Makale

AİLEDE DİN EĞİTİMİ

AİLEDE DİN EĞİTİMİ

Halis AYHAN
Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü
Dînî Psikoloji ve Pedagoji Öğretmeni

Eğitimden, genel olarak, yetişmekte olan neslin rûhî ve bedenî bütün ka­biliyetlerinin geliştirilmesi, sahip olduğumuz değerlerin bir plâna göre öğ­retilmesi ve yaşatılmasını anlayabiliriz. Eğitim, bir milletin değerlerini mu­hafaza eden ve olgunlaştıran çalışmaların bütünüdür. Yetişkin nesiller, sâhip oldukları maddî ve manevî değerleri, gençlere kabiliyetleri oranında kazandı­rabilir ve gençler tarafından yaşanılan değerler olarak devam ettirebilirse, o toplumda ilerlemenin yanında, nesillerin biribirlerinden sevgi, saygı ve güven duygularıyla faydalanmaları da gerçekleşmiş olur.

Bu yazımızda, dînî değerlerimizin, çocuklara ailede nasıl öğretilmesi ve yaşatılması gerektiğini tesbit etmeye çalışacağız. Her şeyden önce, âile büyük­lerinin çocuğu iyi tanımaları, onun rûhî ve bedenî kabiliyetlerini tesbit etme­leri, ona göre yerinde ve zamanında rehberlikler yaparak, dînî değerleri öğ­retmeye ve yaşatmaya çalışmaları gerekir.

Her insanın iyi veya kötü bir şahsiyet olmasında âilenin tesiri büyüktür. Çocuklarda inançların yerleşmesinde, ibâdet ve ahlâkî davranışların sevilip samimiyetle yaşanmasında, anne-babanın rehberliği ve terbiyeci tutumları en önemli bir yer almaktadır. Bu gerçeği Peygamberimiz (S.A.S.) şöyle bildir­mektedir:

“Her çocuk fıtrat üzerine doğar, sonra anası babası onu yahûdi yahut hıristiyan yahut mecûsî yaparlar. Nasıl ki, hayvan yavrusu tam âzâ olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik bir şey görür müsünüz?”1

Peygamberimiz (S.A.S.) bunlan söyledikten sonra şu âyetleri okumuştur:

“O halde Habîbim, sen yüzünü bir muvahhit olarak dîne, Allah’ın o fıt­ratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışına hiçbir şey bedel olamaz.”2

Buna göre çocuklar, başlangıçta çok temiz varlıklar olarak kabûl edilmeli, iyi bir insan ve samîmî bir müslüman olabilme istidadının mevcudiyeti dikkate alınarak eğitilmelidir. Bu yöndeki çalışmaların en tesirlisinin âilede olacağını, hem yukarıdaki hadîs, hem de bugünkü eğitim ilmi kabûl etmektedir.

Çocukluk çağında, ne gibi duygu, düşünce ve davranışların olduğu bili­nirse, çocuğun müsâit olduğu zamanlarda yapılacak telkinlerle, bilhassa iyi örneklerle, dînî yaşayışı severek kazanması temin edilebilir. Çocuğun günlük yaşayışı içinde din esaslarını birer nazariye olarak anlatmaktan çok, anne-ba­banın bizzat vereceği örneklerle benimsemesini sağlamalıdır. Meselâ anne-baba yemekten önce çocuğun ellerini yıkamasını, “besmele” ile yemeğe başlamasını öğretmek istiyorsa, bunu her zaman ve ihmâl etmeden kendileri yapmalıdır. Çocuğun o yaşlarda büyüklerin, anne ve babalarının hareketlerini dikkatli bir şekilde takibettiklerini ve taklit etmeye çalışacaklarım unutmamalıdır. Anne-babayı veya evdeki diğer büyükleri memnun etmek için, iyi olan davranışları, onların hoşuna giden hareketleri yapar. Böylece “çocuk, akıl yürütmeden şartlanma ile hangi davranışlarının kötü ve iyi olduğunu sezmeye çalışır.”3

Çocuklar, ana-babasının örnekleriyle gösterdiği ve yapmasını istediği dînî davranışları, zaman zaman yapmayabilir. Bunun sebeplerini iyi ve doğru bul­mak gerekir. Unuttuğu için mi sofraya elini yıkamadan, besmeleyi söyleme­den oturmuştur, yoksa çok acıktığı için veya çok zevkle oynadığı bir oyunu bırakarak sofraya çağırıldığından mı? Bütün bu ve bunlar gibi sebeplerle, ço­cuk, öğrettiğimizi yapmamış olabilir. Bu durumları dikkate alarak ana-babanın sabırlı ve anlayışlı davranması gerekmektedir. Çocukların bu gibi unut­kanlıklarını normal görüp, işledikleri hataları düzeltirken yapılacak telkin ve tavsiyelere dikkat etmelidir. Zîrâ çocuğun inatlaşmasını veya şiddetle istedik­lerini yaptırmak gibi kötü sonuçlar doğuracak hareketlerden kaçınmalıdır.

Çocuklar, beğendiğimiz iyi ve güzel davranışlar yaptığı zamanlarda, bu davranışlarından dolayı Allâh’ın ve Peygamber’in de kendini seveceğini söyle­meli, anlayabileceği miktarda dînî bilgiler vermelidir. Din bilgilerinin başlan­gıçta çok az verilmesinin sebebi, çocukta merakın uyanmasını sağlamak, bü­yüklere sorular sorarak öğrenmesini ve zamanla isteyerek daha çok bilgi ka­zanmasını temin içindir. Bunun yerine, dikkat ve anlayış seviyesinin üstünde yapılacak, uzun uzun telkin ve tavsiyelerden beklenen fayda sağlanamaz. Unutulmamalıdır ki, çocukların dînî değerlerimizi, yalnız kaldığında da seve­rek yaşaması önemlidir. Büyüklerin gördüğü yerde sun’î olarak biliyor ve ya­şıyor görünmesinden beklenen sonuç alınamaz. Fakat komşuya âit bir eşyayı bulup teslim eden bir çocuğa, büyükler, bu hareketini beğendiklerini, başkası­na âit bir mal bulunursa gizlememesi gerektiğini, Peygamberimiz (S.A.S.)’in de böyle çocukları seveceğini söylemelidir. Bu durumda kuvvetle muhtemeldir ki, çocuk, Peygamber (S.A.S.) hakkında bâzı sorular soracaktır. İşte bu şe­kilde sorular sormasına hazırlanmalı ve ondan sonra gerekli bilgileri vermelidir.

Suç işleyen bir çocuğu cezalandırırken de, aynı dikkat ve anlayışı göster­melidir. Hatasını göstermeli, gerektiğinde hafif cezalar vermeli, fakat mutlaka nasıl doğru hareket edeceğini öğretmelidir. Şu misâl, bu kanaatimizi kuvvet­lendirmektedir:

“Râfi’ b. Amr’dan: Ben çocukken Ensâr’ın hurma ağacını taşlardım. Ensârî beni tutup Peygamberimiz (S.A.S.)e götürdü. Peygamberimiz (S.A.S.) bana:

— Çocuğum, onların hurma ağaçlarını niçin taşladın? diye sordu.

— Yâ Rasûlâllah, açtım, yemek için taşladım, dedim.

— Sen bir daha taşlama! Altlarına düşenleri al, ye! Allah seni doyurur, dedikten sonra başımı sıvadı ve ‘Allâh’ım, karnını doyur’ diye dua etti.”4

Burada Peygamberimiz (S.A.S.)’den çok güzel, terbiyevî bir örnek görü­yoruz. Çocuğun neden bu hatayı işlediğini önce sorarak öğreniyor, daha sonra bir daha yapmamasını istiyor ve ne yapması gerektiğini de öğretiyor. Yaptığı duâ ile de, çocuk istediğini yaparsa seveceğini göstermiş oluyor. Bunu bütün eğitimde örnek olarak tatbik edebiliriz. Herhangi bir suçu işleyen çocuğun şiddetle, hiç sebepleri araştırılmadan cezalandırılması yanlış sonuçlar doğura­bilir. Çocuğun korkak, cesaretsiz, kendine güvensiz bir insan olarak yetişme­sine veya ikiyüzlü, hîlekâr olmasına sebep olabilir. Her iki durum da arzu edilmeyen bir sonuçtur. Ayrıca, yaptığı işin hatalı olduğu açıkça ve kesin olarak belirtilmeli, fakat daha sonra nasıl davranması gerektiği mutlaka öğ­retilmelidir. Muhtemeldir ki, çocuk bir suçu bilmeden işlemiştir; neden yasak, suç ve günah olduğunu bilmemektedir. Yaptığı hatayı büyükleri öğrenip de kızdıkları zaman, tam o anda pişman olmuş, üzülmüş, belki bir daha yapma­maya hazırdır. Fakat bu durumları hiç dikkate almadan, “çok kötü bir çocuk olduğunu”, “böyle çocuğu olacağına hiç olmasa daha iyi olduğunu” söyleyerek döven ve cezalandırmak isteyen büyükler, çoğunlukla çocuğa ne yapması ge­rektiğini öğretmeyi unutmaktadırlar. Yukarıya aldığımız hadîste çocukların iş­ledikleri hataların nasıl düzeltilmesi gerektiğini görmekteyiz. O şekilde yapıla­cak rehberliklerden müsbet sonuçlar beklenebilir. Kuvvetle tahmin edilebilir ki, çocuk bir daha kötü davranışlarda bulunmaz.

Yalan söylemeyen, temiz giyinen, arkadaşlarıyla iyi geçinen çocukların bu gibi davranışları takdir ve teşvik edilmeli, dînî bilgi ve davranışları bu esna­da kazandırmaya çalışmalıdır. Arkadaşlarıyla zevkle oynadığı bir oyunda, el­bisesini kirleten, kötü sözler konuşan çocukları bu oyunlardan menetmek için dînin yasak kıldığını söyleyerek, Allah (C.C.) ve Peygamber (S.A.S.) tarafın­dan sevilmeyeceklerini tam o esnâda söylemek yerinde olmayan bir telkin ola­caktır. Zîrâ çocuk, bu esnada, yapacağımız telkini almaya müsâit değildir. Yapılan tavsiyeleri benimseyip yerine getirmesi mümkün olmadığı gibi, aksi­ni yapması da muhtemeldir. Meselâ: Oyun heyecanı ile yalan söyleyen bir ço­cuğa ana ve babası, “Yalancıyı Allah cehenneme atar” vb. sözlerle onu ya­landan menetmeye çalışırsa, çocuk ilk önce bu tehdide inanmış gibi görünerek çekinir, ilk fırsatta aynı hatayı bir daha yaparak anne ve babasının tehdidinin doğru olup olmadığım kontrol etmek ister. Birkaç kere aynı hatayı işlediği halde anne-babasının dediği gibi cezalandırılmadığını görünce, inancı yahut büyüklere itimadı sarsılarak kötü alışkanlıklara ısrarla devam edebilir. Henüz o yaşlarda mânevî ve mücerret mefhumları kavramaya müsait değildir. Daha çok dînin sevgi, teşvik, mükâfat yönlerinden bahsetmeli, yalan söyleyen çocu­ğun alacağı cezalardan bahsederek korkutmanın yerine yalan söylemeyen ço­cukların, Allah (C.C.), Peygamber (S.A.S.) ve diğer insanlar tarafından sevi­leceğini, anlatmalıdır. Bilhassa ana-baba sevdiğini açıkça göstermelidir. Çocuk­lara iyi alışkanlıkların kazandırılması şefkatle iyi örnekler vermekle mümkün olduğu gibi, kötü temâyüllerden vazgeçirmek de, sevgi ile yapılan dikkatli reh­berlikle mümkün olacaktır.

Ağır, bedenî ve mânevî cezalarla geçici ve yapmacık doğruluk kazandırı­labilirse de, müstakil bir şahıs olarak hayata atıldığında, zararlarını hem ço­cuk, hem de âile görecektir.

İbâdetlerimizin çocuklara öğretilmesi de aynı metodla yapılmalıdır. Namaz ve orucu sevdirmeli, çocuklar namaz ve oruca başladığı zamanlarda, hediyeler almalı, bu hareketlerinden dolayı, büyükler memnun olduklarını söz ve tutumlarıyla, çocuklara anlatmalıdır. Dînî gün ve gecelerde, çocukların beğeneceği yiyecek, giyecek ve oyuncaklar alarak, o gün ve gecenin özlemini duymalarını, geçtikten sonra da elindeki oyuncağı gördükçe, kendine bu çok sevdiği oyun­cağın alınmasına vesîle olan günleri severek hatırlamaları sağlanmalıdır.

Burada hadîs-i şerife dayanan, ilk bakışta yukarıdaki fikrimize uygun düşmediği zannedilebilecek bir anlayışın açıklamasını yapmakta fayda vardır. Peygamberimiz (S.A.S.) şöyle buyurmuştur:

“Yedi yaşındaki çocuğa, namaz kılmayı öğretiniz. On yaşına vardıkları halde kılmazsa dövünüz, cezalandırınız.”5

Ana-babalara, gerektiği zaman çocukları döverek namaza alıştırmaları tavsiye edilmektedir. Diğer taraftan eğitimciler de çocukları kötü alışkanlık­lardan vazgeçirmek için cezalar verilebileceğini kabûl ederken, herhangi bir iyi davranışı benimsetmek için, sevdirerek korkutmadan eğitilmesinin gerek­tiğini tavsiye etmektedirler.

Hadîs-i şerîf dikkatle okunduğu zaman görüleceği gibi, önce çocuk yedi yaşına geldiği zaman namaz kılmayı öğretmemiz isteniyor. Bu öğretme esna­sında bütün sevgi ve dikkatle çocuğa namaz öğretilmelidir. Çocuğun isteyerek, severek ibâdet yapmasını temin edici bütün sâikler (motivler) ana-baba tara­fından yerine getirilecektir. Çocuğa hediyeler alınacak, arkadaşlarıyla bera­ber câmiye gitmeleri temin edilerek namazı sevmesi öğretilecek, ana-baba bu davranışları yapan çocuğu sevdiğini açıkça belirtecektir. Asr-ı saadette eshab çocuklarına ibâdeti böylece kazandırıyorlardı. Rübeyyi’ (R.A.) şöyle rivâyet etmektedir:

“Küçük çocuklarımıza da oruç tutturur (onlarla mescide giderdik), oruçlu çocuklarımıza (boyalı) yünlü kumaştan oyuncak düzerdik de, bunlardan yemek diye ağlayan olursa, iftar vakti erişinceye kadar ona bu oyuncağı verir, eğlendirirdik.”6

İbâdet ve ferâiz’in, yalnız bülûğ çağında lâzım olduğunda ulemânın icmâ’ı vardır. Şu kadar ki, ekseriyetle ulemâ, ibâdetlerimize, çocuklarımızın itiyat ve mümarese peyda etmeleri için, müstahsen addetmişlerdir. Hakikaten bülûğ çağına erişmeden çocuklarımızın birkaç oruç tutmaları, ilerde, bu sevimli ibâ­detimizi daha kolayca îfâ etmelerine vesîle olur. Bu da, Evzâî’nin serahaten dediği gibi; henüz neşvünema devrinde bulunan çocuğun kuvây-ı bedeniyesine za’f vermemekle meşruttur.7

Buhârî ve Müslim’de bulunan hadîsin belirttiği gibi, çocuklara ibâdetleri sevdirerek yaptırmanın gerektiği, esastır. Onlara hediyeler, oyuncaklar ala­rak namaz ve oruca başlamasını temin etmelidir. Bu metodla, çocuğun ibâdet­lere alışması en az üç yıl öğretilmeğe çalışıldıktan sonradır ki, çocuk ibâdet­leri yapmamakta ısrar ederse, o zaman ceza müeyyideleri çok ölçülü olarak kullanılacaktır. Bu durumlarda, o yaştaki çocuklar için ceza müeyyidesinin de gerektiği eğitimciler tarafından da savunulmaktadır: “Birinci ve ikinci çocukluk devresinde (okul öncesi) çocuk çevresinden pasif olarak tesirler alır. Anlamadan öğrenir... Burada eğitimin temelini, hafif bir korkutucu disiplin metodu teşkil edecektir. Fakat bu korkutma ağır bir ceza tehdidi haline gel­meyecektir.”8

Din eğitiminin âilede istenildiği gibi yapılabilmesi için, yukarıdaki hadîs­lerin, bir arada biribirini tamamlayan tavsiyeler olarak düşünülmesi yerinde olacaktır. Bununla beraber çocukların kabiliyetlerine göre herhangi birinin ışığında yürümek de mümkündür. Eğitimde muvaffak olabilmek için, dînin bi­linmesiyle birlikte, çocukların kabiliyetlerinin de dikkate alınması gerekmek­tedir. Bunlardan birini dikkate almamak yanlış ve zararlı sonuçlar doğurabilir.

Ailenin yaptığı en önemli çalışma, çocuklarını iyi yetiştirmek için olanıdır. Bunun için, anne-baba her türlü maddî ve mânevî fedakârlıkları, iyi niyetle, sabırla ve dikkatle yapmalıdır:

“Kişinin sarfedeceği paranın en faziletlisi, önce âilesine ve âilesi içinde­kilere sarfedeceği paradır. Küçük çocukların yiyecek ve giyeceklerini sağlayıp, onları başkalarına muhtaç bırakmayarak, kendilerini iffetli kılan kimseden daha büyük ecirli kim olabilir?”9

İslâm âlimleri hadîs-i şeriflere dayanarak, çocuğun yetiştirilmesini en önemli ibâdetlerden saymaktadır:

“Oğlu kendinden ilim öğrenmek isteyen bir adam, İbn-i Sahnûn’a; ‘Ben kendi işimle uğraşıyorum, onunla meşgul olamıyorum’ demişti. İbn-i Sahnûn ona; ‘Bu hususta alacağın ecrin hac ve cihad sevabından daha büyük oldu­ğunu biliyor musun?’ diye cevap verdi.”10

“Onlar ki; ey Babbımız, derler, bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin bebeği olacak sâlih insanlar ihsan et.”11 diye dua eden mü’minlerdir ki, çocuklarını iyi vatandaş, ilim ile îmânını birleştiren iyi müslümanlar olarak yetiştirmek isterler. “Çünkü milletlerin ikbâli için marifet, bir de fa­zilet... iki kudretin lâzım”12 olduğunu unutmazlar. Ancak o zaman şu sonuca ulaşmanın huzûrunu ümid ederler:

“Zürriyetleri de îman ile kendilerine tabi’ olanlar (yok mu?), biz onların nesillerini de kendilerine kattık. Kendilerinin amelinden bir şey eksiltmedik. Herkes kazancı mukabilinde bir rehindir.”13

_________________________________________

(1) Tecrîd-i Sarih Tercemesi. 2. baskı, Ankara 1968, c. IV, s. 529.

(2) Rûm sûresi, ayet: 30.

(3) İ. Başaran, Eğitim Psikolojisi, Ankara 1971. s. 158.

(4) İbni Mâce, Sünen, Mısır 1372, c. II, s. 771.

(5) Ebû Dâvud, Sünen, Mısır 1348, c. I. s. 80.

(6) Tecrîd-i Sarih Tercemesi, c. VI, s. 288.

(7) Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, c. VI, s. 289.

(8) Hilmi Ziya Ülken, Eğitim Felsefesi, İs. 1967, s. 212.

(9) Müslim, c. II. s. 692; M. Sofuoğlu, Sahih-i Müslim Tercemesi, İst. 1968, c. III, s. 188.

(10) el-Kayravânî, İslâmda Öğretmen ve Öğrenci Meselelerine Dâir Geniş Bir Risâle (Terc. Süleyman Ateş), Ank. 1966, s. 29.

(11) Furkan sûresi, âyet: 74.

(12) Mehmed Akif, Safahat (Âsım), 7. baskı, İst. 1966, s. 441.

(13) Tûr sûresi, âyet: 21.