Makale

MÜSLÜMANLIK VE MÜSLÜMANLAR

MÜSLÜMANLIK VE MÜSLÜMANLAR

Derleyen: Bekir TOPALOĞLU
Yazan: Veled Çelebi (İZBUDAK)

Aşağıda okuyacağınız makale, 1331 H. (1912 M.) Ramazanın­da, Konya Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Tekkesinde postnişîn olan, büyük mutasavvifîn torunlarından Muhammed Bahâuddîn Veled Çe­lebi Efendi’ye (1869-1950 M.) âittir. Makale aslında “İlim ve Fel­sefe” adıyla 1912 yılında intişar eden bir kitaba takriz olarak ya­zılmıştır. Kitabı felsefe muallimlerinden Charles Bourdel kaleme almış ve son devrin yetiştirdiği nâdir ilim adamlarımızdan Mehmed Ali Aynî (1869-1945 M.) Türkçeye terceme etmiştir.

Veled Çelebi gibi mutasavvıf, âlim, dil mütehassısı bir zâtın kaleme aldığı bu takrizi müstakil bir makale halinde neşretmeyi uygun bulduk.

Veled Çelebi, takrizin baş tarafında 2-3 sâhife içinde adı geçen kitabın kısa bir tahlilini yaptıktan sonra Müslümanlık ve zamanın Müslümanları hakkında fikir ve kanâatlerini serd eder. Dikkat edil­diği takdirde, aradan yarım asır geçtiği halde, durum bugün de pek değişmemiştir.

Makalede muharririn cümleleri aynen muhafaza edilmek şartiyle yer yer kelime sâdeleştirilmeleri yapılmıştır. Baştaki İlim ve Fel­sefe kitabı ile ilgili tahlil, husûsiyetine binâen, alınmamıştır. - B. T.

____________________________________

Biz bîçâre Müslümanlara mahsus tuhaflıkların en hazinlerindendir ki dinle­rin gerekli ve lüzumlu olduğunu, dînimizin hak olduğunu, yüceliğini bile Avrupa âlimlerinin şehâdetiyle bilmeyenlerimize, yâni İslâmiyetin saltanatını ancak kendileri kurtaracak olan en münevver, en kabiliyetlimiz bulunan genç­lerimize, mekteplilerimize isbata mecbur oluyoruz ve “Asıl fazîlet düşmanların da kabûl ettikleri fazilettir” diye de teselli buluyoruz.

Hâlbuki bir millet kendini bilmezse, milletin cismi ve rûhu demek olan milliyetçiliği ile din, ahlâk ve âdetlerini diğer bütün milletlerinkine tercih ede­rek her şeyden ziyade sevmezse o milletten ne felâh umulur? Türkler, dünyâ yüzündeki milletlerin en şereflilerinden, en büyüklerinden olduklarını, İslâmi­yet bütün dinlerin özü ve rûhu, en mükemmeli, akla ve hikmete en muvafıkı, yâni tabiat kanunu denilecek şekilde dosdoğru bir din, yâni fıtrat dîni, tabiat dîni olduğunu bilmek için üç lisanda yazılmış eserlerden istidlal edeceğimiz yerde yâhut biraz daha himmet edip de Arapça gibi şerefli bir lisanı, müslümanların gönüllerinin sevgilisi olan o güzel dili öğrenip de İslâmî hakikati bizzat Kur’ân-ı Kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden çıkaracağımız yerde yabancı­ların şehâdetine muhtaç oluyoruz. Bu ne hazîn hal!

Fakat bu mevzuda yalnız kabahat gençlerimizde değildir. Kabahatin en bü­yüğü asırlardanberi ecdadımızdan mîras alınmış olmak üzere ilim erbabındadır. İtiraf edelim. Biz dünyâlar değer bir ma’nevî servet olan ve bugün ondan başka elimizde hiçbir sermaye bulunmayan dînimizin kıymetini bilememişiz ve hâlâ da bilemiyoruz. Dördüncü asırdan sonra dînimizde bir gerileme başlamış, dokuz yüzde pek belirmiş, binden sonra umûmî za’f üzerimize çökmüş.

Dînimiz; pâk, beyaz, yüksek, sevimli, kolay, son derece sâde ve yüklediği vazifeler mahdut, bütün ahkâmı ma’kul ve çok lüzumlu, din işlerini herkesin serbestçe düşünmesine müsait ve belki bunu emredici, gayesi ise dünyâda ve âhirette insanların hakîkî saâdetini temin edici iken biz onu hemen İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren çeşitli renklere boyamışız, halka korkunç, müthiş göstermişiz, fevkalâde güçleştirmişiz, son derece muğlâk bir şekle sokmuşuz, bir insanın hayâtına müsait olamayacak teklifler, vazifeler doldurmuşuz; bir­takım kudretsiz, kifâyetsiz âlim geçinir kimselerin eserleri galebe ve şöhret alarak dîni ma’kuliyet dairesinden çıkarmışız. Lüzumsuz ve belki insanlığın hayat ve saâdeti için zararlı imiş gibi bir tarza dökmüşüz. Müslümanları din umûrunda düşünmekten, din işleri ile meşgûl olmaktan men’ ederek Kur’ân-ı Kerîm’in, Hadîs-i Nebevî’nin ma’nâsmı, ahkâmını anlamaktan şiddetle alakoyarak kör taklide, kayıtsız şartsız itaate, tam bir donukluğa ve küllî körlüğe icbar etmişiz. İki âlemde saâdetimizi tekeffül eden mübârek, mukaddes, se­vimli, aziz dînimiz başımıza bir dert gibi yük olmuş. Kimimiz mürâîce dindar gibi görünmüş, kimimiz âlenen küfür yoluna sapmış. Ortada bir kısım hakîkî âlim ile bâzı temiz yürekli müslüman ve bir de saf i’tikad, temiz yaratılışlı avâmımız yüce dînimize sâdık kalmış, işimize yarayacak birtakım münevver kimseleri elden kaçırmışız.

Evet, kabahat bizimdir. Çünkü bir taraftan din lisânı olan Arapçanın öğ­retilmesini fevkalâde güçleştirdiğimiz gibi diğer taraftan dînin hakikatını da asırdan asra gittikçe güzelliğini örtecek çeşitli renkler içinde boğmuşuz.

Fakat Nasreddin Hoca; “Hep kabahat bende mi, hırsızın hiç suçu yok mu?” dediği gibi dînini dünyâsını yüzde biri kadar arayıp merak etmeyen ve bi­nâenaleyh cehâletinden ötürü itiraz edenlerde kabahat yok mu? Elbette pek büyük, pek çirkin kabahat işlemiş oluyorlar. İlim ile şeref ve haysiyetle, necâbetle alâkası olanlar pekâlâ bilirler ki insan bilmediği şeyi —tasdik etmese bile— bari inkâr etmez. Husûsiyle İslâm Dîni gibi büyüklüğü, güzelliği bedâhet mertebesine erişmiş kat’î şeyleri inkâr edeceğine bin üç yüz senedenberi binlerce büyük insan tarafından kabûl ve tebcil edildiğini görerek taklit yo­luyla da olsa kabûl ve tebcil eylemesi lâzımdır. Avrupa âlim ve filozofları, asâlet erbabı nezdinde dahi herkesin şahsı ve namusu gibi dîni de muhterem­dir. Bu hürmeti göstermeyen kendi mayasının bozukluğunu, kendi asâletsizliğini meydana koymuş olur.

Babadan dededen müslüman neslinden gelip müslüman nâmını taşıyan, müslümanlar içinde yaşayan ve belki bir hizmetle müslümanların başında bu­lunan ve sonra da îslâm Dîninden haberdar olmayan kimselere üç şey lâzım­dır. Birincisi, zamanının bir mikdarını bu uğurda sarfedip İslâmiyetin hakika­tini öğrenmek. İkincisi, meşru’ ma’zeretleri sebebiyle öğrenemeyenler i’timat ettikleri insan-ı kâmilleri taklit etmek. Üçüncüsü, bu ikisini de yapmayıp müs­lüman kalmak istiyorsa müslümanların içinden mertçe çekilerek istediği gibi yaşamak, insanım diyen kimse için bunun dördüncüsü olmasa gerektir. Bi­nâenaleyh birinciyi, ikinciyi yapmayıp da sonra yine müslümanlar içinde münâfıkane yaşayanlara, müslüman oğlu müslüman nâmını taşıyanlara, fazla ola­rak hem bizim ekmeğimizi yeyip yine hem bizi ve dînimizi tahkîr edenlere, işin en hazîn ciheti, bilmediği halde tahkîr edenlere karşı verilecek isim, söy­lenecek söz kâinat kâmuslarında bulunamaz. Varsın o, kendi kendine bir va­tan, bir neseb, bir isim bulsun.

Bendenizin acilen bu mevzuda söyleyeceğim söz bundan ibarettir.

Yine ma’lûmu i’lâm kabilinden olarak din kardeşlerime şunu da arz ede­yim ki, İslâm Dîni, haddizatında Kur’ân-ı Kerîm içinde mevcuttur, ilmi olma­yanlar Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe tercemelerini toplayıp dikkatle okusun. İ’tikad edilecek şeyleri Rabbısının Kelâmından öğrenebildiği kadar öğrensin. Başka sözlere kulak asmasın. Ameller ise kolaydır. O mevzuda Türkçe kitaplar çok­tur. Devam etmek şartıyla elinden gelebildiği kadar ibâdetten geri kalmasın. Arapça bilenler, İslâm’ın ilk devirlerinde kullanılan lügatleri şâhitleriyle beraber güzelce mütalâa etsin, sonra Kur’ân-ı Kerîm’i iyiden iyiye düşünerek dâimâ okusun. İcâbında muteber tefsir kitaplarına müracaat edebilir. Sonra sıhhatinde ittifak edilen hadîs-i şerîfleri okusun. Çünkü en sahîh tefsir Hz. Peygamber (S.A.S.)’in hadîslerinde bulunur.

Ameller için de bağlı bulunduğu mezhebin ana kitaplarından mes’eleleri delilleriyle görüp amel etsin. Tefekkür ve içtihadına genişlik gelmek için tak­lide saplanmamış muhakkik âlimlerin eserleriyle çok meşgul olmalıdır. İmâm-ı Şa’rânî ile Şâh Veliyyullah el-muhaddis hazretlerinin dînî ilimlere müteallik eserlerini okumalıdır... İbn-i Teymiyye ile talebesi İbn-i Kayyım el-Cevziyye’nin eserlerinde de pek kıymetli ilimler vardır. Bunlardan başka Yemen âlimlerin­den bâzı müctehid-i müstakillin, meselâ: Neylu’l-Evtâr, Îsâru’l-Hakk ale’l-Halk, el-Alemu’ş-Şâmih... gibi eserleri mütalâa edilmelidir. Behûpâl Emîri Seyyid Ha­san Sıddîk Han’ın da faydalı eserleri vardır. Husûsiyle müceddid-i muhakkik Şeyh Abduh ile Şeyh Reşîd Rîzâ ve Ferîd Vecdî’nin yeni eserlerini de mütalâa­dan geçirmelidir.

Bunların hepsini okuduktan sonra bunları dahî olduğu gibi taklit etmeyip müstakillen, mu’tedil meşreb bir mü’min-i muvahhid olmalıdır. Dînimizin gayet âlî, sâde, ma’kul, sevimli, az, kolay olduğu tahkîkına ererek herkese de bu yolda telkînatta bulunup dînimizi din kardeşlerimize sevdirmelidir. Hele İslâm memleketlerinde Kur’ân ve Hadîs’i herkese bildirmeğe çalışmalıdır. Tâ ki Allah ve Rasûlullâh’ın emriyle Ahmed’in Mehmed’in kelâmı ayrılsın, İslâm’ın hakîkatı bilinsin. Allâh’ın Kelâmı, Rasûlullâh’ın nefeslerinin bereketleriyle üzerimizden uğursuzluk kalkıp İslâm’ın eski parlaklığı geri gelsin.