Makale

Hazret-i Muhammed Aleyhi’s-selâm’ın VEDA HACCI

Hazret-i Muhammed Aleyhi’s-selâm’ın
VEDÂ HACCI
Celâleddin KARAKILIÇ
Diyanet İşleri Başkanlığı
Olgunlaştırma Dairesi Başkanı

Medine’ye hicret ettiği günden beri istediği gibi bir hac merasimi yapmak imkânını bulamayan Hazret-i Muhammed (s.a.v.), Nasr sûresinin nazil olmasından sonra vefatının yaklaşmış olduğunu anlayınca, bir taraftan hac farizasını ifâ etmek, bir taraftan ümmeti ile vedalaşmak, bir taraftan da İslâm Dîni’nin, İslâm Hukuku’nun, İslâm Ahlâkı’nın ibâdete ve içtimâi hayâta taal­lûk eden bütün esaslarını, bütün hükümlerini, büyük bir topluluk karşısında ilân ederek cihânın tenvirini bir kere daha te’min etmek maksadiyle Hicret’in onuncu yılının Zü’l-Ka’de ayında hac hazırlıklarına başladı ve hac farizasını ifâ edeceğini her tarafa ilân ettirdi. Bu sevinçli haberi duyan ve böyle büyük bir ibâdetin Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte yapılacağını haber alan müslümanlar da, derhal hac hazırlıklarına başladılar. Kısa bir zamanda hazırlıklarını tamamlayarak yüz bin kişiyi bulan muazzam bir topluluk halinde Medine’de toplandılar ve Hazret-i Muhammed (s.a.v.) in hareket emrini beklemeye baş­ladılar.

Böylece Zü’l-Ka’de ayının yirmibeşinde Cumartesi günü bütün hazırlıkla­rını tamamlayan Hazret-i Muhammed (s.a.v.), öğle namazını Mescid-i Saâdet’de tam olarak (dört rek’at olarak) kıldı. İrâdettiği bir hutbede de; hac hak­kındaki âyet-i kerîmeleri okuyarak haccın farz, vâcib, sünnet gibi menâsikını ve âdâbını tarif etti.

Bundan sonra yıkanarak güzel kokular süründü, saçlarını taradı. Bütün zevceleri, Ehl-i Beyt’i ve Ashâb-ı Kirâm’ı ile birlikte Medine’den hareket etti. Kızı Fâtıma radıya’llâhü anhâ da, kendisi ile beraberdi. Diğer Müslümanlar da, kendilerini takibettiler. Bu arada kurbanlık develer de, sürüler halinde Mekke yolunu tutmuşlardı.

İkindi vaktine doğru Medine’nin mîkâtı olan Zü’l-Huleyfe’ye varıldı. Haz­ret-i Muhammed (s.a.v.), burada konaklayarak Ashâb-ı Kirâm ve diğer Müs­lümanlarla beraber ikindi namazını seferi olarak iki rek’at kıldılar. Yolculuk boyunca bütün namazları da seferi olarak kıldılar. Geceyi Zü’l-Huleyfe’de ge­çirerek istirahat ettiler.

Sabah olunca Hazret-i Muhammed (s.a.v.) yıkandı, gusül abdesti aldı, ihrâm’a girdi, iki rek’at namaz kıldı. Bundan sonra da; “Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-ni’mete lek, ve’l- mülke lâ şerike lek: Yâ Rabbi da’vetine icabet ederek huzûruna geldim, her zaman Sana itaat ederim, yâ Rabbi Senin şerikin yoktur, hamd Sana mahsus­tur, her ni’met Senindir, mülk Senindir.” diyerek telbiye’ye başladı. Ashâb-ı Kirâm ve diğer Müslümanlar da aynı şekilde hareket ederek telbiye’ye baş­ladılar.

Bundan sonra Kasvâ’ adlı devesine binerek Zü’l-Huleyfe’den hareket eden Hazret-i Muhammed, (s.a.v.) Allâh-u Teâlâ’ya hamd ederek O’nu teşbih ve tenzih etti. Tekbîr ve tehlîl getirdi. Ashâb-ı Kirâm ve diğer müslümanlar da aynı şekilde hareket ederek kendisini ta’kib ettiler. Hep bir ağızdan alınan telbiye, tekbîr ve tehlîl sadâları gökleri çınlatmaya başladı. Rasûlullah (s.a.v.) telbiye getirdikçe her taraftan aynı ses yükseliyor, dağlar taşlar ve âfaklar bu ses ile inliyordu.

Bu şekilde yoluna devam eden Hazret-i Muhammed (s.a.v.), Beydâ mev­kiine gelince, Vâdi’l-Akîk denilen yerde Cebrâîl aleyhi’s-selâm gelerek hac ile umre’yi beraber yapmaya niyet etmesini söyledi. O da hac ile umreyi birleş­tirip hacc-ı kırân’a niyet etti. Cemâate de hac ile umreyi —bir ihram ve bir niyet ile— birleştirip hacc-ı kıran’a niyet etmekte veyâ hac ile umreyi —iki ihram ve iki niyet ile— ayrı ayrı yapıp hacc-ı temettû’a niyet etmekte ser­best olduklarını bildirdi. Onların da bir kısmı hacc-ı kıran’a, bir kısmı hacc-ı temettû’a niyet etti. Bu sûretle de Câhiliyye devrinden kalma —hac ile umre birlikte yapılmaz, çünkü büyük günahtır— i’tikâdı ilga edilmiş oldu.

Yoluna devam eden kafile Bathâ mevkiine gelince, daha evvel bir vazife ile Yemen’deki kendi kabilesine gönderilen Ebû Mûse’l-Eş’arî (r.a.) de Yemen kafilesi ile birlikte gelip Hazret-i Muhammed (s.a.v.) in kafilesine iltihak etti.

Bir insan deryâsı hâlinde dalgalana dalgalana Mekke’ye doğru ilerleyen bu tertemiz müslümanlar ile birlikte yoluna devam eden Hazret-i Muhammed (s.a.v.), “Serf” denilen yere gelince konakladı. Namaz kılıp istirahat etti. Ge­ceyi, Serf mevkîindeki Zî-Tuvâ denilen yerde geçirdi. Zü’l-Hicce ayının üçüncü Cumartesi günü olmuştu. Sabah olunca sabah namazını, Zî-Tuvâ denilen yerde kıldı. Burası Mekke’ye yakındı. Namazı müteakip guslederek sabahleyin er­kenden büyük bir hacı kafilesi ile birlikte Zî-Tuvâ’dan hareket etti. Zü’l-Hicce ayının dördüncü Pazar günü Mekke’nin üst tarafındaki Muallâ yolundan (Kedâ yolundan) Mekke-i Mükerreme’ye vardı. Benî Şeybe kapısından girip Harem-i Şerîf’e dâhil oldu. Kâ’be-i Muazzama’yı görünce de; “Yâ Rab! Sen bu beytin şerefini, şânını, azametini ve heybetini artır.” diye duâ etti. Bundan sonra da; “Allah’dan başka tanrı yoktur. Birdir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’nadır. Yaşatan ve öldüren O’dur. O, her şeye kaadirdir. O’ndan başka ibâdet edecek yoktur, ancak O’na ibâdet edilir. Va’dini yerine getirdi, kuluna yardım etti, aleyhinde birleşen düşmanları yalnız başına hezimete uğrattı.” buyurdu.

Bunu müteakip Kasvâ’ adlı devesinin üzerinde Kâ’be-i Muazzama’yı yedi defa tavaf etti. Bunun ilk üçünde sür’at gösterdi. Haceru’l-Esved’i isti’lâm edip selâmlayarak, Rükn-i Yemânî’yi meshetti. Tavâfı tamamladıktan sonra devesinden inerek Makâm-ı İbrâhîm’e gelip iki rek’at namaz kıldı. Bundan sonra da Safâ tepesine giderek Cenâb-ı Hakk’a hamd-ü senâ ederek duâ ve niyâzda bulundu. Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi defa sa’yetti. Bunu da tamamlayınca, kendisi kurban getirdiği ve hacc-ı kıran’a niyet ettiği için ihramdan çıkmadı. Kurban getirmeyenler ve hacc-ı temettû’a niyet edenler ise, ihramdan çıkarak umre’ye son verdiler.

Bu sırada bir müddet evvel Yemen’e gönderilmiş olan Hazret-i Ali (r.a.) da hac kafilesi ile birlikte çıkıp geldi ve Hazret-i Muhammed (s.a.v.) e iltihak etti. Kurbanlıklarını getirenler umrelerini yaptıktan sonra ihramdan çıkmadı­lar. Kurbanlıklarını getirmeyenler de umrelerini yaptıktan sonra ihramdan çıktılar. Diğer yerlerden gelen kafileler de aynı şekilde hareket ettiler.

Bu sûretle Zü’l-Hicce ayının dördüncü Pazar günü Mekke-i Mükerreme’ye gelerek umresini tamamlayan Hazret-i Muhammed (s.a.v.), Zü’l-Hicce ayının sekizinci Perşembe gününe kadar —ihramlı olarak— Mekke’de kaldı. Zü’l-Hicce ayının sekizinci Perşembe günü (Terviye günü) Kasvâ’ adlı devesine binerek Mina’ya doğru hareket etti. Umrelerini yaptıktan sonra ihramdan çıkmış olan müslümanlar da Terviye günü Mekke’de yeniden İhrama girerek hacca niyet ettiler, ihramdan çıkmayan müslümanlarla birlikte Hazret-i Muhammed (s.a.v.) i takibederek Mina’ya gittiler.

Mina’ya gelen Rasûlullah (s.a.v.), o gün Mina’da kaldı, öğle, ikindi, ak­şam, yatsı ve sabah namazlarını Mina’da kıldı. Güneş doğuncaya kadar Mina’­da istirahat etti. Bu arada da Arafat’ta bulunan Nemîre mevkiinde bir çadır kurulmasını emretti. Bundan sonra da Zü’l-Hicce ayının dokuzuncu Cum’a günü (Arefe günü) sabahleyin erkenden güneş doğarken Mina’dan hareket ederek Müzdelife’ye doğru yol aldı. Müzdelife’ye varınca orada durmadan geçip Arafat’a vardı ve kendisi için hazırlanan Nemîre mevkîlndeki çadıra indi. Ashâb-ı Kiram ve diğer müslümanlar da aynı şekilde hareket ederek Arafat’a geldiler. Çadırlarını kurup istirahat ettiler.

Zeval (öğle) vaktinden biraz sonra çadırından dışarı çıkan Hazret-i Mu­hammed (s.a.v.), Kasvâ’ adlı devesine binerek Arafat vadisinin ortasına geldi. Cerîr İbn-i Abdi’llâh (r.a.) vasıtasiyle sükûneti te’min etti. Bundan sonra da Veda haccı’nda okumuş olduğu üç meşhur hutbesinden birincisini îrâd etmeye başladı. Kalabalık fazla olduğu için de —sesin gitmediği yerlere— Rabîa İbn-i Ümeyye (r.a.) gibi gür sesli münâdiler (müezzinler) tarafından tekrar ettirdi. Onlar da —kendisinin ta’lim ve emriyle— “Ey insanlar, Rasûlu’llah der ki...” diyerek O’nun her cümlesini tekrar ederek halka i’lân ettiler. Orada bulunan yüzyirmidört binden fazla İslâm topluluğu da, bu mühim hutbeyi, derin bir sükût içerisinde büyük bir dikkat ve alâka ile dinledi. İslâm inkılâb târihinin bütün beşeriyyete hitâbeden en mühim ve en müessir nutku, işte böyle söy­leniyor, böyle dinleniyordu.

Sükûnet te’min edilip her şey tek kulak kesildikten sonra bu muazzam insan topluluğu arasından yükselen gâyet şefkatli ve tatlı bir ses şöyle diyordu:

*

* *

Vedâ Hutbesi’nin meâli:

“Allâh-u Teâlâ’ya hamd-ü senâ ederiz. Bizleri bu haram ayında, bu azîz günde, bu mukaddes yerde bir araya toplayan Allâh’a şükürler olsun. Hepimiz O’na döneceğiz. Nefislerimizin fenâlıklarından ve kötü amellerimizden O’na sığınırız.

Allâh’ın hidâyet ettiğini kimse yoldan çıkaramaz. Allâh’ın şaşırttığını da kimse yola getiremez. Ben şehâdet ederim ki: Allah’dan başka ilâh yoktur. Birdir, eşi ve ortağı yoktur. Yine ben şehâdet ederim ki: Muhammed, O’nun kulu ve Rasûlü’dür.

Ey Allâh’ın kulları! Allah’dan korkup korunmanızı ve O’na itâat üzere olmanızı vasiyyet ederim.

Ey insanlar! Sözlerimi dikkatle dinleyiniz. Zîrâ bilmiyorum amma belki bu yıldan sonra sizinle bir daha burada buluşamıyacağım.

Ey İnsanlar! Biliniz ki yarın Allâh’ın huzûruna varacak ve yaptığınız iş­lerden sorumlu olacaksınız. Sakın benden sonra eski âdetlere dönüp de bir­birinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyyetlerimi burada bulunanlar burada bu­lunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş bulunur.

Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız na­sıl mukaddes bir ay ise, bu yeriniz (Mekke ve civarı) nasıl mukaddes bir yer ise, canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da —Rabbinize kavuşuncaya kadar— böyle mukaddestir, her türlü taarruzdan masundur (haramdır, kendisine taar­ruz edilemez).

Ey insanlar! Câhiliyyet devrine âit her şey ilga edilmiştir. Allâh-u Teâlâ o devrin fenâlıklarını üzerinizden kaldırmıştır. Soy sop ile övünme yoktur. Hiçbir Arab’ın Arab olmayana, hiçbir Arab olmayanın da Arab olana şeref ve rüçhan hakkı yoktur. Hepiniz Âdem’den, Âdem de topraktandır.

Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyip düşününüz. Muhakkak bilmelisiniz ki her müslüman diğer müslümanın kardeşidir. Bütün müslümanlar eşittirler. Ki­şiye —kardeşinin gönül hoşluğu ile verdiği müstesna— başka hiçbir şey helâl olmaz. Kendi haklarınızı koruyunuz ve nefislerinize zulmetmeyiniz.

Tebliğ ettim mi? Yâ Rab.

Ashâb-ı Kirâm, —Evet tebliğ ettin, yâ Rasûlâ’llah—.

Şâhid ol yâ Rab, şâhid ol yâ Rab, şâhid ol yâ Rab.

Ey insanlar! Kimin yanında bir emanet varsa onu sâhibine, kendisine em­niyet edene versin. Borcun ödenmesi lâzımdır. Kefil olan sözünü yerine getir­sin. Ödünç alınan şey, geri verilmelidir. Hediyelere hediye ile mukabele olunur.

Ey insanlar! Allah hükmediyor ki artık ribâ (fâiz) yoktur (yasaktır). Fâizin her nev’i mülgadır, ayağımın altındadır. Fakat re’sü’l-mallar (serma­yeler) borç verenindir, onu vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulmolu- nunuz. En evvel kaldırdığım fâiz, Abdu’l-Muttalib’in oğlu Abbâs’ın alacağı fâizdir.

Câhiliyyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Bu kan dâvâlarından kaldırdığım ilk kan dâvâsı da Abdu’l-Muttalib’in torunu Haris oğlu Rabîa’nın kan dâvâsıdır.

Ey insanlar! Haram aylarını istenilen zamana götürmek için araya bir ay katmak Câhiliyyet küfrünü artırmaktan başka bir şey değildir. Bununla müşrikler dalâlete düştüler (düşerler), Allâh’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını haram yapmak isterler. Zaman, Allâh’ın yerleri ve gökleri yarattığı günden beri aynı şekilde devam etmekte ve yılın ayları bir sıra altında —dör­dü haram olmak üzere— onikiye varmaktadır.

Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet etmenizi ve bu hususta Allah’dan korkmanızı tavsiye ederim. Siz onları Allâh’ın emaneti olarak aldınız, Allâh’ın kanunu ile izdivaç ettiniz, onların nâmuslarını ve ismetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Bunun için kadınlarınızın üzerinde sizin hakkınız, sizin üzerinizde de onların hakları vardır. Sizin hoş görmediğiniz kimseleri evlerini­ze almamaları, kötü görülen hareketlerde bulunmamaları hakkınızdır. Eğer bunları yaparlarsa kendilerinden ayrılmanıza izin vardır. Eğer haklarınıza riâ­yet ederlerse onlara iyi bakınız ve değerince giydiriniz, bu onların haklarıdır. Onlara iyi sözlerle öğüt verin. Çünkü onlar sizin yardımcılarınızdır, kendilerini size bağlamışlardır. Kadınlar kocalarının izni olmadıkça onun malından hiçbir şeyi başkasına vermeyeceklerdir. Erkekler de kadınlarım sayacaklardır. Hiz­metçilerinize de yediğiniz yemeklerden yedirmeye, giydiğiniz elbiselerden giy­dirmeye dikkat ediniz. Affedemiyeceğiniz bir hatayı işlerlerse onlardan ayrı­labilirsiniz. Onlar Allâh’ın kullarıdır, hiçbir zaman kötü muamele görmeye lâyık değillerdir.

Ey insanlar! Allah her hak sâhibine hakkını (Kur’ân’da) vermiştir. Vere­seye vasiyyet etmek yersizdir (vâris için vasiyyete lüzum yoktur). Çocuk kimin yatağında doğmuşsa ona aittir. Namus hırsızlığı men’ edilmiştir (haram­dır), zinâkâr için mahrumiyyet vardır. Kendini babasından başkasına nisbet etmek iddiasında bulunarak neseb iddia eden soysuzlar veya velîsinden (efen­disinden) başkasına intisâba kalkarak onu kendisine velî (efendi) yapan nan­körler, Allah’ın gazabına, meleklerin lâ’netine ve bütün müslümanların ilencine uğrarlar. Allâh-u Teâlâ bu gibilerin ne ibâdetlerini, ne tevbelerini, ne ada­letlerini ve ne de şehâdetlerini kabûl eder.

Ey insanlar! Şeytan artık bu topraklarda tapılan bir şey olmaktan, ye­niden nüfuz ve saltanatını kurmak kudretinden tamamen ümidini kesmiştir. Fakat bu kaldırdığım şeyler hâricinde, içinizden her kim onun arzularına uya­rak küçük gördüğü işlerde ona uyarsa, o yine memnun olacaktır. Bunun için, ona karşı dâima uyanık bulununuz ve dîninizi korumak için bunlardan da hazer ediniz.

Ey mü’minler! Size öyle bir beyyine (apaçık bir delil) bırakıyorum ki, ona sıkı tutunursanız sonuna kadar dalâlete düşmezsiniz. Bu beyyine Allâh’ın ki­tabı Kur’ân ile Rasûlü’nün sünneti’dir.

Ey insanlar! Tebliğ ettim mi? Yarın bu size sorulacaktır, beni sizden so­racaklardır. Ne dersiniz?

Ashâb-ı Kirâm: — Evet yâ Rasûlâllah, tebliğ ettin, risâlet vazîfeni îfâ ettin, bize vasiyyet ve nasîhatta bulundun—.”

Orada bulunan binlerce müslümandan bu cevabı alan Hazret-i Muhammed (s.a.v.) de şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemâat üzerine çevirip indirerek;

“Şâhid ol yâ Rab, şâhid ol yâ Rab, şâhid ol yâ Rab.” dedi ve hutbesine son verdi1.

***

Bu sûretle hutbesini bitiren Hazret-i Muhammed (s.a.v.), Bilâl-i Habeşî (r.a.) ye emrederek bir ezan okuttu. Henüz öğle namazı kılınmamış olduğun­dan öğle ile ikindi namazlarını cem’ ederek iki kaamet ile edâ etti. Evvelâ bir kaamet edilerek öğle namazının farzını, sonra da bir kaamet daha edile­rek ikindi namazının farzını kıldı. Bu iki farz arasında nafile namaz kılmadı.

Bundan sonra devesine binerek Cebelü’r-Rahme’nin alt tarafında bulunan Mevkîf’e geldi. Deve üzerinde durup mübârek yüzünü kıbleye çevirerek güneş batıp sarılığı biraz zâil oluncaya kadar vakfe etti ve; “Yâ Rab! Namazım, hac resîmelerim, hayâtım ve memâtım hep Senindir. Yâ Rab! Gönül vesvesesinden, şeririn şerrinden, kötü işlerden Sana sığınırım. Allah’dan başka ilâh yoktur. Birdir, eşi ve ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’nadır, O her şeye kaadirdir.” diyerek uzunca bir duâ okudu. Kendisini takibeden müslümanlar da, aynı şekilde hareket ederek vakfe’ye durup duâ ettiler.

Güneş batmak üzere iken, Fadl ibn-i Abbas (r. anhümâ) nın vâlidesinin gönderdiği bir bardak sütü içti. Bu sûretle de Rasûlu’llah (s.a.v.) ın o gün (Arefe günü) oruçlu olmadığı iyice anlaşılmış oldu. Tam bu sırada —henüz Mevkîf’den ayrılmadan— şu meâldeki âyet-i kerîme nâzil oldu:

Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki ni’metimi tamam­ladım ve size din olarak Müslümanlığı beğenip seçtim ve ondan râzı oldum.”

Bu meâldeki âyet-i kerîmenin nâzil olması ile, bir taraftan bütün dînî hü­kümlerin tamamlanmış olduğu, Müslümanlığın kemâle ermiş bulunduğu, Rasûlullah (s.a.v.) in vazifesini ikmâl ettiği bildirilmekte, bir taraftan da fâni ha­yâta vedâ etmesinin yaklaşmış olduğu imâ edilmekte idi. Bu âyet-i kerîmeyi işiten Hazret-i Ebû Bekri’s-sıddîk (r.a.), bunun farkına varıp, "Bu âyet-i ke­rîme, Rasûlu’llâh’ın vefat edeceğini bildiriyor,” diyerek ağlamaya başladı ki hakîkaten de öyle oldu. Rasûlu’llah (s.a.v.) bu târihten sonra seksenbir veya sekseniki gün daha yaşadı. Bu müddet zarfında da şerîat ahkâmına hiçbir hü­küm ilâve olunmadığı gibi, hiçbir hüküm de nesh’e ve tebdîl’e uğramadı.

Güneş battıktan sonra Kasvâ’ adlı devesine binen Hazret-i Muhammed (s.a.v.), evlâtlığı Zeyd İbn-i Hârise (r.a.) nin oğlu Usâme (r.a.) yi terkisine alarak Arafat’tan Müzdelife’ye doğru hareket etti. Yolda kendisi devesinin gemini çekerek yavaş yavaş gittiği gibi, halka da sağ eli ile işâret ederek; “Es-sekîne, es-sekîne: Ağır ağır gidiniz, acele yürümekle hayır bulunmaz.” diyordu. Bu şekilde bir müddet gittikten sonra abdestini yeniledi. Usâme (r.a.) de, “Namaz kılacağız değil mi?” deyince, “Hayır namaz ilerde” cevâbını verdi. Bundan sonra yoluna devam ederek temkinli ve vakarlı bir halde Müzdelife’ye (içtimâ yerine) geldi. Henüz akşam namazı kılınmamıştı. Yatsı namazının da vakti girmişti. Bunun için akşam ve yatsı namazlarını cem’ ederek yine bir ezan ve iki kaamet ile edâ etti. Evvelâ bir kaamet ile akşam namazının far­zını, sonra da bir kaamet ile yatsı namazının farzını kıldı. Bu iki farz ara­sında da nâfile namaz kılmadı. Namazı müteakip de sabaha kadar Müzdelife’de kaldı ve şafak vaktine kadar yan üzere yatıp istirahat buyurdu.

Sabahleyin Zü’l-Hicce’nin onuncu Cumartesi günü (bayramın birinci günü) şafak söküp tanyeri ağarmaya başlayınca ezan okutup erkenden sabah nama­zını kıldı. Namazdan sonra da Kasvâ’ adlı devesine binerek Müzdelife’deki Meş’aru’I-Haram denilen yere gitti. Kıbleye karşı durarak duâ etti. Tekbir, Tehlîl ve Tevhîd eyledi. Ortalık iyice ağarıncaya kadar vakfe’de durdu. Bu sefer de Fadl İbn-i Abbas (r. anhümâ) ı terkisine alarak güneş doğmadan oradan ayrılıp Mina’ya doğru hareket etti.

Yoluna devam eden Hazret-i Muhammed (s.a.v.), giderken Fadl İbn-i Ab­bas (r. anhümâ) dan ufak çakıl taşları toplamasını istedi. O da toplayıp verdi. Yolda Muhassir vâdisinin ortasına gelince Kasvâ’yı biraz harekete getirip sür’atlendirdi. Bundan sonra da Cemretü’l-Kübrâ’ya çıkan yolu takibederek Cemretü’l-Akabe’ye geldi. Ufak çakıl taşlarından ibaret olan yedi cemresini, kuşluk vaktinde Cemretü’l-Akabe’ye attı. İlk taşı atınca da telbiye’ye son verdi. Bunlardan her birini iki parmağı ile tutup atıyor ve her defasında da "Bismi’llâh” deyip Tekbir getiriyordu. Ashâb-ı Kirâm’ına da; “Bu kırattaki (bu ölçüdeki) çakılları bu şekilde atınız. Ey insanlar! Din husûsunda ifrat et­mekten sakınınız, zirâ sizden evvelki ümmetlerin helâk olmasına sebep dinde ifrat etmeleri olmuştur.” buyuruyordu. Oraya gelen binlerce müslüman da aynı şekilde hareket edip Cemretü’l-Akabe’ye yedi taş atarak Tekbir getirdiler.

Bundan sonra Mina’ya gelen Hazret-i Muhammed (s.a.v.), Muhâcirîn-i Kirâm’ın kıblenin sağ tarafında, Ensâr-ı Kirâm’ın kıblenin sol tarafında, diğer müslümanların da karşıda saf saf yer almalarını emretti. Bu sûretle kendisini dinlemeye hazırlanan binlerce İslâm topluluğu karşısında ve yine devesinin üzerinde meşhur Vedâ haccı hutbelerinden ikincisini îrâdetti. Bu hutbe de bi­rincisine benzemekle beraber meâlen şöyledir:

*

* *

“Allâh’a hamd-ü senâ ederiz. O’na döneriz. Nefislerimizin fenâlıklarından ve kötü amellerimizden O’na sığınırız. Allâh’ın hidâyet ettiğini kimse yoldan çıkaramaz. Allâh’ın şaşırttığını da kimse yola getiremez.

Ben şehâdet ederim ki: Allah’dan başka ilâh yoktur. Birdir, eşi ve ortağı yoktur. Yine ben şehâdet ederim ki: Muhammed, O’nun kulu ve Rasûlü’dür.

Ey Allâh’ın kulları! Allah’dan korkup korunmanızı ve O’na itâat üzere olmanızı vasiyyet ederim.

Ey insanlar! Sizi Allâh’ın kitâbı Kur’ân’a bağlayan Peygamberinizin söz­lerini iyi dinleyiniz ve O’na itâat ediniz. Haccın menâsikını benden gördüğünüz gibi öğreniniz ve bundan sonra da öyle yapınız. Bilmiyorum amma belki bun­dan sonra benimle bir daha burada görüşemezsiniz. Zaman (ay, yıl dediğimiz vakit ölçüsü), bugün, Allâh’ın yerleri ve gökleri yarattığı günkü ilk vaziyeti­ne dönmüştür. Bir yıl, ay ölçüsü ile oniki aydır. Bunlardan dördü haram ayla­rıdır. Üçü birbiri ardına gelir ki bunlar Zü’l-Ka’de, Zü’l-Hicce ve Muharrem aylarıdır. Diğeri de Receb ayıdır ki Cemâdü’l-Uhrâ ile Şa’ban ayı arasındadır. Adâlet ve insaf, zulüm ve şiddet gibi şeyler, ancak üç şeyden meydana gelir ki bunlar da can, mal, ırz ve nâmus (şeref) dur.

— Bugün ne günü olduğunu biliyor musunuz?

— (Ashâb-ı Kirâm): Allah ile Rasûlü daha iyi bilir.

— Bugün Nahr günü (kurban kesim günü) değil mi?

— Evet, yâ Rasûlâ’llah, kurban kesim günüdür.

— Bu ay hangi aydır?

— Allah ile Rasûlü daha iyi bilir.

— Zü’l-Hicce ayı değil midir?

— Evet, yâ Rasûlâ’llah, Zü’l-Hicce ayıdır.

— İçinde bulunduğumuz yer hangi şehirdir?

— Allah ile Rasûlü daha iyi bilir.

— Belde-i Haram (Mekke şehri) değil midir?

— Evet, yâ Rasûlâ’llah, Belde-i Haram’dır.

— O halde biliniz ki mallarınız da, kanlarınız da, ırzlarınız da, bu günü­nüz, bu ayınız, bu beldeniz gibi mukaddes ve haramdır (her türlü taarruzdan masundur). Sakın benden sonra dalâlete kapılarak birbirinizin boynunu vur­mayınız. Biliniz ki hepiniz Allâh’a döneceksiniz. O da size yaptıklarınızı sora­caktır.

Ey insanlar! Her câni, bizzat kendi cürmünden mes’uldür. Hiçbir câninin irtikâbettiği cürüm, evlâdına şâmil olamaz. Hiçbir evlâdın cürmü de babasını mes’ul edemez. Herbirinizin malı ve kanı ötekine haramdır. Doğru yoldan ay­rılmayınız. Birbirinizin haklarına riâyet ediniz. Şâyet müslümanları doğru yo­la irşad eden adam kesik burunlu bir zenci (Arâbî) olsa bile ona da itâat ediniz.

Ey mü’minler! Rabbınıza ibâdet ediniz. Beş vakit namazınızı kılınız. Oruç ayında orucunuzu tutunuz. Emirlerime de itâat ediniz ki Allâh’ınızın Cennetine giresiniz. Bu nasîhatlarımı tutunuz. Bunları, burada hazır bulunanlarınız bu­rada bulunmayanlarınıza tebliğ etsin. Olabilir ki kendisine tebliğ olunan bâzı kimseler, burada bulunup da işiten bir kısım kimselerden daha iyi anlayıp bellemiş olur.

— Tebliğ ettim mi?

— Evet, yâ Rasûlâ’llah, tebliğ ettiniz.

— Şâhid ol yâ Rab.

— Burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin.”2

ikinci hutbesini de bu şekilde bitiren Hazret-i Muhammed (s.a.v.), oradan ayrılarak Mina’daki kurban kesim yerine geldi. Kendisi ve aileleri nâmına kurban edilmek üzere hazırlanan yüz deveden altmış üçünü kesip kurban etti ki bunları kendisi Medine’den göndermişti. Geriye kalan kısmını da —kurban edilmek üzere— Hazret-i Ali (r.a.) ye havale etti (vekâlet verdi). O da bun­ları Yemen’den getirmişti ki, hepsini kesip kurban etti.

Bundan sonra —Rasûlu’llah (s.a.v.) ın emri ile—, kurban edilen bu devele­rin her birinin etinden birer parça alınarak bir çömleğe konulup pişirildi. Otu­rup hep birlikte yediler. Et suyundan da içtiler. Diğer müslümanlar da aynı şekilde hareket edip kurbanlarını kestiler, etinden pişirip yediler. Kurbanların artakalan etleri ile derileri de —Rasûlu’llah (s.a.v.) ın emri ile— fukaraya dağıtılıp tasadduk edildi.

Bu sûretle kurban kesme işini de tamamlayan Hazret-i Muhammed (s.a.v.), kurban kesim yerinden ayrılarak Mina’daki tıraş olma mahalline geldi. Tıraş olmak için Ma’mer İbn-i Abdi’llâh (r.a.) ı çağırtarak saçlarını kestirip tıraş oldu. Kesilen saçlarından bir kısmını Ebû Talha El-Ensârî (r.a.) ye ve yakın­larında bulunan diğer müslümanlara —yâdigâr olarak— birer ikişer dağıttı. Geriye kalan kısmını da Ebû Talha El-Ensârî (r.a.) ye vererek dağıtmasına müsaade buyurdu. Onlar da bu mübârek kılları alıp —yâdigâr olmak üzere— sakladılar 3.

Bundan sonra ihram’dan çıkan Hazret-i Muhammed (s.a.v.), Kasvâ’ adlı devesine binerek Mina’dan ayrılıp Mekke’ye doğru hareket etti. Yolda Muhasseb denilen düzlüğe gelince; “Burası vaktiyle (Bi’set’in yedinci yılında) Kureyş ile Kinâne oğullarının, Müslümanlar ile Hâşimîler aleyhinde, küfr üzere birleşerek kız alıp vermemek, alış-verişte bulunmamak için ahd-ü peymân ettikleri yerdir.” buyurdu ki, bu sözleri ile, İlâhî intikamın tecellîsine ve;

(…………………………………………………………….)

“Nihâî zafer, Allâh’a teveccüh eden müttakîler içindir.” meâlindeki âyet-i kerîmenin ifade ettiği va’d-i îlâhî’nin tahakkuk ettiğine işâret ediyordu.

Bundan sonra Mekke-i Mükerreme’ye gelen Hazret-i Muhammed (s.a.v.), doğru Haram-i Şerife girdi. Kâ’be-i Muazzama’yı yedi kere tavaf ederek Ta- vâf-i Ziyâret’i (Tavâf-i îfâda’yı) yaptı, öğle namazım orada kıldı. Oradan ay­rılarak Abdü’l-Muttalip oğullarının hacılara su dağıttığı Zemzem kuyusunun başına geldi. Bu sırada Abbas Ibn-i Abdü’l-Muttalib (r.a.) —daha önce izin almış olduğundan— vazifesi başında hacılara su dağıtmakla meşgul idi. Onlara hitâben; “Çekin, ey Abdü’l-Muttalib oğulları. Eğer halkın bana ittibâ ederek sizi bu şereften mahrum edeceklerinden endişe etmese idini, suyu kuyudan biz­zat kendim çekerek içmek isterdim.” buyurdu. Bunun üzerine Abbas İbn-i Ab­dü’l-Muttalib (r.a.) de suyu kuyudan çekerek Rasûlu’llah (s.a.v.) a verdi. O da kıbleye karşı durarak ayakta içti. Kendisini takibeden diğer müslümanların hepsi de aynı şekilde hareket edip Tavâf-i Ziyâret’i yaparak Zemzem suyun­dan içtiler.

Bundan sonra Haram-ı Şerîf’den ayrılan Hazret-i Muhammed (s.a.v.), tek­rar Mina’ya gitti. Bir rivâyette de öğle namazını, Mescid-i Haram’da değil Mina’ya gelince Mina’da kıldı. Bu sûretle bayramın birinci gününün geri ka­lan kısmını Mina’da geçirdi.

Bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri de Mina’da kaldı. Her gün ikindi vakti Cemre-i ûlâ, Cemre-i vüstâ ve Cemre-i akabe’ye sırası ile yedişerden yirmibir taş attı. Dördüncü günün sonunda hepsi yetmiş taş oldu.

Hazret-i Muhammed (s.a.v.), Mina’da kaldığı sırada Zü’l-Hicce ayının onbirinci Pazar günü (bayramın ikinci günü) Nasr sûresi’nin nüzûlünü duyan halkın toplanması üzerine— meşhur Veda haccı hutbelerinden üçüncüsünü, yi­ne Kasvâ’ adlı devesinin üzerinden îrâd etti. Bu hutbesinde de Allâh-u Teâlâ’ya hamd-ü sena ettikten, Tekbir ve Tehlîl’de bulunduktan sonra mal, can ve nâ­mus masuniyetinden ve âmme haklarından bahsederek iktifa etti ki, az bir farkla yukarıdaki iki hutbesine benzemektedir.

Yevmü’n-Nefr (Dağılmak günü) denilen Zü’l-Hicce ayının onüçüncü günü (bayramın dördüncü Salı günü) Mina’dan hareket eden Hazret-i Muhammed (s.a.v.), Muhasseb (Ebtah) denilen düzlüğe (vadiye) geldi. Geceyi orada ge­çirdi. Çarşamba günü sabahleyin erkenden Mekke-i Mükerreme’ye inerek Haram-ı Şerife dâhil oldu. Güneş doğmadan Vedâ tavâfı’nı (Tavâf-i Sader’i) yaparak hacca son verdi. Diğer müslümanlar da aynı şekilde hareket edip Vedâ tavâfı’nı yaparak haclarına son verdiler.

Bu sûretle hac menâsikını tamamlayan bütün hacılar, biribirleri ile vedâlaşarak memleketlerine döndüler. Hazret-i Muhammed (s.a.v.) de Muhâcirîn-i Kirâm ve Ensâr-ı Kirâm ile birlikte, Mekke-i Mükerreme’nin alt tarafındaki Küdâ yolundan Medîne-i Münevvere’ye hareket etti. Yanına biraz Zemzem su­yu aldı. Mekke-i Mükerreme’den ayrılırken de duâ etti.

Yolda Cuhfe’ye üç mil kadar bir uzaklıkta bulunan Gadîr-hum mevkiinde konakladı ve ebediyy’et âlemine çağırıldığını Ashâb-ı Kirâm’ına haber vererek şöyle dedi:

“Ey insanlar! Ben yalnız bir beşerim. Yakında Allah’ın elçisi gelecek. Ben de O’nun da’vetine icabet edeceğim. Fakat size iki büyük şey bırakıyorum. Bunlardan birisi Allâh’ın kitabı (Kur’ân) dır. Hidâyet ve nur O’ndadır. Allâh’ın kitâbını alınız ve O’na sımsıkı sarılınız. O size doğru yolu buldurur, sizi saâdete ulaştırır. Diğeri de, Sünnetim’dir. Ehl-i Beyt’im hakkında dâimâ Allâh’ı hatırlayınız.”

Bundan sonra yoluna devam ederek Zü’l-Huleyfe’ye gelen Hazret-i Muham­med (s.a.v.), geceyi orada geçirdi. Sabah olunca erkenden hareket ederek Me­dîne-i Münevvere’ye dâhil oldu. Üç kere Tekbir getirdikten sonra şöyle duâ buyurdu:

“Allah’dan başka ilâh, O’ndan başka ibâdet edilecek yoktur. Birdir, eşi ve benzeri, dengi ve ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’nadır, O her şeye kaadirdir. Dönüyoruz, tevbe ettik, ibâdet ettik, secde eittik, Rabbımıza şükre­derek O’na hamd-ü senâda bulunduk. Cenâb-ı Hak va’dini (sözünü) yerine ge­tirdi. Kuluna yardım etti. Aleyhimize birleşen düşmanları yalnız başına mağlûp ve perişan etti.”5

İşte Hazret-i Muhammed (s.a.v.) in, hayâtının sonuna yaklaştığı bir za­manda yapmış olduğu, bununla bütün müslümanlara haccın her türlü menâsikını bizzat kendisi yaparak gösterip öğrettiği, tebliğ edip bildirdiği meşhur Vedâ haccı, bu şekilde cereyan etmiştir. Cenâb-ı Hak bütün müslümanlara aynı faziletle hac farizalarım ifâ etmek nasib buyursun, âmin.

(1) Sahîh-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi C. 10, ss. 429-434.

(2) Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi C. 10, ss. 436-439 ve (1654 nolu Hadisi Şerif). Kâmil Miras.

(3) Sahîh-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi C. 10, ss. 442.

(4) Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi C. 6, ss. 132-133 ve 210 ve (786 nolu hadîsi gerîf ve izahı). Kâmil Miras.

(5) Sahih-i Buhâri Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi C. 6, ss. 226 (853 nolu Hadis-i Şerif). Kâmil Miras.