Makale

Tanınmayan Adam

Tanınmayan Adam

ÇOCUK yüzükoyun halının üstüne yatmıştı, önünde, bir haftalık mecmua vardı.
- Ne okuyorsun Can?
- Bir şey okumuyorum. Bilmece hallediyorum Beş lira mükâfatı var.
-Neymişo, bakayım?
- On dört tane tanınmış adam resmi. Bunların kim olduklarını bilecekmişiz.
- Kaç tane bildin?
- Üç tanesin Pehlivan Çoban Mehmet; Marlen Ditrih; Arşen Lüpen.
Abla gülmeye başladı:
- Arşen Lüpen sahici adam değil, roman kahramanı...
Can şaşırdı:
- Arşen Lüpen yok mu? Ben onun kaç tane resmini gördüm.
- Yok ya_ Onlar romancının, ressamın uydurmaları
- Peki, o kurnazlıkları kim yapıyor?
- Hiç kimse...
- Yazık.
Çan’ın gözleri mahzunlaşmıştı. Arşen Lüpen’in sahiden yaşamamasına bir akrabası ölmüş gibi üzülüyordu.
- Hem daha sen pek küçüksün, Can™ On yaşına yeni bastın... Bu meşhur adamları tanımak için insan hiç olmazsa yirmi yaşına gelmiş, lise tahsilini bitirmiş olmalı. O da yetmez ya~ Gel beraber çalışalım™ Becerirsek beş lirayı paylaşırız.
- Olur abla.
İki kardeş yarım saatten fazla uğraştılar. Nafile Tanınan büyüklerin sayısı bir türlü sekizden yukarı çıkmıyordu.
- Bu kadarını göndersek, acaba mükâfatın yarısını verirler mi?
Kız, Çan’ın yanağına bir fiske vurarak güldü:
- Aptal, hiç böyle şey olur mu?
- Şimdi bu kadar çalıştığımız boşa mı gidecek?
Ablanın gözleri birdenbire parlamıştı:
- Aklıma bir şey geliyor, dedi; yukarıda ağabeyimin misafirleri var. Hepsi iyi tahsil görmüş koca koca gençler... Galiba bir tanesi de Avrupa’da okumuş... Bunlar, zamanın büyüklerini mutlaka tanırlar... Mükâfatı kazandık Can...
Çocuklar, ellerinde resimli mecmua ile salona girdikleri zaman misafirler o günkü meraklı maçlardan bahsediyorlardı. Fakat, küçük Janoyu hepsi severdi. (Çan’ı ailenin yakınları Jano diye çağırırlardı. Bu, gerçi adlan kısaltma kaidesine ay-kın olarak Çan’dan daha uzundu ama, kulağa daha hoş geliyordu.)
Misafirler, Janoyu öpüp sevdikten sonra, onun hatırı için üç beş dakika ciddî münakaşalarını bırakmaya razı oldular ve masanın etrafına toplanarak resimleri tetkike başladılar.
Çocuklar sekizden yukarı çıkamamakta haklıydılar. Müsabaka pek çoluk çocuk işi bir şey değildi. Buradaki meşhurları tanımak için yirminci asn inceden inceye tanımış olmak lâzımdı.
Fakat misafir bayanlar, baylar, ateş gibiydiler maşallah™ Resimleri bir bakışta tanıyorlardı:
- Rejisör Sesif B. dö Mil.
- Lindberg’in çocuğunu çalan Hoptman.
- Amiral Balbo.
Yalnız bunların arasında kara sakallı, uzun kabarık saçlı bir adam vardı ki, çehresi kimseye bir şey söylemiyordu. O da bilinse, seri tamam olacak. Mükâfat kazanılacaktı.
Fakat bütün bu okuyup yazmış insanlar, bir türlü onu bulup çıkaramıyorlardı.
Mecmua, ya okuyucularına bir azizlik etmek, veya bilmeceyi bilinmez bir şekle sokarak mükâfat parasının üstüne oturmak istemiş olacaktı.
Bayanlardan biri, derin bir düşünceden sonra:
- Buldum galiba, kanlarını yakan meşhur mavi sakal Landru olacak.
Fakat bir başkası derhal itiraz etti:
- Yanılıyorsunuz, Landruyu tanının. Daha zayıftır. Saçlan hafifçe dökülmüştür. Sivri ve hassas bir burnu, acayip bir ağzı vardır. Nerede onun esrar, zehir ve ateş dolu gözleri, nerede bu. Bu çehre için kendini göz göre göre ocakta yaktıracak babayiğit kadın nerede?
Misafirler haykıra haykıra gülmeye başladılar.
Kahkahalar, salonun bir köşesinde kendi kendine uyuklayan bunak amcayı uykusundan uyandırmıştı.
O, bir şey anlamadan gülenlere bakıyor:
- Ne var, ne oldu? Bana da söyleyin! diyordu.
Bunak amcaya bu dâvayı anlatmak deveye hendek atlatmak demekti.
Gençlerden biri:
- Orda on dört resim var, dedi-, on üçünün kim olduğunu bildik, on dördüncüyü bilemiyoruz.
- Bana da bir gösterin bakayım. Belki tanırım?
Misafirler tekrar makaraları koyuvermemek için kendilerini zor zaptettiler. Bunak amca yerinden kalkmış, masaya yaklaşmıştı. Gözlüğünü takarak resimlere eğildi:
- Hangisi bakayım, dedi... Şu mu? Tanıdım. Ben Gelibolu’da mektep çocuğu iken ölmüş, Namık Kemal diye bir adamcağızdı.

Reşat Nuri GÜNTEKİN