapabilmeleri için kapsamlı tedbirler alınması, farklı istikametlerden gelen kafilelerin İstanbul, Şam, Kahire ve Yemen’de toplanması, hacıların yol, su, ulaşım ve konaklama ihtiyaçlarının yaklaşık dört asırdır İstanbul’dan sistemli bir şekilde koordine edilmiş olması büyük sultanın ağzından çıkan söze ne denli sadâkatle bağlanıldığının icraatlarıdır.
Hindistan’a dahi gideriz
Haremeyn ve civarında huzur ve asayiş ortamının devamı için Mekke’nin dış tehditlerden korunması maksadıyla Yemen’e ve Mısır’ın güneyine doğru hâkimiyet sahasının genişletilmesi suretiyle Kızıldeniz ve çevresinin kontrol altına alınması, Uzak Doğu’da yaşayan Müslümanların Hicaz’a güvenli bir şekilde ulaşabilmelerini sağlamak maksadıyla Hint Okyanusu’na donanma gönderilmesi, tamamlanamasa dahi Akdeniz’i Kızıldeniz’e bağlayan bir kanal açılması için çalışmalar yapılması dünyalık menfaat ve çıkarlarla beyni kemirilen bugünün insanının algılayabileceği, tartabileceği bir durum değildir.
Mekke’yi korumak için daha önce yaptırılan surlara ilaveten Ecyad, Fülfül, Hint kalelerinin inşa edilmesi ve bu kalelere, Sultan Abdülaziz devrine kadar Osmanlı hâkimiyetinin alameti sayılan bir bayrağın dahi çekilmemesi Osmanlıların mukaddes beldelerin barındırdığı hatıralara ve ehlibeyte karşı nasıl bir muhabbet ve saygı ile bağlı olduklarının işaretleridir.
Tarihin her döneminde susuzluk konusu da hac mevsiminde gündemde olan problemlerin başında geldiği için, Osmanlılar soruna yeni su kaynakları bulmak, açmak suretiyle çözüm getirmişlerdir. Vaktiyle Abbasi Halifesi Harun Reşit’in eşi Zübeyde Hanım tarafından yaptırılan su kanallarının tahrip olması üzerine, Kanuni Sultan Süleyman’ın hayırsever kızı Mihrişah Sultan’ın himmetiyle, Mekke’nin en önemli su kaynağı olan Ayn-i Zübeyde’ye 1524–1530 yılları arasında Ayn-i Hanin kanalları eklenmiş ve Cebel-i Rahme’nin etrafına havuzlar yapılmış, böylece Arafat ve Müzdelife bölgesi rahatlatılmıştır. Hâlâ Arafat’ta Allah Rasulü’nün vakfeye durduğu Cebel-i Rahme’nin eteklerinde de Osmanlı çeşmelerinin izlerini görmek mümkündür.
Haremeyn hizmeti devralındıktan sonra Mekke’de geniş çaplı imar faaliyetlerine de başlayan Osmanlı şehrin fiziki planına özel bir önem vererek; Mescid-i Haram’ın ve Kâbe’nin görünümünü bozacak bir mimari üsluptan özenle sakınmış, bu konuda öncelikle Mescid-i Haram’ın minareleri, sütunları, revakları, kapıları, ahşap çatısı, tavaf alanının zemini yenilenmiş ve yüksekliği on iki metreyi bulan çok sanatlı bir minber yapılmıştır. Harem-i Şerif’in ahşap çatısı İstanbul ve Mısır’dan getirilen malzeme ile 1576’da çok kubbeli hâle getirilmiş; hüsn-ü hat örnekleriyle süslenen kapılara Mescid-i Haram’la ilgili ayetler işlenmiştir. Kanuni devrinde başlayan çalışmalar, Mimar Sinan’ın desteğiyle 2. Selim ve 3. Murat zamanında da devam etmiştir. Altı minareli olarak planlanan Sultanahmet Camii’nin inşasından evvel, bu büyük eserin banisi Sultan 1. Ahmet tarafından Mescid-i Haram’a yedinci minare yaptırılmıştır. Böylece Mekke ve Harem-i Şerif mimari açıdan yeni bir kimlik kazanmış ve göze hoş gelen bir estetiğe kavuşturulmuştur.
Osmanlı hâdimliği/hâkimiyeti biterse/bitirilirse…
Yazıya sığdırılamayacak kadar çok olan bu hizmetler Osmanlı Devleti’nin, siyasi ve askerî açıdan gerilemeye başladığı dönemlerde de aksatılmadan takip edilmiştir. Ki 1. Dünya Savaşı’nda tarihinin en sıkıntılı zamanlarını yaşamasına rağmen devrin padişahı Mehmet Reşat, 1916’da Mescid-i Haram’ın genel bakımının yapılmasını ve selden zarar gören sütunların değiştirilmesini söylemiştir. Fakat ne yazık ki, savaşın doğurduğu ağır maddi sıkıntılar ve Hicaz’daki Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi üzerine bu imar faaliyeti yerine getirilememiştir.
İlk defa doksanlı yıllarda Kâbe-i Muazzama’ya tepeden bakacak şekilde bir bina yapıldı. Sonra hâdim kralın, Mekke-i Mükerreme’deki sarayı… Karşısında oteller ve dev binalar... Onun yanında dev binalar… Ve çember altında kuşatılan Kâbe… Çoğu sahabe-i kiram hatırası eski ve tarihî binaların yıkımı, yerine dev otellerin yapımı… İhtiyaca binaen, şartlar ve imkânlar gereği diyerek yapılan ancak, zorluk ve imkânsızlıklar sunan yapılar/yapımlar.
Kısaca İslam adabının bir kenara bırakılması ile dünyanın kitle turizmi kurallarının hâkim olmaya başlaması… Bedelini öde Harem’e ulaş kampanyaları… Kalpler taş kesilmesin diye kalpleşen Kâbe karşısında enaniyet ve kibri beslemeler… Bugün dünden daha çok ziyaretine gidiyoruz: Hâdimi olmak ya da hâkimi olmak!..
Osmanlı Fermanı
Sultan II. Selim tarafından dönemin Harem şeyhi Kadı Hüseyin’e 30 Eylül 1574’te gönderilen fermanın Türkçesi şöyle:
“Mekke-i Mükerreme kadısına ve Harem şeyhi Kadı Hüseyin’e hüküm ki; hâlâ İstanbul’a tafsilatlı arzuhal sunulup Harem-i Şerif duvarlarına bitişik evlerin ve medreselerin tuvaletlerinin sıcak günlerde kokmakta olduğu ve bu kokudan hacıların ziyade sıkıntı çekmekte olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca bazı Rafızi itikatlı Acemler hakikaten Harem-i Şerif haricinde yüksek evler yapıp, Beytullahi’l-Haram’a ve Harem-i Şerif’e yüksekten bakıp uygun olmayan çeşitli hareketlerde bulunup Harem-i Şerif’te ibadet eden salih zatları rahatsız etmektedir. Bunların geceleri aileleriyle beraber döşekleri ve beşikleri ile Harem-i Şerif’in üzerine çıkıp yattıkları ve buna benzer çeşitli uygunsuz hareketlerinin bitmek bilmediği bildirildi.”
“Şimdi, daha önce tarafımdan Harem-i Şerif duvarına bitişik bir ev satın alınıp, yılda 120 altın sikkeye kiraya verilip, devletimin ve saltanatımın devam ve bekası için Sure-i Fetih okunup testilerle su dağıtılırdı. Harem-i Şerif duvarına bitişik olması uygun görülmeyip, evvela bu evin yıkılması ve zikrolunan paranın Cidde mahsulünden tayin olunması babında Cidde Emini’ne hükm-i hümayunum gönderilmiştir. Buyurdum ki, hükm-i şerifim sana ulaştığında asla geciktirmeyip emrim gereğince ilk başta o evi ve daha sonra Harem-i Şerif duvarlarına bitişik olan diğer evleri, kimin olursa olsun tamamen yıkarak ortadan kaldırasın ve Harem-i Şerif dâhilinde binadan eser bırakmayasın. Medrese tuvaletlerini dahi kaldırıp, Harem-i Şerif’in dışında münasip bir yerde yaptırasın.”
Osmanlı revakları dahi hürmeten Kâbe’den alçak inşa edilmişti. Kâbe-i Muazzama oldukça yüksek yapıların gölgesi altında. Ancak bedelini ödeyebilenler yürüme mesafesinde bir yerde kalma imkânına sahipler. Osmanlı nezaketi Kâbe-i Muazzama’nın etrafında yüksek hiçbir yapıya müsaade etmezdi. Artık bugün durum oldukça farklı.
“Bedelini öde Harem’e ulaş.” Ya imkânı olmayanlar; eskiye nazaran daha uzak mesafelerde, imkânlar dünyasında, tüm imkânsızlık ve zorluklarla baş başa…


"İslam’la şereflenen, ümmet bilinç ve şuurunu kavmiyetçiliğin çok üstünde tutan Türk milleti, Büyük Selçuklu Devleti zamanından itibaren İslam âleminde dikkate alınan, sözü geçen bir millet olmuştur."