Makale

NA’T-I ŞERİF: Şiirle Peygamber Sevgisi ve Şefaat Arzusu

NA’T-I ŞERİF:
Şiirle Peygamber Sevgisi ve Şefaat Arzusu

Prof. Dr. Emine YENİTERZİ
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

En son, en mükemmel ve ebedî din olan İslamiyet’i tebliğ edip önceki dinleri iptal eden, Cenab-ı Hakk’ın Habib’i, nebi ve rasullerin sonuncusu ve en yücesi; âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.) marifetin aslı, esasıdır; o bilinmeden Rabbü’l-âlemin bilinmez. O, Allah’ın sevgilisidir; onu sevmeden Allah’ı sevmek, aşk-ı ilahîye ulaşmak mümkün değildir. Nitekim bir hadis-i şerifte; “Sizden birinize ben; kendi nefsinden, annesinden, babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadığı müddetçe tam iman etmiş sayılmaz.” buyrulmaktadır. Bu hadis, kâmil mümin olmanın samimi bir Peygamber aşığı olmakla mümkün olduğunu bildirir.
Asırlar boyunca sevgi ve sevgiliye hasredilen klasik Türk edebiyatında şairler; Yüce Peygamber’e hürmet, muhabbet ve bağlılıklarını na’t-ı şeriflerle dile getirmeye çalışmışlardır. Na’t; Hz. Peygamber’i övmek, üstün özelliklerini dile getirmek, ona duyulan sevgi ve bağlılığı dile getirmek üzere yazılan şiirlere verilen isimdir. Sezai Karakoç bu sevgi geleneğini; “Peygamber nasıl insanın ufkuysa, na’t da şiirin ufkudur. Na’t, Peygamber’in şiirle yapılmak istenen portresidir. Na’t, en ileri ve en mükemmel bir sevgi abidesidir.” sözleriyle tarif eder.
On beşinci yüzyıl şairi Mehmed, şairlerin asırlar boyunca neden binlerce na’t-ı şerif yazdığını Işknâme adlı mesnevisinde izah eder. Şair; sahralar kâğıt, ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa; melekler, insanlar ve cinler kıyamete kadar gece gündüz çalışsalar Yüce Peygamber’in na’tının binde birini bile yazamayacaklarını ancak ona duyulan büyük sevgiden dolayı böyle bir âdet olduğunu hatırlatır ve bir hikâye anlatır.
Hikâye şöyledir: Hz. Yusuf kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan sonra bir kervan tarafından bulunur, Mısır’a getirilir, pazarda köle olarak satışa çıkarılır. Hz. Yusuf’un güzelliğini gören halk onu satın almak için ağırlığınca altın teklif eder, herkes varını yoğunu ortaya koyarak o dünya güzelini almaya talip olur. Yaşlı bir kadıncağız da bir elinde bastonu diğer elinde de bir iki parça iplikle pazardaki mezada yetişmeye çalışmaktadır. O güzel için herkes evini barkını ortaya koyarken, kadıncağızın elindeki iplikle telaşını görenler ona gülünce kadın seslenir:
Metâ’ım ger kamunun kemteridir
Desinler Yûsuf’a bu müşterîdir
Yani; “Malım herkesin malından daha azdır, o güzeller güzelini satın almam mümkün değildir ama istiyorum ki benim için, ‘Bu da Yusuf’a taliptir’ desinler!” Yaşlı kadın bu sözlerle asıl amacının; Yusuf’a müşteri olarak defter-i uşşâka/âşıklar listesine adını yazdırmak olduğunu belirtmiştir. Şairler de na’t-ı şerifler vasıtasıyla peygamber âşıkları arasına isimlerini yazdırmak, bu yolla Yüce Peygamber’e candan bağlılıklarını, samimi sevgilerini arz etmek arzusundadırlar. Şeref Hanım,
“Na’tten gerçi ümîd-i şu’arâ/ İntisâb etmedir ey şâh sana” mısralarıyla şairlerin na’t yoluyla peygamber sevgisini oluşturan halkaya dâhil olma, bağlılığını ispat etme, himayesine mazhar olma dileğini belirtir.
“Şüphesiz Allah ve melekleri peygambere çok salavat getirirler (överler). Ey inananlar, siz de O’na salâvat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56.) ayeti müminleri Hz. Peygamber’e sevgi ve saygılarını dile getirmeye teşvik etmektedir. Bu yüzden şairler Hz. Peygamber’in övgüsünü şiir diliyle ifade etmeyi kendileri için zevkli bir görev addetmişler hatta Cenab-ı Hakk’ın yalnızca Habibi’nin övgüsünü şair diliyle duymak için insanlara edebî zevk ve belâgat gibi meziyetler verdiğini belirtmişlerdir:
Kim vermez idi kimseye Hak hüsn-i tabî’at
Halk etmez idi kimseyi kısm-ı bülegâdan
Gûş etmek eğer olmasa maksûd-ı İlâhî
Evsâf-ı dil-ârânı zebân-ı şu’arâdan (Nâbî)
Dinî ve edebî kültürümüzde her mümin bir âşık, Hz. Peygamber ise tek maşuk-ı hakiki telakki edilir. Hem Allah’ın hem de insanların sevgilisi, Habibullah ve Habib-i İbad olan Yüce Peygamber’e duyulan bu muhabbetin, bu bağlılığın kıymeti mahşerde ortaya çıkacak, Tacizade Cafer Çelebi’nin; bir ayak bin ayak üstünde ifadesiyle tarif ettiği çetin mahşer gününde herkes kurtuluş ümidiyle Hz. Peygamber’in eteğine yapışacaktır:
Ey ser-firâz-ı halk etek senin el benim
Şol gün ki ola bir ayak üstünde bin ayak
O can pazarında kurtuluşu bulanlar, sermayesi peygamber sevgisi olanlardır:
Âhiret bâzârına vardıkta eyler fâ’ide
Nakd-i aşkındır onun kim serverâ ser-mâyesi (Zâtî)
Mahşer gününde, o müthiş hengâmede insanlar kendilerine bir şefaatçi arayacak ancak başvurdukları diğer peygamberler “nefsî nefsî” yani nefsim, kendim diyerek insanlara başka şefaatçi aramasını söyleyecek; bunun üzerine herkes Hz. Peygamber’e gidip Allah’ın en son ve en sevgili peygamberinden affolunmaları için şefaatini isteyeceklerdir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber; “Ya Rab ümmetî, ya Rab ümmetî” diyerek yalnızca ümmetinin kurtuluşunu dileyecek, “Makam-ı Mahmud”un sahibi olan, sözü Allah katında makbul olan şahlar şahının duası kabul edilecek ve şefaat hazinesi açılacaktır. Na’tlerde şairlerin büyük bir samimiyetle ifade ettikleri bu hadisenin en güzel tasvirini Şeyh Galib’in müseddes na’tında görürüz:
Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayran
“Nefsî” deyü dehşetle kopa cümleden efgan
Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşan
Destûr-ı şefâatle senindir yine meydan
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’tan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Şair; velilerin ve peygamberlerin hayretle donup kaldığı, herkesin korkuyla kendini kurtarma çabasına düştüğü, “nefsî” diye feryat ettiği, günahkârların ümitsizlikle perişan olduğu mahşer meydanında insanların tek isteği olan ilahî affın Hz. Peygamber’in şefaatiyle mümkün olacağını anlatır. İşte bu sebeple na’tlerde Habibullah sevgisi yanında şefaat ümidi ve talebi en önemli muhteva özelliği olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden Şair İsmetî; günahların dermanı, cehennem korkusuna karşı Müslümanların sığınağı telakki ettiği na’t-ı şerifi ateşten koruyan bir muskaya benzetir:
Ser-levh-i na’t-ı nakş-ı cemâl-i Peyamberî
Kim hırz-ı cân-ı ümmet imiş havf-ı nârdan
“Her Peygamber’in kendine has ve kabule mazhar olan bir duası vardır. Onunla Allah’a dua etmiştir. Ancak ben duamı ahirette ümmetime şefaat etmek için saklıyorum” hadis-i şerifi günahkârlar için büyük bir müjdedir. Bu hadis; “Ümit edebilirsin, Rabbin seni bir Makam-ı Mahmud’a gönderecektir.” (İsra, 17/79.) ayetiyle desteklenmiştir. Ayette bildirilen Makam-ı Mahmud, mahşerde Hz. Peygamber’e verilecek olan şefaat yetkisidir. Bu makamın yüceliğini de; “Cenab-ı Hak sana verecek, öyle verecek ki tamamen razı ve hoşnut olacaksın ve bütün dileklerin yerine gelecek.” (Duha, 93/5.) ayeti izah eder.
Yüce Peygamber’in ümmetinin en büyük arzusu olan ve ahirette açıkça müşahede edilecek şefaati, na’t şairlerinin hayal dünyasında zengin tasavvurlar oluşturmuştur. Örneğin Nâdirî, Cenab-ı Hakk’ın Habib’inin mahşerde günahkârları bir şemsiye gibi koruması, himaye etmesi için gölgesini dünyada vermediğini, ahirete sakladığını söyler:
Âcizân-ı mahşer üzre zıllıni teksîr için
Sakladı dâr-ı fenâda sâyeni Perverdigâr
Özetlemek gerekirse; klasik Türk şiirinde şairler asırlar boyunca na’t-ı şerifler ile kâinatın özü ve gayesi olan hakikat-i Muhammediye’yi anlatmaya, Hz. Peygamber’in zatının kâinatın yaratılış sebebi; nurunun ilk yaratılan cevher; varlığının âlemlere rahmet; şefaatinin de mahşerdeki herkesin ortak ihtiyacı olduğunu dile getirerek Habibullah’a muhabbetlerini ve şefaatine nail olma taleplerini arz etmişlerdir.
Muhabbetden Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetden ne hâsıl!

"Asırlar boyunca sevgi ve sevgiliye hasredilen klasik Türk edebiyatında şairler; Yüce Peygamber’e hürmet, muhabbet ve bağlılıklarını na’t-ı şeriflerle dile getirmeye çalışmışlardır. Na’t; Hz. Peygamber’i övmek, üstün özelliklerini dile getirmek, ona duyulan sevgi ve bağlılığı dile getirmek üzere yazılan şiirlere verilen isimdir."


"Yüce Peygamber’in ümmetinin en büyük arzusu olan ve ahirette açıkça müşahede edilecek şefaati, na’t şairlerinin hayal dünyasında zengin tasavvurlar oluşturmuştur."