Makale

DİYANET İSLERİ BAŞKANLARININ KALEMİNDEN NASIL BİR DİYANET?

Yayına Hazırlayan: Halil KAYA

DİYANET İSLERİ BAŞKANLARININ KALEMİNDEN

NASIL BİR DİYANET?

Prof. Dr. Mustafa Said YAZICIOĞLU

DİYANET İşleri Başkanlığını tanımak ve halkımızı bu konuda daha iyi aydınlatmak için başlattığımız yazı dizisinde; Teşkilatımızın kuruluşunu, tarihi geçmişini ve bu dönemlerdeki etkinliklerini anlatmaya çalıştık.
Bu bölümde hayatta olan Diyanet İşleri Başkanları’nın kaleminden, başkanlıkları sırasında yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını, yapamadıklarını aktarmak istiyoruz. (Halen Antalya’nın Elmalı ilçesinde ikamet eden Sayın İbrahim Bedrettin ELMALI ile ise rahatsızlıklarından dolayı mülakat yapamadık. Kendisine sağlık ve afiyetler diliyoruz.)
Diyanet İşleri Başkanları:
VATANDAŞIN DİYANETTEN BEKLENTİLERİ
DİYANETİN TEŞKİLAT KANUNU
DİYANETİN PROTOKOLDEKİ YERİ
DİYANETİN TEŞKİLAT YAPISI
DİN GÖREVLİLERİNİN EĞİTİMİ
DİYANETİN ÖZERKLİK MESELESİ konularındaki görüşlerini dergimize açıkladılar.
Aynen yayınlıyoruz.

Diyanet İşleri Başkanı olarak, insanlarımızın İnançlarının gereğini yerine getirmede ve bu bağlamda sosyal hayatlarında karşılaştıkları zorlukları aşmada sizden ne istiyorlar? Neler bekliyorlar? □ İnsanlarımız Diyanet İşleri Başkanlığından, Yüce İslâm dininin en doğru ve güvenilir biçimde kendilerine anlatılmasını, öğretilmesini istemektedir. Bugün dinî konulardaki problemlerin çözümü, Diyanet İşleri Başkanlığından istenmekte ve beklenmektedir. Bu beklentilere cevap verebilmek, şüphesiz çok iyi yetişmiş uzman kadrolara ihtiyaç hissettirir. Gelişen teknoloji ister istemez insan hayatını her yönü ile etkiliyor. Yeni ihtiyaçlar, yeni durumlar ortaya çıkıyor. Daha önceleri gündeme gelmeyen, toplumun gelişmesi ile ortaya çıkan problemlerle karşılaşılıyor. Sigorta gibi, borsa gibi yeni kavram-ların, dinî bakımından hükümleri haklı olarak merak ediliyor, bilinmek isteniyor.
Din, insanların dünya hayatını tanzim edip, ebedî olan ahiret mutluluğunu sağlamayı hedef alır. Dolayısı ile, ortaya çıkan her yeni durum değerlendirilip, dinî yönden insanlarımızın bu tür ihtiyaç ve problemlerine çözüm getirilmesi gerekiyor. Diyanet’in esas fonksiyonu bana göre burada aranmalıdır.
İslâmiyet, değişmeyen katı kurallar manzumesi değildir. Dinde değişmeyen, genelde inançla ilgili esaslar Kurân-ı Kerîm’de net olarak tespit edilmiştir. Bunun dışında, yaşayan bir olgu olması itibarı ile, sosyal hayatta ortaya çıkan problemlere cevap verilmesi, başka bir ifade ile, içtihat müessesesinin çalıştırılması zarureti ortadadır. Yoksa insanların sıkıntı ve problemlerine cevap verilemez; bu durum da buhranlara sebep olur.
Bu zorlukların giderilmesi konusunda mevzuat yeterli mi? Ciddi ve kalıcı bir hizmet için nasıl bir mevzuat uygulanmalı?
Mevzuatının her yönü ile yeterli olduğu bir müessese ben düşünemiyorum. Mevzuatlar, işlerin uygun bir şekilde ve belli esaslar çerçevesinde yürütülmesini temin maksadı ile oluşturulur. Ancak çoğu zaman da yöneticilerin elini kolunu bağlar. Bu bakımdan önemli olan, engellerin aşılması ve hizmette geri kalınmadan beklenenin verilebilmesidir. Mevzuat hedefe varmaya engel ise, değiştirilmesi, günün şartlarına uygun hale getirilmesi esastır.
Sizce, Diyanet İşleri Başkanı ve İl İlçe müftülerinin protokoldeki yeri ve statüsü nasıl olmalı?
Diyanet İşleri Başkanı ile, il ve ilçe müftülerinin protokoldeki yerinin, olması gerektiği gibi olduğu kesinlikle söylenemez. Konuyu ben iki yönlü düşünüyorum.
Öncelikle yapılacak bir mevzuat düzenlenmesi ile, protokol işinin düzenlenmesi, söz konusu makamların, manevî otoriteleri ile mütenasip bir yer tahsis edilmesidir.
İkinci ve bana göre daha önemlisi, müessesenin kendisi ile ilgilidir. Çeşitli vesilelerle şunu ifade etmeye çalışıyorum. Başkanlığın 80 bin personelinden, görevi ne olursa olsun, her kademedeki görevlinin, görev yaptığı köyde, kasabada, şehirde toplum üzerindeki sevgisi, saygınlığı ve insanların gönlündeki yeri, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türkiye genelindeki saygınlığını, otoritesini ve yerini belirler. Bence asıl olan bu yöndür; varılması gereken hedef de bu olmalıdır. Ama bunun yanında yasal bir düzenleme ile mevcut duruma da bir çözüm getirilmesi gereğine de yukarıda işaret etmiştim.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fonksiyonlarını tam olarak yerine getirebilmesinde mevcut teşkilât yapısı yeterli mi?
Bence sorularınızın en can alıcı olanı bu olsa gerek. İlk sorunuzda, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan, insanımızın beklentilerinin neler olduğu noktasına kısaca temas etmiştim.
Buna ilâve olarak şu tespite sanırım herkes katılın Dünya ve onun bir parçası olan Türkiye, çok hızlı bir değişime ve gelişmeye sahne oluyor. Yanı başımızda bloklar altüst oluyor. Türkiye’nin bu gelişmelerden etkilenmemesi mümkün değil. Bir de ülke içinde hızlı bir gelişme ve değişmeye şahit oluyoruz. Zaman içerisinde insanlarımızın değer yargılarının da değiştiğine şahit oluyoruz.
Şuna samimiyetle inanıyorum ki, cami ile sınırlı klâsik hizmet anlayışı, ifade etmeye çalıştığım, Türk insanının beklentilerine cevap vermekten uzaktır. Bu kısa tespitten sonra soru-nuzu iki açıdan cevaplamaya çalışayım.
Öncelikle şu düşüncemi açıklıkla ifade etmek durumundayım. Diyanet İşleri Başkanlığı mevcut yapısı ve statüsü ile Türk toplumunun ileriye yönelik beklentilerine cevap vermekten uzaktır. Dolayısı ile hem teşkilât yapısı gözden geçirilmeli, hem de statüde köklü değişiklikler yapılmalıdır. Böylece sadece camiye hap-solmayan, toplumla iç içe, insanımıza en iyi hizmeti sunacak, yeni bir hizmet anlayışına ihtiyaç vardır.
İkinci olarak ilâve edeceğim husus, statüde ve hizmet anlayışındaki bu değişikliğin kimlerle yapılacağı, yani istihdam edilen personelle ilgilidir. Her şey insan unsuruna bağlıdır. Nazik, hassas, çok önemli ve sosyal bir hadise olan din hizmeti, her yönü ile, bilhassa meslekî alanda çok iyi yetişmiş elemanlar eli ile ancak verimli olabilir. Yapımız veya statümüz ne kadar iyi ve mükemmel olursa olsun, istihdam edilen elemanlar, insanımızı her yönü ile tatmin etmekten uzak ise, sonuç almak imkânsız olur.
Özellikle 19-20 yaşlarında İmam-Hatip olan gençlerimizin görevlerini başarıyla yerine getirebilmeleri, cemaatle bütünleşmeleri ve bulundukları ortama Kendilerini kabul ettirmeleri hususunda sizce nasıl bir sistem geliştirilmeli? O Teşekkür ederim. Bu soru, yukarıda izah etmeye çalıştığım hususları tamamlama fırsatı verecek.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nda istihdam edilen 80 bin personelin yaş ortalaması 30’ların biraz üstündedir. Bu, görüldüğü gibi çok genç bir kadronun istihdam edildiğini gösterir. 50 bin civarındaki İmam-Hatip Lisesi mezunu cami görevlisinin yaş ortalaması ise 24-25’dir.
Söz konusu hizmet, meslekî ağdan çok iyi yetişmiş ve belli bir tecrübeye sahip olmakla ancak yerine getirilebilir. Tecrübe de, ancak olgunlaşmakla ve zaman içinde elde edilebilir.
Her zaman, her vesile ile tekrarladığım bir hususu, burada kısaca, bir defa daha ifade etmem gerekiyor. 80 bin kişilik personel içinde, 50’bine yakın İmam-Hatip Lisesi mezunu genç İmam-Hatip var. Başkanlığın ana hizmeti bu elemanlarca yürütülüyor. Türkiye’nin geldiği şu noktada, en ücra köyde görev yapan din görevlisi, mutlaka daha bilgili, tecrübeli ve yetenekli olmalıdır.
Toplumla bütünleşip, bulundukları ortama kendilerini kabul ettirmeleri için, düşüncelerimi yine iki ağdan ifade etmek istiyorum.
1- Bir defa en önemli unsur insandır. Her şeyden önce istihdam ettiğimiz görevlilerimizi tahsil seviyeleri bakımından takviye etmemiz gerekmektedir. Bunu sağlamak için, bilindiği gibi, uzun zamandır büyük gayretler içerisindeyiz. İki safhalı bir proje düşünülmüştür. İlahiyat Fakülteleri bünyesinde kurulan, İlahiyat Meslek Yüksekokulları devreye girmiştir. İmam-Hatip Lisesi çıkışlılara açık 2 yıllık bu yüksekokullardan ikisi, ilk mezunlarını basan ile vermişlerdir. Üçüncü Yüksekokul, Erzurum / Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesine bağlı olarak Erzincan’da öğretime başlamak üzeredir. Bunların bütün İlahiyat fakülteleri bünyesinde açıl-ması ve kısa bir geçiş döneminden sonra, 4 yıllık pratiğe yönelik eleman yetiştirmek üzere teşkilatlanmaları, artık bir zaruret haline gelmiştir.
Bu projenin tamamlayıcısı olmak üzere, Açık öğretim imkânı düşünülmüş ve gerekli müracaatlar yapılmıştır. Böylece bir yandan Yüksekokullarla, diğer yandan Açık öğretimle, 50 bin kişilik 20-25 yaş ortalamasına sahip, eğitilebilir, eğitim için istekli, arzulu ve hazır bu kitlenin eğitim seviyesi hızla yukarılara çekilecektir. Bu projenin müspet olarak gerçekleşe-ceğine olan inancım tamdır.
Böylece hem bilgi, görgü ve birikim açısından bir iyileşme sağlanacak hem de İmam-Hatip İlkokul öğretmeni seviyesine çıkmış olacaktır. Bozulan bu denge yeniden düzeltilecek toplum kalkınması daha dengeli ve ahenkli gerçekleşebilecektir.
Bunun dışında, mevcut eğitim merkezlerindeki hizmet içi eğitimin, kalitesi ve süresi artırılarak devam edecektir.
2- Eğitimle ilgili bu hamleler yeterli midir? Elbette okul ve diploma, her şeyi çözmek için yeterli değil. Burada çok önemli gördüğüm başka bir hususa kısaca temas etmek istiyorum.
Din görevi, özelliği olan, başka görevlere pek benzemeyen hususiyetler ihtiva eder. Bir defa bu işe gönüllü olmak gerekir; yapı ve mizaç olarak uygun vasıflara sahip olmak esastır.
Bilindiği gibi din görevlisi de memurdur. Ancak bu görev, klâsik memur zihniyeti ile yapılırsa, çok başarılı olunması mümkün değildir. Din görevlisi memurdur; ancak yapağı görev icabı, çok daha değişik bir hizmet anlayışına sahip olmalıdır. İhlâs ile ve çok daha içten gelen samimi bir hizmet anlayışı benimsenmedikçe, başarılı olunamaz. İşin bu yönü de, en az eğitim kadar, hatta ondan daha önemli olarak görünüyor bana.
Bu şekilde bir görev anlayışına sahip, biraz önce ifade etmeye çalıştığım gibi, tahsil yönünden belli seviyeye gelmiş, belli tecrübe kazınıp olgunlaşmış görevlilerin, insanımızla bütünleşip, görev yaptıkları ortamda, kendilerini her yönü ile kabul ettirmeleri çok daha kolay olacaktır.
Zaman zaman çeşitli basın organlarında ve toplantılarda gündeme gelen Diyanetin özerkliği konusunda görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?
Diyanet’in özerkliği zaman zaman kamuoyunda tartışılmaktadır. Konu Türkiye’deki laiklik uygulaması ile de yakından ilgilidir.
Diyanet’in idari ve ilmî özerkliği ideal bir çözüm olarak görülebilir. Ancak Türkiye şartlarında, ne ölçüde geçerli ve başarılı olabileceği, ayrı bir tartışma konusudur. Konu kamuo-yunda tartışıldıkça, Türkiye’nin gelişmesine paralel olarak, istenen mecraya oturacağına ben inanıyorum.
Yukarıdaki sorularınızdan birine cevap verirken kısmen değinmiştim. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan, 2000’li yıllarda beklenen görevlerin, hakkı ile yerine getirilebilmesi için yapıda ve statüde mutlaka değişiklikler yapılması gereklidir. Siyasetten olabildiğince arındırılmış, şu andaki statüsünden daha özerk bir yapıya kavuşturulmadıkça, bekleneni vermesi mümkün olmaz kanaatindeyim.
Bu, klâsik lâiklik tarifinin de, daha gerçekçi hale getirilmesi demektir. Genelde "Dinin devlet işlerine, devletin de din işlerine karıştırılmaması" şeklinde tarif edilen, ancak bir yönü işlemeyen, başka bir ifade ile tek yönlü işleyen bu uygulama, böylece daha gerçekçi ve tutarlı bir zemine oturtulmuş olacaktır.
Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, devlet yapısı içinde yer alan, ancak siyasetten arındırılmış, daha bağımsız bir yapı, ülkenin şartlarına daha uygun düşer kanaatinde-yim.
"Nasıl bir statü" konusu tartışılmalıdır. Net olarak cevaplandırması çok zordur. Müspet ve yapıcı manada tartışılması gereken bir konudur. Ben Türkiye’de demokrasinin ve toplumun gelişmesinin, bu konunun çözümüne katkıda bulunacağına inanıyorum.
Şunu da ilâve edeyim: Türkiye, Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilâtı ile, İlahiyat Fakülteleri, şimdi İlahiyat Meslek Yüksekokulları, İmam-Hatip Liseleri ve Kur*an kursları ile İslâm dünyasında örnek ülkedir. Bu kuruluşlar, gerek yapı ve gerekse sayı bakımından başka hiçbir ülkede bu seviyede yoktur. Zaman zaman Türkiye’ye gelerek bu müesseseleri inceleyen heyetler, Türkiye’nin bu alanlarda aldığı mesafeyi gıpta ile izlemektedirler.
Buna rağmen biz, kendi içimizde otokritiğimizi yapıyoruz. Sıkıntılar vardır. Daha iyisini ve mükemmelini bulabilmek için, olumlu ve yapıcı tenkit mutlaka yapılmalıdır.
a.s.m.


Dr. Tayyar ALTIKULAÇ

"Asıl hedef insanı bulmak ve yetiştirmektir."
GENELDE şu iki problemi, sürekliliği olan, istek ve şikâyetler arasında hatırlamak gerekir. Bunlardan biri hanımların başörtüsü meselesi, diğeri ise cuma namazını kılmakta yer yer karşılaşılan zorluklardır. Dinî bir inanışın gereği olarak başını örten kadına devletin müdahalesi vatandaşa çok ağır gelmiş, bunu bir türlü hazmedememiştir. Bu meselede Diyanet İşleri Başkanlığı vatandaş karşısında zor duruma düşmüş, ilgilileri ikna etmekte de başarılı olamamıştır. Cuma konusu ise öteden beri süregelen bir sıkıntıdır. İdarecilerin hoşgörülü davranmaları sayesinde cuma namazını kılmak isteyen memur ve işçiler pek çok yerde bu farizalarını yerine getirebilmekte ise de, yer yer ve dönem dönem ortaya çıkan reaksiyon er ve anti laik tutumlar yüzünden anayasanın çiğnenmesi pahasına aksilikler eksik olmamaktadır. Okullardaki gençlerin cuma namazına gidememeleri (veya gönderilmemeleri) ise sanki kural haline gelmiştir. Ders programlan buna izin vermemekte, bazı yüksek okul ve fakültelerde ise günlük ders programlarının esnek şekilde uygulanması imkânlarının mevcudiyetine rağmen bilhassa cuma saatine ders konmaktadır. Bundan daha garip olan da bu masum istek ve ihtiyacı dile getirmenin, bazı çevrelerce laikliğe aykırı görülmesidir. Hâlbuki laikliğe aykırı olan, dinî inançlarını yerine getirmek isteyenlere engel olunmasıdır.
Mevzuat meselesine gelince, o günün mevzuatı ile bugünün mevzuatı arasında önemli bir fark olduğunu sanmıyorum. Mesele, bu söylediklerimiz açısından mevzuat meselesi de değil kanaatimce. Mevzuattan önce kafaları değiştirmek gerekir. Mevzuat ne diyor? Memur, işçi, öğrenci. İstese de cuma namazı kılamaz mı diyor? Hayır. Aksine, anayasa dinî inançların yerine getirilmesini teminat altına almış. Ama kafaları henüz değiştiremediğimiz için sıkıntıyı çekmeye, kavram kargaşalarını yaşamaya devam ediyoruz.
İl ve ilçe müftülerinin protokoldeki yerlerinin mülkî âmirden hemen sonra gelmesi gerektiği kanaatindeyim. Buna hiçbir engel bulunmadığı gibi, böyle bir değişikliğin yapılması halkımızı da son derece mutlu edecektir. Diyanet İşleri Başkanına gelince, Başkanlık, genel idare içinde yer aldığı ve Başbakanlığa bağlı olduğu sürece, sanıyorum Diyanet İşleri Başkanı Başbakanlık müsteşarının önüne geçirilemeyecektir. Ancak Başkanlık, "Başbakanlığa" değil, yapılacak kanun değişikliği ile "Başbakana" bağlı hale getirilirse çok daha önlerde kendisine yer verilebilir. Verilmelidir de. Başbakanlık müsteşarının çok gerilerinde bırakılması ise çok yanlış. Ne yazık ki bu hatalı uygulama yıllarca sürdürülmüş, Diyanet İşleri Başkanı, Bakanlık müsteşarının da gerisinde tutulmuştur.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın teşkilâtın yapısında hizmet fonksiyonlarının yerine getirilmesi açısından önemli eksiklikler olduğunu sanmıyorum. Geçirilen tecrübelerin ışığında bazı reorganizasyonlara elbette gidilebilir. Kanaatimce bu konuda önemli olan, yetişmiş insan unsurudur. Asıl hedef bu insanı bulmak, bu insanı yetiştirmek olmalıdır. Mesele sistem meselesi değildir. Bu konuda alınacak en önemli tedbirler genç İmam-Hatiplerin eğitimi ve özellikle pratik noksanlıklarının giderilmesiyle ilgilidir. Sıkıntı ve halkla zaman zaman görülen uyumsuzlukların temelinde bu eksiklik vardır. Başkanlığın bütçe ve benzeri imkânsızlıklar sebebiyle kendi eğitim merkezlerini yılın yansında boş tutması üzücüdür. Bu merkezler harıl harıl çalıştırılmalı, öğretmenleri için kurs ve seminerler düzenleyerek gerek bu elemanlar, gerekse onların eğiteceği gençler daha faydalı hale getirilmeye çalışılmalıdır.
Her konuda olduğu gibi özerklik konusunda da hayalci olmak yerine gerçekçiliği seçmek zorundayız. Bugünkü Türkiye şartlarında "özerk bir Diyanet" yerine "kaygan zeminden kurtarılmış bir Diyanet" üzerinde durmalıyız. Hiç şüphem yok ki bugünkü Diyanet gerçekten kaygan bir zemin üzerinde bulunmaktadır. Büyük sorumlulukları olan ve nazarî olarak geniş yetkileri de bulunan bir Diyanet İşleri Başkanı’nı bakan seviyesinde siyasî bir makama bağlı ol-ması, onun geniş yetkilerini gerçekten nazarî planda kalmaya mahkûm etmekte, bu da ilgili Devlet Bakanı ile Başkanlığın ilişkilerinde arzu edilmeyen gerginliklere yol açmaktadır. Başkan’ın, başını dik tutmasını gerçekten zorlaştıran mevcut sistem mutlaka değiştirilmeli, Başkanlık asgarî çözüm olarak "Başbakana bağlı" hale getirilmelidir. Başkanın seçimi ise, mut-lak bir siyasî tercihle değil, teşkilâtın ağırlıklı bir şekilde temsil edileceği yüksek bir kurul yoluyla olmalıdır. Görevden alınması için de benzer prosedürler uygulanmalıdır. Batı Trakya’daki müftülerin halk tarafından seçilmesini savunan devlet anlayışımız, Diyanet İşleri Başkanı için bu asgarî çözümü de makul saymalıdır. Şunu da belirteyim ki ben bu görüşlerimi bugün söylüyor değilim. Dün, görevde iken de aynı şikâyetlerimi ve düşüncelerimi çeşitli vesilelerle dile getirdim. En yüksek makamlarda da ifade ettim.
A. Serdar MÜFTÜ OĞLU



Prof. Dr. Süleyman Ateş
"İmam, halka önder insan demektir.."

DİYANET İşleri Başkanlığı, halkımızın güvendiği bir kuruluştur. Halk, en çok güvendiği bu kuruluşun yalnız imam, vaiz, müftü gibi din görevlilerinin tayin ve nakliyle uğraşan bir kuruluş olmanın üstüne çıkıp eğitim ve kültür faaliyetlerinde, Hayri işlerde de etkin rol almasını bekler.
1970 li yıllarda Kuran kursları ve bir iki Eğitim Merkezi, vardı ama bunlar, ihtiyaca cevap verecek sayı ve kapasitede değildi. Fakat, yine de bu müesseseler önemli eğitim hizmetleri yapmakta idi.
1977 yılına gelinceye dek Diyanet İşleri Başkanlığı, hayrî faaliyetlere katılma imkânına sahip değildi. Benim Başkan olduğum sırada (1977 yılında idi) Van Muradiye’de ve o yörede büyük bir deprem oldu. Kurban Bayramı arefesinde idik Diyanet’i de Kızılay gibi, hatta ondan da etkin bir hayır kurumu haline getirmeyi düşünüyordum. Çünkü ânı bir felâket durumunda Başkanlığımız bir yardım imkânına sahip değildi. Açtığımız bir kampanya ile halkı, Diyanet vasıtasıyla felâketzedelere yardıma çağırdım. Kampanyamız büyük ilgi gördü ve o zamanın parasıyla, kısa zamanda 43 milyon lira civarında bir yardım geldi. Bu yardımlar, süratle, kurban olarak, gıda olarak, giyecek ve para olarak yerlerine ulaştırıldı. Böylece Diyanet yoluyla başlatılan yardım kampanyalarının çok başarılı olacağı ortaya çıktı.
Döner sermaye imkânlarıyla yürütülen neşriyat sınırlı idi. Bunun da geliştirilmesine çalışılmıştır. Bunun için finans gerekirdi. Bu finans, Diyanet Vakfı ile sağlanmıştır. Bu vakfı biz kurmadık ama gelişmesi için hayli çabamız ve katkımız olmuştur. Tabii Din İşleri Yüksek Kurulu fiilen yoktu. Bu iş, daha ziyade raportörler aracılığı ile yürütülüyordu. Bu kuruluşun oluşturulması, o zaman mevcut kanun göre güçlüklere maruz kalmıştı.
Haç İşleri tamamıyla şirketler tarafından, kontrolsüz, başıboş yürütülüyordu. Hacılarımız, Hicaz’da çok perişan durumda kalıyorlardı. Bu işi, bazı İslâm ülkelerinde olduğu gibi resmî yoldan tanzim etmeyi düşünmüş ve 1977 yılında ilk defa Diyanet vakfının finansmanı ile dokuz otobüslük bir Hac kafilesi düzenlemiş, son derece başarılı olmuştuk. Bizden sonra yapılan yasal değişikliklerle Haç İşleri, Diyanetin tanzim ve denetimine bırakıl-mıştır.
0 günün yasaları Diyanetin karşılaştığı zorlukları tamamen aşmaya yeterli değildi. Bunların aşılması için bazı yasal değişiklikler ve düzenlemeler yapılması zorunlu hale gelmişti. Sanıyorum, Diyanet Teşkilat yasasında hayli iyileştirici düzeltmeler olmuştur.
Kanaatimce Diyanet İşleri Başkanlığı, mevcut yasalara göre kurulmuş siyasi gruplardan, cereyanlardan uzak olmalıdır. Başkanlığın, bir siyasî grubun tekeline girmesi, kanunun, bu kuruluşa olan güvenini sarsar.
A) Bunun için Diyanet İşleri Başkanı, bir müsteşar veya genel müdür gibi siyasilerin ataması ile değil, Papalık seçimine benzer bir seçimle iş başına gelmelidir. Birkaç yılda bir yenilenmesinde fayda gördüğüm bu seçimin, şöyle bir yöntemle yapılmasını öneririm:
Mevcut müftüler tarafından seçilecek 20 temsilci müftü-, hayatta olan eski Diyanet İşleri Başkanları-, Dinî Yüksek Okulların veya Fakültelerin seçeceği ikişer öğretim üyesi (profesör) tarafından oluşacak seçim heyetinin seçeceği iki veya üç kişi, doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanır. Böylece Diyanet İşleri Başkanı, siyâsî etkilerden büyük ölçüde uzak kalabilir.
B) Benim zamanımda ve benden önce Diyanet İşleri Başkanlarının protokoldeki yeri, çok gerilerde idi Bunun düzeltilmesi için başyazılarını yazdığım Diyanet Gazetesinde "Baş-bakana Açık Mektup" başlıklı bir yazı yayınladım. Bu yazıda, Diyanet İşleri Başkanlığı ile Genel Kurmay Başkanlığının, vaktiyle birer bakanlık iken, bu kutsal kuruluşların, siyaset üstü olması için, aynı gerekçe ile Başbakanlığa bağlı birer kuruluş haline getirilmiş olduğunu; kanun gerekçesinde önce Diyanetin, sonra Genel Kurmay Başkanlığının anıldığını; şimdi Genel Kurmay Başkanının protokolde Başbakandan sonra geldiğini; oysa Diyanet İşleri Başkanının, normal genel müdürlerin de birçoğundan geride olduğunu anlattım ve durumun düzeltilmesini istemiştim.
Gerçi bu mektubum, o zamanki iktidar tarafından uygun bulundu ve bu yönde faaliyetlere girildi ama daha sonra bu mektup, iktidar değişmesiyle, aleyhimde dava açılması için aranan bahanelerden biri olmuştu. Her-şeye rağmen ben, yine de Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanının protokoldeki yerinin yükseltilmesi gerektiğine inanıyorum. Yükseltilecek olan, bir kişinin şahsı değil, makamdır. Yoksa kişiler değişir. "Buna çerh-i kühen derler, ne sen bakî ne ben bakî."
Diyanet İşleri Başkanlığı, mevcut yasa ile de büyük işler başarmıştır ve başarmaktadır, önemli olan, yasadan çok, yasayı uygulayacak yetişmiş, ehil insandır. En iyi kanunlar dahi iyi uygulayanlarla başanlı olur. Uygulayanlar ehil değilse, kanun değiştirmenin bir yaran olmaz. Ebû Hanıfe’yi dövüp zehirleyerek öldüren, Ibn Han-bel’i dövüp hapseden, Ibn Teymiyye"yi zindanlarda çürüten, Şafiî’yi Mısıra kaçmağa zorlayan insanlar, şeriat kanunlarını, Kuran hükümlerini uyguladıklarını iddia ediyorlardı.
Ben, kanunda temel değişiklikler yapılmasını gerekli görmüyorum. Ancak Başkanın seçimle gelmesi hususu müstesnadır.
İmam Hatip Liselerinden mezun olan 19-20 yaşlanandaki gençlerin, köyde, kentte temel din görevi olan imamlığa getirilmesi kanaatimce sakıncalıdır. Gençliğin deli çağında olan bu insanlar, olgunluk isteyen bu mesleğe atanmadan önce amelî bir eğitimden, ya da bir staj devresinden geçirilmelidir.
Din adamlığı, belli kurallarla Kur’an veya mevlid okumaktan ibaret değildir. İmam, halka önder insan demektir. Bundan dolayı imamın, vaizin ve müftînin, her haliyle dini yaşaması, sivri duygularını ma’nevî eğitimle törpülenmiş, bencillikten uzaklaşmış, hoşgörü ruhunu almış, olgunlaşmış insan olması gerekir. Kuran, en büyük din lideri için: "Eğer Allah’ın rahmeti sayesinde sen, insanlara yumuşak davranmayıp katı kalbli, kaba biri olsaydın, insanlar çevrenden dağılıp giderlerdi" buyurmuştur.
İmam, vaiz adaylarını, Kurân’ın çizdiği bu hoşgörü ruhuna ve olgunluğa eriştirebilmek için bu kişilerin, en az iki-üç yıl, sakin yerlerde kurulacak eğitim tesislerinde, gerçekten olgun eğitimcilerin gözetimi altında amelî bir eğitimden geçirilmeleri gerekir. Tâ ki kesif eğitim altında rehberlerin yüksek ahlakını alsınlar ve rehberliğe hazırlansınlar. Batıda papazlar böyle yetiştirilir. Bizde de dervişler böyle yetiştirilirdi. Bu eğitim merkezlerinin adı da ribât idi. Sonra zaviye, tekke adını almıştır. Gazâlîler, Mevlânalar İsmail ve İbrahim Hakkı gibi rehberler hep böyle eğitim merkezlerinden geçmiş, bu olgunluğa, yaşayarak ulaşmış insanlardır. Bundan dolayı da kalıcı olmuşlardır. Ama nice kuru softa da gelmiş, çevresine gazap kusmuş, insanlara sevgi yerine kin ekmiş, hakikat yerine batıl şeyler öğretmiştir. Bugün va’z kitapları bu batıl düşüncelerle, hikâyelerle dolmuştur. Bu tür hikâyelerle bu milleti avutmak, fayda değil, zarar getirir. İnsanları ileri değil, geri götürür. Ruh temizliğine değil, dini şekillerde aramaya sevk eder.
Allah’ın nazargâhı kalbi düzeltme yerine, insanların bakacağı şalvar ve benzeri kılık kıyafet düzme ile uğraştırır. Oysa bu görünenler çürür. Çürümeyip insanla beraber gelecek olan ne şalvardır, ne sakal-, kötü duygulardan arınmış kalb, yani ruhtur. "Ancak Allah’a selâm (arı) kalb getiren yarar görür."
Bir de özerklik meselesi var. Ben, Diyanet İşleri Başkanlığının, özerk olması taraflısıyım. Ama bugün, Türkiye’de dini teşkilât, siyasetin etkisi alandadır. Son zamanlarda ise mantar gibi biten dinî gruplar, zaten kendi kendilerini özerk diyanet örgütü haline getirmektedirler. Diyanetin de böyle bir grup haline dönüşmesinden endişe duyduğum için şimdilik mevcut statünün korunmasını uygun buluyorum. Şayet ileride din adamları, siyasetin üstüne çıkabilecek olgunluğa ve geleneğe ulaşırlarsa, elbette o zaman Din Teşkilatının, tamamen özerk, bağlılarına kendi bütçesinden maaş veren, etkili bir manevi kuruluş olmasını arzu ederim.


Dr. Lütfi DOĞAN
"Kemiyetten çok keyfiyete değer verilmeli...."

BİLİNDİĞİ üzere Başkanlık: , yüklendiği sorumlulukları ve görevleri, din görevlileri, müftü, vaiz, imam-hatip ve müezzinlerle yerine getirir. İslâm Dininde bu din görevlileri, "din hizmetleri sınıfı" diye dokunulmaz, ruhbani kişilikleri ile değil; ancak âlim, ibadetlerindeki ehli-yet, güzel ahlâk ittikalarıyla seçkin.toplumda yorumlarını bu dini görevlere ayırmış kişilerdir. İbadette önlerine geçtikleri-, öğütleri, vaazları ile uyardıkları, eğittikleri Müslümanlardan, cemaatten kesin hatlarla ayrılmazlar; İslâmî sorumlulukları birlikte yüklenirler. Bundan ötürü, din görevlilerinin her davranış ve tutumuna cemaati da katılır ve onu gözler. Onun haliyle hâllenir. Bundan ötürü tüm din görevlileri örnek kişiler, önderlerdir. Ayrımsız, tüm müminlerin, Allah (cc) yolunun özverili yardımcılarıdır. İslâm’ın gerçeklerinin özümsenmesinde, ibadetlerin yerine getirilmesinde, Yüce Peygamber ahlâkının ve sevgisinin yaşatılmasında en yakın rehberidir. Din görevinin ve hizmetlerinin insana bu yakınlığından ötürü müminlerin, insanlarımızın manevî, dinî, inanç, ibadet, ahlâk ve sosyal her çeşit konularının çözümlenmesinde doğrudan başvurdukları görevlilerdir. Yalnız dinî konular değil, çözemedikleri sosyal, ilmî, sorunların her çeşidini sormaktan çekinmezler.
İnsanlarımız, din hizmetindeki görevlilerin açıklama ve yorumlarına, telkin, vaaz ve öğütlerine tartışmasız bağlıdırlar.
Sosyal ve dinî hayatta, müminlerin tek otoritesi, tartışmasız din görevlisi ve onların bağlı olduktan Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Nitekim Diyanet İşleri Başkanı olarak her gün bana gelen dinî sosyal ve öteki konulardaki soruların bir sosyolog ve bilim adamından değer-lendirilmesini, çeşitlerini tesbit etmesini rica ettim. (1) Verdiği sonuç aynı doğrultudaydı. Başkanlığın her karan ülkemiz mümininin belgesi, sözü onun özünü harekete getiren vecdidir.
Bundan ötürü, Diyanet İşleri Başkanlığının en ince ve öncelikli işi, müminin imam-hatibe, müftü ve vaize, din bilginine içten, manevî bağını sarsmayacak böyle mübarek bir gö-revde, kendini, hayatını adayan insanların her bakımdan güçlendirilmesi, desteklenmesi yaşama şartlannın kolaylaştırması, ıslâmî ve ilmî bilgi ve kültürlerinin beslenmesi, güven verici saygın bir ortama yükselülmesi gerekmekteydi
Bu nedenle. Diyanet İşleri Başkanlığı, Diyanet mensuplarının ve özellikle din görevlilerinin özlük haklarının ve kadroların yükseltilmesi, maaşlarının ayarlanması ilk meşgalemiz olmuş, 633 sayılı Kuruluş Kanunu gereğince özellikle çok dar koşullarda güvence-den uzak çalışan köy ve kasaba imam-hatiplerinin durumları düzeltilmiştir. İlahiyat Fakültesi, Yüksek İslâm Enstitüsü ve İmam-Hatip Lisesi mezunlarının görev alabileceği bir durum hazırlanmıştır. Diyanet görevi özveri, fedakarlık sabır isteyen, insana yakın bir iman ve hidayet mesleği çilesidir. Herkese Allah (cc) adına aynı düzeyde sevgili ve yakın olabilmek için insana bir öğretmen gibi, mürebbiye ve mürşid gibi yakınlık ister-, bir misyona, bir şevke ihtiyaç gösterir. Diyanet görevlileri okullu, özel, ilk, orta, yüksek çeşidi seviyelerde idiler. Bundan ötürü Diyanet işleri Başkanlığından hizmet içi bir eğitim seferberliğine katılmak bu konuda sürekli ciddi programlar düzenlemek durumunda kalınmıştır, bu amaçla BOLU’da Diyanet Eğitim Merkezi, İstanbul’da da yüksek ihtisaslanmayı sağlayacak Haseki Eğitim Merkezi açılmış buralarda eğitim çalışmaları başlatılmıştır.
Din görevlilerini, İslâmî dinî kişiliğini yenileyen ve güçlendiren hizmet içi eğitimlerinin yanı sıra, cemaat karşısında vaaz ve nasihatarına telkin ve hutbelerine yardıma olsun diye ör-nek hutbeler, vaaz örnekleri hazırlanmış, gazete, dergi ve öteki Islâmî yayınlardan yararlanmaları sağlanmıştır.
Din görevlisinin çalışma ve yaşama şartlarının onlara ihtiyaçları olan terfih, gelişme, ihtisaslaşma imkânlarını sağlayacak her dereceden din görevlisini cemaatın karşısında saygın, onurlu yerinde koruyarak onlara görevlerini sorumluluklarını benimsetecek mevzuat yeterli değildi. Elimizde 633 sayılı bir Kuruluş Kanunumuz vardı; ancak yürürlüğe girişinden bir kaç yıl içinde aksaklıklar gösteriyor ve bazı yönetmelikler, tüzükler gerekiyordu. Bunları sürekli tamamlamaya çalışıyorduk Meselâ, hayır bağışla-n değerlendirecek zekât ve sadaka gibi ibadetlerde mümine yardımcı olacak "Bağışlar Tüzüğü" çıkarılması gerekiyordu. Ancak uygulamada bu yürümüyordu Din görevlileri, hayra-teşvik ediyor, iyiliğe çağırıyor; sosyal yardımlaşmayı, insan sevgisi ve saygısını öğütlüyor. Ancak din görevlisi bunda öğütün ötesine geçemiyordu. Toplum değişmiş, insan karşısında yeni ve acımasız bir manzara oluşmuş; malî ibadetler ve Müslüman yardımı, sosyal hayatta etkili olamıyordu.
Diyanet İşleri Başkanlığı ve müftü, vaiz ve din görevlisini nasihat düzeyinden daha ileri geçecek malî ibadetlerde mümine yardıma olacak bir proje gerekiyordu. Başkan olarak has-sasiyetle konu üzerinde durdum ve 1975 de başkan yardımcıları ve bazı görevlilerle birlikte Türkiye Diyanet Vakfı’nı kurduk Allah’a (cc) sayısız hamdü senalar olsun Vakıf ilk kurulu-şundan itibaren gelişmiş 15. yılını idrak etmiş. Diyanetin ve Türk Milletinin hayatında, Allah (cc) rızası için çalışan, sosyal güvence kuruluşu olmuştur.
Diyanet İşleri Başkanlığı İslâm Dini’nin inanç, ibadet ve ahlâk esaslarının benimsetilmesi aydınlatılması sorumluluğunu yüklenmiştir. Bunlar arasında Hac da her yıl yapılan farz ibadetlerindendir. Çok şikâyet ve isteklerle karşı karşıyaydık Haccı düzenli yapmak bilerek, aldatılmadan Müslüman’ın güzel duygulan köreltilmeden güvenle yapması kaçınılmaz olmuştur. Bu konuda yeni bir mevzuat hazırlandı. Hac öncesi eğitimler başlatıldı. Sonunda Başkanlık bu konunun sorumluluğunu üstlenmiş oldu. Hac ibadeti Başkanlıkça düzenlenmeye başlandı.
Değişen, gelişen yeni şartlar içinde, din görevlisinin irşadında, insana daha yararlı olabilmesi için sürekli ciddi araştırma yapılmalı, yeni projeler üretilmeli, Diyanet İşleri Başkanlığı saygın, İslami ve İlmî otoritesini kazanmalıdır.
Ülkemizde ve milletimizin kalbinde ve düşüncesinde yüce makam olan Diyanet İşleri Başkanlığı, Merkez İlçe ve II kuruluşlarıyla protokoldeki yerine oturtulmalıdır. Aslında din. toplumda her zaman bütün öteki kurumlara kendinden veren, kültür ahlâk sanat ve görenek geleneklerine kaynak olan mübarek bir kuruluştur. Ülkemizde henüz sivil bir protokol yapılmamıştır. Konu yeniden ele alınırsa, Diyanet İşleri Başkanlığı da Başbakanlıkta Müsteşarın hemen yanında yerini almalıdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fonksiyonlarını yerine getirebilmesinde mevcut teşkilat yapısı yeterli değildir. 633 Sayılı Başkanlık Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun bazı maddeleri iptal edilmiş; yeni anlayış ve şartlara göre bu yasanın çıkarılması zorunlu hale gelmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı yüksek karar ve danışma organı Din İşleri Yüksek Kurulu çalışmamaktadır. Diyanet İşleri Başkanı ilmî danışma ve karar desteğinden yoksundur. Yasanın istediği "Din şûrası" kurulamamaktadır. Bu konuda Başkanlıkta din görevlileri yetiştikleri din eğitim yerleri dikkate alınarak yeni mevzuat çalışmaları yapılması ve konuların çok ciddi ele alınması gerekir. Diyanet İşleri Başkanlığının İslâmî, dinî mesajı, tüm millete hitap edecek biçimde mevzuat ve teşkilatı ile yeniden ele alınmalıdır.
Genç imam-hatiplerimizin eğitiminde, önce yetişme yerleri olan İmam-Hatip Liseleri, onları ehil ve aydın bir düzeyde yetiştirecek müfredat ve programlar getirilmeli-, kemiyetten çok keyfiyete değer verilmeli ve gençler bu okullara istek ve istidatlarına göre alınmalı ve bir test uygulaması yapılmalı, özenle yetişen bu gençler asgari 6 ay Diyanet Eğitim Merkezlerinde hizmet içi eğitime tabi tutulmalı ve görev almalarından sonra da ilmî ve manevî kişiliklerini geliştirecek manevi şart ve imkânlarla desteklenmelidir. imam-hatip ve vaizin görevleri dışında boş zamanlar, ilmî çalışmalar, sanat becerileri ve sosyal hizmetlerle beslenmelidir. Bunun için araştırmalar yapılmalı, sürekli din görevlisinin ilmî ve dinî kişiliği kendini yenileyerek güçlenmeli, yüceltilmelidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı" yeni karşıladığımız 21 nci yüzyılı, ancak böyle bir hazırlık ve manevi yapıyla yakalayabilir, insanımızın tüm dinî, manevî, sosyal, insanî sorularını, istek ve özentilerini böylece karşılayabiliriz.
***
M.S. DURU
1) Prof. Dr. Şerif MARDİN


Lütfi DOĞAN

"Diyanet ve Maarif, işbirliği yaparak gençleri eğitmelidir."

DİYANET İşleri Başkanlığında, diğer muhterem seleflerim gibi, bir müddet hizmet verme bahtiyarlığına, şerefine nail oldum. Bunun için Cenab-ı Hakka şükrediyor, hamd ediyorum. Büyük milletime de şükranlarımı ifade etmek istiyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı gerçekten, başta manevî yönü olma itibariyle, ulvi bir makamdır. Benim nöbet sıram 1968 yılının beşinci ayında başladı. Ve 1972 yılı Ağustos sonunda da nihayete erdi.
15 Ağustos 1965’te 633 sayılı Kanun yürürlüğe girdi Ve o kanunun hükümlerine göre icraatta bulunulmaya başlandı. Bazı değişikliklerle birlikte halen de meridir. Yani bir 657 sayılı kanun var idarî yönden, bir de 633 sayılı kanun var. Bunların yayınlanma tarihleri de birbirlerine çok yakındır, hatırladığım kadarıyla. İdari yönden Diyanet İşleri Başkanlığı, gerek merkez teşkilatı, gerek taşra teşkilatı bu kanunda belirtilen esaslar çerçevesinde işlerini yürütür.
Bu kanunda söyle bir hüküm de yer alın Diyanet İşleri Başkanlığı İslâm Dini’nin itikat, ibadet ve ahlâk esaslarıyla ilgili işleri yürütür. Ve din konusunda (İslâm Dini) insanımızı aydınlatır. Buradan şu gerçeği hemen rahatlıkla görebiliyoruz: Demek ki Diyanet İşleri Başkanlığı İslâm Dini konusunda milletimizin hemen hemen her ferdini aydınlatma durumundadır. Bu yüce hizmet, bu müessesede hizmet verme şerefine erenlerin görevidir. Başta hemen şöyle bir cümle söyleme imkânımız olun Diyanet İşleri Başkanlığı gibi ulvî bir makamda ve bu camiada hizmet etme şerefine eren insanların en büyük gayesi, bu dinin yüce prensiplerini, esaslarını milletimizin inanan her ferdine ulaştırmaktır.
En önemli nokta budur. Çünkü milletimiz bizden bunu bekliyor. Kim nerede olursa olsun, içtimai mevkii ne olursa olsun, sosyal yaşanası, ferdi yaşanası ne olursa olsun, milletimizin her ferdinin gönlünde bu ulvî makama karşı derin bir bağlılık derin bir saygı ve güven vardır. O halde insanlarımız arasında birbirlerine samimiyetle güvenmelerini, birbirlerini Allah için sevip, birbirlerine kenetlenmelerini temin etmeye hizmet etmek hizmetlerin en hayırlılarındandır. Bunu başarmak ta başarıların en üstünüdür, önemli olan nokta budur.
Bunu Başkanınızdan, ta en ücra köydeki imamet hizmetini ifa eden imam efendinize kadar dikkate almak mecburiyeti vardır. Şahsen ben bu göreve geldiğim zaman Diyanette çok değerli ilim adamlarımız vardı. 0 ilim adamlarımızdan, onların ilimlerinden, tecrübelerinden yeterince hem kendim, hem de milletimin faydalanmasını kendim için bir vazife sayıyordum. Kanun da bunu mecbur kılıyor. Meselâ Din İşleri Yüksek Kurulu diye bir yüksek kurulumuz var. Bu kurul iki defa teşekkül etti. Fakat sonradan, her nasılsa, 4-5 yıl çok hayırlı bir hizmetleri ifa ettikten sonra uygulamadaki bir eksiklik göz önüne alınarak Mart 1970’de (öyle hatırlıyorum) tekrar yenilenmek üzere Danıştay kararıyla feshi söz konusu oldu. Bunu hatırlamamın sebebi o maddeye bakıldığı zaman milletimizi dinî sahada hizmet verme bakımından çok önemli hayati prensipler, hayati maddeler kanun maddesi olarak yer almıştır. Gerçi bugün de elhamdülillah Diyanette çok değerli ilim adamlarımız var. Milletimize hizmet eden kimseler çok Aslında başından sonuna kadar hepsini böyle değerlendiriyoruz. Ama bir hususu görmeye zaruret vardır. Din İşleri Yüksek Kurulu teşekkül etmiş olduğu tarzda çalış-malarını devam ettirmiş olsaydı, çok verimli ve hayırlı olurdu.
Gariptir ki, o tarihten bugüne kadar 20 yıllık bir zaman geçiyor, arzu edilen şekilde o kurulu teşkil etme imkânı doğmadı. Bir hayli teşebbüsler oldu. Cenab-ı Hak’tan niyazımız inşallah bir an önce teşekkül eder ve milletimizin beklediği hayırlı hizmeti yapar.
Milletimizin bizden beklediği şey birinci olarak budur. Bir de icraatlarıyla, sözleriyle, yaşayışlarıyla milletimize dini intikal ettirmeleridir. Büyüklerimizin ifade tarzıyla; Numune-i İmtisal olmalarıdır.
Bu başarıldığı takdirde maddî-manevî kazanç çok büyük olacaktır, önce iç huzur sağlanmış, sonra da milletimizin derin bağlılığı muhafaza edilmiş, hepsinin ötesinde de Cenab-ı Hakkın hoşnutluğu elde edilmiş olacaktır.
Tabii bu hizmetleri şu veya bu şekilde olduğu gibi yerine getirmenin zorluğunu takdir edersiniz. Ama asıl mesele bu zorluklara rağmen ileriye doğru ne kadar adım atılabilirse görevi ifa etmiş olurlar. Ben daha sonraki hizmetlerimde-resmi hizmetim bittikten sonraki hizmetlerimde-bunun böyle olduğunu çeşitli vesilelerle gördüm, müşahede ettim.
Güzel bir tabir vardır. Derler ki; her şey akla muhtaçtır, akıl da tecrübeye muhtaçtır. Zaman geçip tecrübeler arttıkça her müessesede aksaklıklar daha belirginleşiyor. Sonra yeniden ihtiyaçlar beliriyor. Bunlar gayet normaldir.
Zamanın ilerlemesi ile bir takım ihtiyaçlar beliriyor. Bu ihtiyaçlara cevap verecek şekilde o günün mevzuatını geliştirmek gerekiyor. Bunlar gayet tabii şeylerdir. Ancak bir konu daha var. O da şudur: Benim bu konuda bugün de şahsi inancım bit Millet olarak bütünümüzle ilmî olarak inkişaf etme, ilmen, irfanen yükselme yönünde bir seferberliğe ihtiyaç vardır. Bu gün bu ihtiyaç kendini açıkça göstermektedir. Geçmişte de buna ihtiyaç duyuluyordu.
Diyanette hizmet gören bir bahtiyar yerine göre bir edebiyatçıya, bir sosyoloğa, bir tarihçiye, bir felsefeciye, bir matematikçiye de yardıma olmak durumundadır. Bununla beraber bir ümmiye daha fazla yardıma olmak mevkiindedir.
Ama burada bir hususun gözden kaçırılmaması lâzımdır. Eskilerin dediği gibi: İlmi amel için tahsil etmek lüzumludur. İlim; başta tahsil edene fayda getirmesi lâzımdır. Eğer ilim sa-hibine fayda getirmiyorsa, başkalarına hiç bir yarar getirmez. Bu konuya Diyanet camiasındakiler daha fazla dikkat etmeli ve bunu hayat düsturu haline getirmeleri zarureti vardır.
Diyanet camiasında hizmet verme şerefine eren bahtiyar insanlar Dinimizin telkin ettiği esasları daima göz önünde bulundurur ve onu gerçekleştirme yoluna giderlerse milletimizin gönlünde en yüksek protokol mertebesini alırlar, önemli olan olay budur. Gönüllerde önemli yerlere yükselenler dünyaya ait protokolde önde olmasalar da önemli değildir. Böyle olduktan sonra milletimizin gösterdiği bu ihtiram ve saygıyı devleti yönetenlerin de göstereceği tabiidir. Birincisi kazanıldı mı, ikincisi tabii olarak peşinden gelir. Asıl sabit olursa, fer’i nabit olur. İşin esası olsun, gerisi önemli değildir. Ama tabii ki bir de bizim tarihimize bakıldığında, bildiğimiz husus, müftü efendi, baş müftü efendi gibi kimselere daima en önde yer verilmiştir.
Türkiye’nin ihtiyaçları tedrici olarak başlamıştır. Resmi beyanlardan anlaşılan şudur: Diyanet İşleri Başkanlığında hizmet verenlerin sayısı 80 bini aşıyor. Camilerimiz 70 bine yaklaştı. İnşallah cami sayısı 100 bini aşar. Teşkilât mensupları sayısı da yüz bini aşar. Bu önümüzdeki rakam muazzam bir rakamdır. Bu, büyük milletimizin feragatini, bu müesseseye karşı olan ilgisini göstermektedir. Aslında sizin sualiniz yukarıdaki rakamlarda kadro, ihtiyacı karşılıyor mu şeklindedir. Ben bazen kardeş ülkelerde muhtelif konferanslarımda bu rakamı söylediğim zaman katılan insanların fevkalâde dikkatini çekmiştir. Başkanlığa vekalet ettiğim dönemde Din İşleri Yüksek Kurulu’nun istişari malumatları doğrultusunda müftülüklere bir tamim gönderilmişti.
O tamimde; beş vakit namazın herhangi birinden önce veya sonra cemaatın durumu dikkate alınarak Riyazüs-Salihîyn veya İslâm Dini adlı eserlerden öncelikle ihtiyaç duyulan konuların, görevli imam tarafından cemaata anlatılması isteniyordu. Tabiî burada cemaatı usandırmamak için süre on dakika idi. Bunun devam ettirilmesi lâzımdır. Çünkü buna ce-maatin şiddetle ihtiyacı vardır. Türkiye’deki camilerin yaklaşık 50 bininin kadrolu olduğunu farz edersek ve halkımızın da cemaate ve cemaatle ibadete verdiği önemi de göz önüne alırsak bu insanlara verilen dinî bilgilerin kazandıracağı güzel hasletleri bir düşünelim.
Tabiî bu hareket bir semboldü. Burada temel amaç görevlilerimizin sürekli okumalarına ortam hazırlamak ve okuduklarını hazmedecek duruma getirmekti. Böylelikle cematimizin bilgi seviyesini yükselterek onları bilinçlendiriyoruz.
Bu görev sadece Diyanetin görevi değildir. Maarifin de. görevidir. Maarifin ana gayesi iyi insan, faziletli, meziyetli, bilgili, memleketini-milletini seven, onlara hizmet etmeyi düşünen ve iyiliklerde birbirleriyle yarışan insanlar yetiştirmektir. Bu İslâm Dininin de temel gayesidir. Bu söylediklerimiz yapılırsa, sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda kardeş ülkelere de örnek olacak bir İslâm’ı gelişme müşahede edilecektir. Böylelikle ilim seviyemiz yükselecek, bu da hem kendi hayatımıza, hem de bütün insanlığın hayrına olacaktır.
İdarî yönden bir takım yeni düzenlemelere ihtiyaç vardır. Mesela eğitim yönünden. Geçmişte bazı yerlerde Eğitim Merkezleri kurulmuştur. Bunların sayısı artırılmalıdır. Daha âlî eğitim verecek düzeye getirilmelidir.
Benim burada bunlara ilâve edeceğim bir de şu var: Müslim’de yer alan bir hadis var. Peygamber (S.A.S) buyuruyor ki: "Ey Ashabımı Allah’a yemin ederim ki siz iman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirlerinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Ben size bir şey öğreteyim mi? Eğer onu benimserseniz, o birbirlerinizi sevmede en güzel esaslardan birisidir. Aranızda selâmı yayınız." İnanan herkese, aziz milletimize ve özellikle Diyanette hizmet etme şerefine eren muhterem insanlara düşen Allah için birbirlerini sevmeleri ve insanımızı da Allah için birbirlerini sevecek duruma getirmeleri, üzerlerine düşen çok kıymetli bir vazifedir. Burada bunu yapması için de ilim ve irfan seviyesinin yükseltilmesi söz konusudur.
18-20 yaşlarındaki gençlerimizin imamet görevi almış olmalan kendileri için de, milletimiz için de bir bahtiyarlıktır, büyük bir kazançtır. Ancak, yine hepimiz için geçerli olduğu gibi -bu gençlerimiz için daha geçerli-beşikten mezara kadar ilim tahsil etmeye muhtacız. Fıkıhta şu tabirler vardın Zarûrât, Haciyât, Tahsiniyat,
Zarurat: En geçerli bilgiler. Dini yaşamak için, bunlar herkes için çok zaruri olan bilgilerdir.
Haciyat: İhtiyaca göre elde edilecek bilgilerdir.
Tahsiniyat: Elde edildiğinde büyük faydalar sağlayan bilgilerdir.
Bu üç mertebede milletimizin gözbebeği bu gençlerimize yol gösterilmesi zarureti vardır. Tabii bu rehberlik görevini Başkanlığımız yapacaktır. Açacağı eğitim semineri ve kurslarla bunlara anahtar bilgiler verilebilir. Bu gibi konularda bu gençlerimize ışık tutulur, yardıma olunursa, onlardan en verimli hizmetli alabiliriz. Bunlar insan suretinde melek gibi insanlardır. Aslında bunlarda çok büyük istidat ve kabiliyetler vardır. Yeter ki bu harekete geçirilebilsin. Bunlar yapılırsa bu gençler Türkiye için büyük bir kazanç olacaktır. Benim kanaatim bu konuda budur.
Resmî ya da gayri resmî, milletimizin her ferdi bu müesseseye gönlünde saygı ve sevgi duyar. Bu bir vakıa’dır. İdarî bakımdan bir çok zorluklarla karşılaşılabilir. Benim dönemimde de olmuştur. Ama şunu söyleyeyim. Karşılaşacağım zorlukları dönemin yetkililerine ilettiğim zaman büyük kolaylıklar görmüşümdür. Düşüncelerimizin arasında pek bir farklılıklar olmadığı anlaşılmıştır. Şunu demek istiyorum: Milletimizin bu camiaya büyük bir hürmetinin olduğu gibi bu kuruluştan beklentileri de vardır. Bunlar; yukarıda okuduğum hadiste geçen hususlardır. Bunlara riayet edildiği müddetçe büyük hayıflara vesile olacak hizmetler yapılabileceği gibi, özerklik konusu da zaman içinde en güzel şekilde halledilebilir. Bu mümkündür.
R. ÖZALPDEMİR