Makale

KOSOVA'DA BİR PADİŞAH TÜRBESİ

KOSOVA’DA BİR PADİŞAH TÜRBESİ

SİZ hiç rüyalarınızda uçtunuz mu? Kendinizi, bir kırlangıç gibi, göğün maviliğine bıraktınız mı? Yemyeşil yaylaların, yamaçların üzerinden, geniş daireler çizerek, sonsuzluğa süzüldüğünüz hiç oldu mu? O ne güzel, o ne müthiş, o ne anlatılmaz bir şeydir. Çocukluk yıllarımın o rüyalarını hiç unutamıyorum. Kuşlar gibi uçtuğum ve her defasında sevinç çığlıktan kopararak uyandığım rüyalarımı heyecanla hatırlıyorum.
Arabamız Kosova Ovası’na girince, kendimi yine o çocukluk rüyalarımın anlatılmaz güzelliği ve serinliği ortasında buldum. Yer çekiminden kurtulmuş, göğün maviliğine karışmış gibiydim.
Biraz engebeli olan Kosova Ovası yemyeşildi. Ve gökyüzü sonsuz maviliğiyle, Kosova Ovasını çoktan kucaklamıştı.
Sultan Murad Hüdâvendigâr’ın şehid düştüğü yere yapılan Türbeyi bulmamız zor olmadı. Osmanlı mimarîsinin tipik bir örneği olan Türbe, Kosova Ovası’nda yapayalnızdı. Yugoslavlar, Balkan Türklerinin âdeta kutsiyet verdikleri türbeye, hiç dokunmamışlar, yalnız onun karşısına, onbeş metre yüksekliğinde, yeni bir MİLOŞ ABİDESİ dikmişlerdi.
Murad Hüdâvendigâr TürbesPnin bakımlı ve çimli bahçesinde, bir kaç Eviâd-ı Fatihan mezarı, Kosova Ovasının muhteşem dostlarına, sanki kulak kesilmişlerdi.
Gözlerim, bahçe kapanda, önce yetmişlik türbedân aradı.
Onu daha görmeden, başkalarından dinlediğim özellikleriyle, ne kadar çok sevmiştim. Biliyordum ki, sadece Allah rızası ve Türklük sevgisi için ömrünü türbedarlıkla geçiren o Evlâd-ı Fatihan torunu, Kosova Savaşının cereyan tarzını bir zamanlar, Yugoslavya Başbakanı’na anlattığı gibi, bana da coşarak anlatacak; heyecanlanacak, ayağını yere vuracak, kendisine biraz itidal tavsiye edenlere kızacak:"... te ben yalan mı söylüyorum be? Tarihler, burada kâfiri böyle hakladığımızı yazmıyor mu be ?" diye susturacak ve sözü kimseye bırakmayacaktı. Tarihin uğultuları arasından gelen sesi kulaklarımda:
"... Bak şimdi kızanım, Sultan Murad Han, otuzbin kişilik ordusuyla gelip burada cephe kurdu. Sağ cenahını, oğlu Yıldırım Beyazıd tutuyordu. Sol cenahında İse diğer oğlu Şehzade Yâkub vardı. Tabii Cennetmekân Murad Han, kuvvetleriyle tam ortada bulunuyordu.
Te şu karşı tepelerde de, ordusuyla birlikte Sırbistan Kralı Lazar vardı. Bu mübarek Kosova’da bütün kâfirler, bizimle vuruşmak için toplanmışlardı. Ben, Sırpları, Bulgarları, Arnavutları, Hırvatları, Macarları, Makedonlan sayayım. Sen Lehleri, Ulahları, Çekleri, Karadağlıları, Bosnalıları, Slovaklan, Slovenleri say. Ben kâfir ordusunu kırkbin, ellibin diyeyim. Sen çekinmeden altmış bin de!
Otuz bine karşı altmış bin!
Bu Kosova Meydanında, vuruşma tam sekiz saat sürdü. Kan gövdeyi götürdü. Kâfir, bir ara, bizim sol cenaha yüklendi. Şehzade Yâkub’u düşürmek istedi. Yıldırım Beyazıd, te şu tepelerden yetişip, Şehzade Yakub’u çeviren kâfire, öyle bir kılıç üşürdü, öyle bir kılıç üşürdü ki deme gitsin. Kâfirlerin gözleri şaşı oldu. Ağızları açık kaldı. Kâfir yüzgeri kaçmaya başladı.
Şehzade Yâkub, babasından destur alıp, kaçan kâfiri kırmaya gitti. Murad Han’la Yıldırım Beyazıd da meydanda kalanları tepelediler. Muharebe bitti. B.zimkiler, kâfir kralı Lazar’ı esir alıp getirdiler. Sultan Murad, harb meydanını dolaşırken esir kralın damadı Miloş, Hûnkâr’h yaklaşmak istedi. Sipahiler bırakmadılar. Ama kancık oğlu kancık Miloş dedi ki: "Bırakın beni. Ben el öpmeye geldim!" Bizimkiler inandılar. Kancık Miloş, arkasına sakladığı bıçağını birdenbire çekip, Hûnkâr’ı göğsünden vurdu. Bizimkiler "vay mel’un! vay kâfir!" diye, Miloş’u, işte burada it gibi tepeleyip paraladılar ama ne fayda! Sultan Murad Han’ı kurtaramadılar. Hûdâvendigar’ın vurulduğu yere, hemen bir çadır kurdular. Asker, ağlaşmaya başladı. Hünkâr, şehid olmadan önce, kumandanlarına dedi ki: "Padişahlığı, büyük oğlum Beyazıd’a bırakıyorum!" Sonra mübarek canını Allah’a teslim etti... Dövünmeyen kalmadı.
Şehzade Yakub ne oldu diyeceksin? Çok civan bir delikanlı idi. Kâfiri kırıp döndüğünde, babasının şehid olduğundan haberdar değildi. Ona "Gel! seni baban görmek ister!" dediler. Sevindi! El öpmeye hazırlandı. Çadıra yürüdü! Vah! Eyvah! Nizâm-ı âlem için, dirlik düzenlik İçin, Şehzade Yakub’u çadırda boğdular. Babasının yanına uzattılar. Mevlâ rahmet eyleye!
Sonra Murad Hüdâvendigâr’ın mübarek kanının döküldüğü bu yere işte bu türbe yapıldı, içerde, sandukanın altında Hünkâr’ın kanı, barsakları, ciğerleri ve yüreği var!... Mübarek cesedini, oğlu Beyazıd Bursa’ya götürüp Çekirge’deki türbesine defnetti. Cennetmekânın yüreği burada kaldı; cesedi Bursa’da 1389 senesinde Sultan Murad Han, kavuştu ulu Allah’a, şehidlerle beraber, Murad Han’a Fatiha!" ^
Yaşlı türbedar, bu cümleleri kim bilir kaç bin defa söylemiştir. Ve dünya durdukça, Kosova destanı kimbilir daha kaç bin defa söylenecektir?..
Bahçeden geçerek, bir padişah huzuruna girer gibi türbeye girdim. Dikkatimi ilk çeken, Türbe’nin büyük ve gösterişli sandukası oldu. Türbe, Bursa’daki padişah türbelerinden farklı değildi. İçeride birkaç kadın ziyaretçi, sandukanın ayak ucunda, büyük bir huşu ile dua ediyorlardı. Beyaz başörtülü ve nur yüzlü kadınların, derin bir edeple duruştan, yakarışları, yüreğimi doldurdu. Hepsi de bana, kardeşlerim, ablalarım, annelerim gibi geldi. Onları çok uzaklardan, Kosova Ovasının ortasına, Murad Hüdâvendigâr Türbesfne çekip getiren mübarek duygunun ve taze inancın güzelliği karşısında gerçekten ürperdim. Önlerinden usulca geçtim. Üzerine âyet-i kerimeler işlenmiş o zengin sanduka örtüsünü, bir ucundan tutup öptüm. Sonra bir köşede, bir müddet el-pençe divan durarak Sultan Murad’ın haşmetini düşündüm: 27 yıl, padişah olarak ata binmiş. Ve 37 meydan savaşında dövüşmüş. Tam 37 meydan savaşı kazanmış. Tarihler, onun, bir defa olsun düşmana sırtını döndüğünü yazmamışlar.
Çok yürekli Çok cesur! Tantanalı bir hayat içerisinde yaşayışı çok sade. Devletin ve milletin varlığı söz konusu olunca çok kararlı ve çok aceleci!
Bursa’dan, otuzbin askerle birlikte kalkıp, ta Kosova’ya gelmiş. Altmışüç yaşına rağmen ata binmiş. Savaşa girmiş. Ve en son savaşını da zaferle bitirmiş... Ve sonra, demek ki tam benim durduğum yerde, şu sandukanın bulunduğu noktada, şehid edilmiş.
Ya Şehzade Yâkub? Düşman takibinden dönen, babasının şehadetinden, kendisinin boğdurulacağından haberi olmayan 27 yaşındaki yiğit şehzade, daha alnının terini bile kurulamadan demek ki şurada toprağa yığılmış kalmış.
Ve 29 yaşında padişah olan muhteşem Yıldırım Beyazıd burada, belki de tam benim bulunduğum yerde, genç başını iri avuçları arasına alarak, babasına ve zavallı kardeşine gözyaşı dökmüş.
Ürperdim!... Bir padişahın şehid edildiği yerde ilk defa bulunmamdan mı? Bir büyük meydan muharebesinin yapıldığı yeri ilk defa görmemden mi? Bir padişah sandukasının, âyet-i kerimelerle süslü mübarek örtüsünü ilk defa tutup öpmemden mi? Sultan Murad Tünoesi’nin, Anadolu’dan çok uzaklarda, Kosova Ovası ’nın ortasında öyle yapayalnız kalmasından mı ?
Yoksa onun ve sevgili oğlu Şehzade Yâkub’un şahadetlerinden duyduğum derin üzüntüden mi ne bilemiyorum? Bütün duygularımın sağanağı, sicim gibi boşalmak üzereydi. Yanı başıma gelen yaşlıca bir kadın, üzgün yüzünün bütün çizgileriyle kulağıma fısıldadı:
- İstanbul’dan mı geliyorsun evlâtcağızım?
- Ankara’dan efendim! „_ ,
- Ben de Priştine’den geldim bu ziyarete. Cennetmekânın asıl kabri Bursa’da. Burada sadece kanı, barsakları ve yüreği var... Sen yine oku Fatiha’nı. Gider bulur onun mübarek ruhunu. Büyük padişahtı. Mübarekte, tam yedi evliya kudreti vardı. Biz burada onun yetimleriyiz.
Cevap yerine, sadece başımı salladım. Konuşacak hâlim yoktu. "Biz burada onun yetimleriyiz!" cümlesi, içimden bir tel kopardı. Ah Sultan Murad Han’ın yetimleri! Ah Sultan Murrad Han! Ah bir padişahta yedi evliya kudreti bulunduğu inancının Yugoslavya Türkleri arasında hâlâ çiçek açması! Şehzade Yakup Ah Sultan Muradın yetimleri!...
Dayanamadım. Dışarı çıktım. Türbenin arka bahçesine geçtim. Eğilip Kosova toprağını öptüm. Çömelerek sırtımı Türbe duvarına verdim. Sonra yüzümü avuçlarımın içine gizleyerek, bir gurbet akşamında ağladım, ağladım, ağladım...
Yavuz Bülent BAKİLER