Makale

HABER ALMA HAKKI ve MEDYA DÜZENİ

HABER ALMA HAKKI
ve MEDYA DÜZENİ

Ali Metin

Haber, en basit tanımıyla, olan biten olaylar hakkındaki bilgi demektir. Haberi haber kılan temel şart, onun ’bilinmeyen’ bir mesajı ihtiva etmesidir. Buna göre, mesela bugün bizim için haber sayılan bir bilgi, yarın haber olma hüviyetini kaybeder; fakat aynı bilgi bunu yarın ilk kez öğrenecek birisi için haber olma değerini sürdürür.
Böyle olmakla beraber, habercilik sektörü şahısları değil kamuoyunu, yani haberin hedef kitlesini teşkil eden belli bir toplum kesiminin enforme olup olmadığını nazar-ı dikkate alır. Başka deyişle haberleşme, şahısların bilgilenme süreçlerinden bağımsız şekilde ve belli bir devamlılık halinde yaşanan bir olaydır. Bunun sonucu haber, belli zaman dilimleri içinde üretilip tüketilen bir meta haline gelmiş, haber alışverişi endüstriyel bir vasıf kazanmıştır.
Haber, toplumun hemen her kesimi için günlük bir ihtiyaç halini almış bulunuyor. Haber kaynaklarının bir gün bile çalışmadığı bir dünyayı düşünemez gibiyiz. Günümüzdeki haberleşme, hızını o kadar ileriye götürdü ki, neredeyse saat saat değişen bir haber trafiği içinde yaşamaya başladık. Buna bağlı olarak, taze haber ve bayat haber terimleri habercilik sektörünün en belirleyici unsurları oldu. En taze, en yeni haberi verme çabası, bu sektörü iyiden iyiye hummalı bir çalışma atmosferi içerisine sürüklemiş bulunmakta. Medya teknolojisindeki gelişmeler buna bir yandan zemin hazırlarken, öbür yandan günlük hayatımızı derinden derine dönüştürücü etkiler yapıyor. Şayet gazetenin rakibi olarak televizyon, bugünkü gibi yaygın ve çok kanallı konumuna ulaşmasaydı haber akışı bu kadar hızlı olmayacaktı. Televizyon, haberi neredeyse anı anına ulaştırma imkanı verdiğindendir ki, habercilik sektörü günlük hayatımızı, kelimenin tam anlamıyla cenderesi içine almaya başlamış; dünyadan habersiz kalmama endişesi insanları günde en az birkaç öğün haber tüketmeye yönlendirmiştir, internet teknolojisi de haber alışverişindeki hız ve yoğunluğa yeni bir boyut kazandırmıştır
Haberciliğin bir amme hizmeti olduğu konusunda kimsenin kuşkusu olmamalı. Halkın haber alma hakkı, en temel haklar arasında yer alır. Söz konusu hak, bilhassa halkın ortak menfaatlerini ilgilendiren konularda önem taşır. Devlet ve siyaset işleri de ortak menfaatlerle ilgili konuların başında gelmektedir. Halk ile idareciler arasında sağlıklı bir iletişimin kurulabilmesi bakımından bu hak, hiçbir şekilde ortadan kaldırılamaz. Dahası halkın haber alma hakkı, siyasal meşruiyeti sağlayan en önemli şartlardan biridir. Halk hem yapılanlardan haberdar edilmeli ve böylece karşılıklı güven unsuru oluşmalı; hem de halkın doğru şekilde bilgilenip doğru tepkiler vererek idareciler üzerinde etkili olması sağlanmalıdır. Meşvereti, halkla idareciler arasındaki diyalogu ve görüş alışverişini sağlayan bir haberleşme zemini olarak düşünecek olursak, haber alma hak ve hürriyetinin İslâm’ın bir gereği olduğunu rahatlıkla teslim ederiz. İdarecilerin adil mi zalim mi oldukları, halk tarafından, ancak düzgün bir haber akışı sayesinde değerlendirilebilir. İslâm insanlara bencil hırslarıyla değil, doğrularla hareket etmesini emreder. İslâm toplumu, menfaat çatışmaları yerine doğruluktaki yarışla teşekkül eden bir toplum olmakla asıl gücünü ve farklılığını gösterir. Bunun yolunun ise halkla idareciler arasındaki düzgün bir haber akışından geçtiği muhakkaktır.
Öte yandan, medyanın, demokratik sistemin bir parçası olduğu da bilinen bir şey. Yasama, yürütme ve yargı şeklinde birbirinden bağımsız vaziyetteki üç kuvvetin yanına dördüncü kuvvet olarak medyanın konulmuş olması oldukça anlamlıdır. Burada medya, halkı temsil eden bir kuvvet olarak farzedilmiştir. Daha açıkçası medya, demokrasinin hem güvencesi hem de alamet-i farikası kabul edilir. Halkın haber alma hakkını engelleyen her düzenleme, baskıcı bir teşebbüs olarak kendisini gösterir. Bu sebeple medya, halkın menfaat ve düşüncelerinin ve aynı zamanda toplum içindeki farklılıkların taşıyıcısı olma görevini yerine getiren bir kurum niteliği taşır.
Ne var ki, teori ile pratik çoğu zaman birbi- riyle örtüşmemekte. Medyaya atfedilen dördüncü kuvvet rolünün, pratikte ne ölçüde geçerli olduğu tartışmaya açık durumdadır. Bunun için, medyanın halkı temsil eden bir kuvvet mi, yoksa çeşitli menfaat mahfillerinin kontrol altında tuttukları bir kuvvet mi olduğunu netleştirmek gerekir. Medya, halka en doğru bilgiyi verme mükellefiyetinden taviz verecek hiçbir tavır içinde olamaz. Haberi çarpıtan her türlü yaklaşım, medyanın şaibe altına alınmasına sebep olacaktır. Belli menfaat gruplarının propaganda aracı haline getirilen bir medya organı, kamu hizmeti yapmaktan doğan saygınlığını da ister istemez kaybeder.
Bu madalyonun bir yüzü. Öbür yüzünde ise bizzat siyasî veya İdarî kadroların medyayı kullanma yönündeki arzulan yatıyor. Medyanın gerek halk üzerinde, gerekse sistem üzerindeki gücünün farkında olan herkes, doğal olarak ondan istifade etme meyline girmekte. Açıkçası, güç gücü çekiyor (türkçesi, para parayı çekiyor) diyebiliriz. Bazı medya organlarıyla devlet arasındaki ekonomik ilişkiler, çeşitli pazarlıkların sözkonu- su olduğu bir menfaat dayanışmasına dönüşüyor. Bu da meselenin sadece medyayla sınırlı olmadığını, ortada hem bir sistem, hem de bir sosyal ahlâk meselesinin bulunduğunu gösteriyor.
Medyayı içinde bulunduğu yanlışlardan dolayı bir suçlu ve hatta günah keçisi ilan etmek, hiç şüphesiz kolaycı bir yaklaşım tarzıdır. Ama bazı medya organlarının birtakım yanlışlara daha fazla çanak tuttuğu, bu çanak tutuşta yayın yönetmeninden muhabirine kadar herkesin bir parça sorumlu olduğunu inkar edemeyiz. Nitekim meslek ahlâkı ve onurundan taviz vermemenin güzel misallerine de zaman zaman şahit olabilmekteyiz. Suçu mevcut yapıya veya hakim noktadaki unsurlara atıverme alışkanlığı, söz konusu ahlâkî çözülmeyi daha da hızlandırdığı için hiçbir zaman kabul edemeyeceğimiz türden bir tutum olmalıdır.
Asıl işi halkı gerçeklerden haberdar etmek olan haberciler için adil, objektif ve doğru olmak, meslek ahlâkının vazgeçilmez gerekleridir. Tıpta Hipokrat yemini neyse, haberciler için de bu prensipler aynı anlamı taşır. Hatta habercilik yoluyla yapılan tahribat, şahıslarla sınırlı olmayıp bütün bir sosyal yapıyı ve kamu oyunun reflekslerini etkilediğinden dolayı çok daha vahim problemlerle karşı karşıya gelebiliyoruz.
Habercilikte haber ve yorumun birbirinden ayrılması ilkesini bu minvalde daha iyi anlayabiliriz. Haberle yorumun birbirine karıştırılması medyada oldukça yaygınlaşmış ve böylece normal bir durummuş gibi karşılanmaya başlanmıştır. Bu da haberin, kamu oyunu bilgilendirmekten çok yönlendirici bir boyut kazanmasına, daha doğrusu halkın aldatılmasına yol açıyor. Zira haberle yorumun birbirine karıştırılması, gerçeklerin bulandırılıp çarpıtılmasına uygun bir zemin oluşturmaktadır.
Medyanın halkın haber alma ve gerçekleri bilme hakkına cevap verebilmesi, meslek ahlâkının ve habercilik prensiplerinin yeterli düzeye ulaşmasıyla mümkündür. Aksi halde medya dördüncü kuvvet olmaktan çıkıp, kamu oyunu manipüle etmeye yarayan etkili bir araç olarak kullanılmaktan, halka hizmetten çok güç sahiplerine hizmet etmekten kurtulama-
Medyanın rolünü küçümsemekten bilhassa kaçınmak durumundayız. Birçok sosyolog tarafından medya, modern toplumlarda eğitim kurumlarının yerini almış bir araç olarak görülmektedir. Bunun ne demek olduğunu anlamamız için, elbette medyanın toplum üzerindeki etkisine dikkat kesilmek gerekiyor. Bilindiği gibi eğitim kurumlan, insanların şuurunu, dünya görüşlerini, yaşama biçimlerini, alışkanlık ve beklentilerini belirleyen bir nevi ideolojik bir mekanizmadır. Bugün bu mekanizmanın görevini medya bir çok yönüyle üstlenmiş sayılır. Aradaki nisbî fark; eğitim kurumlan devletin kontrolünde ve yeknesak bir hayat tarzı üretirken, medyanın daha parçalı bir yapıya sahip olmasıdır diyebiliriz. Ancak medyaya verilen bu rolün, bahsettiğimiz habercilik kıstaslarına uygun olmak şartıyla bir meşruiyet zeminine taşınabileceğini; halkın gerçekleri bilme hakkıyla çatışan hiçbir model yapının esas alınamayacağını unutmamak mecburiyetindeyiz.