Makale

Adalete Güveni Sarsmayalım

Mustafa ATEŞ / Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Adalete Güveni Sarsmayalım

Son yıllarda mahkeme koridorları, hatta bazan huzur-ı hâkim, hak arayanlar tarafından harp meydanına çevriliyor. Taraflar arasında adalet kavramına uymayan olaylar cereyan ediyor, arbedeler yaşanıyor, kavgalar kopuyor, cinayetler isleniyor. Bazı maznunlar, halk tarafından linç edilmek isteniyor. Buna benzer yüzlerce vaka, medyanın gündeminden düşmüyor. Devlet ve millet malının tahribi de cabası.
Ayrıca (hesaplaşma) adıyla yargısız, sistem içi infazlar yapılıyor. Bütün bu olaylar dikkate alınınca insanlığın en kadim müessesesi, devlete vücut veren, her sınıf vatandasın haksızlık karsısında başvurabileceği, hakkını alacağı inancıyla sığındığı adalete güvenin sarsıldığı, kanaatini pekiştiriyor. Herkesin herkesle kavgalı olduğu bir ortamda bu kanaat elbette pekişecektir. Ne beklenecekti ya!
Ben, burada adalet menkıbeleri anlatacak değilim, bunlar herkesin bildiği gerçeklerdir. Yeryüzünde ilk kavganın, hakkına razı olmayan bir evlat tarafından başlatıldığı, ilk kanın böyle bir haksızlıkla akıtıldığı herkesin malumudur. Demekki hak-hukuk, zulüm ve adalet, insanın yeryüzünde var olduğu günden beri devam eden bir insanlık problemidir. İlahi dinler ve sistemler hep problemi kaldırmak veya en azından asgariye indirmek için gelmiştir. Ri- salet ve nübüvvetin halk arasında hedeflediği gaye budur. Ancak konu insandan kaynaklandığı -yani insanın çevresiyle uyum sağlamakda yapısı icabı başarısız olduğu için çoğu zaman hedeflenen gayeye erişilememiştir. Ama büsbütün de adaletin ikamesi ütobya olarak da kalmamıştır. Vahyin sesinin duyulmadığı köse ve bucaklarda bile beşerî nizamlar adaleti yerine getirmek ve mazlumun hakkını almak için kanunlar vazetmişler, nizamlar ge liştirmişler, vatandaşlar arasında kavga ve nizaa müncer olacak huzursuzlukları gidermeye uğraşmışlardır. Ancak bunların temelinde bir kralın veya bir diktatörün diktası bulunduğu için beklenen güveni sağlayamamıştır.
Mülkün temeli olan adalet hakkında, “Şeriatın kestiği parmak acımaz” vecizesini hakka riayetin ve hakkına razı olmanın en büyük ve en aziz şiarı bilen bir milletin ahfadı, niçin bugün hak konusunda her platformda problem çıkarıyor? Niçin hakkını nizamî mahkemeler yoluyla almak istemiyor da mafyaya başvuruyor? Güvensizlik yargıca mı, yargıya mı, sisteme mi? Yoksa vatandaşta da artık "Geciken adaletin adalet olmayacağı” kanaati yaygınlaşıyor da herkes kendi geliştirdiği usulle kendi hakkını arama yolunu mu tercih ediyor?
Şayet böyle değil ise mağdur ve mazlumu isyana sürükleyen, mahkemede, hakimin ve adalet mefhumunun mehabetiyle ölçülü olmayan davranışlara sevkeden amil hangisidir? Mahkemeye başvuranlar kararların tefhiminde niçin feveran ediyor? Niçin mağdurların eli göklere açılıyor, mazlumun ahi niçin yükseliyor? “Alma mazlumun ahım, çıkar aheste, aheste” vecizesi neden zalimlere bir ders vermiyor. Mazluma karsı takınılan bu tavır, bir çaresizliğin eseri mi yoksa yürekler “Hak karsısında dilsiz şeytan” olmayı mı yeğliyor? Sorular sorulur., uzayıp gidiyor, uzadıkça çengeline başka istifhamlar, başka problemler takılıyor.
Haksızlığa uğramak veya ih- kak-ı hak edememek telası insanımızı, tedirgin ediyor. Bir durum değerlendirmesi yapma fırsatı aramadan ve hasım tarafın o andaki halet-ı ruhiyesini ölçüp biçmeden infaza kalkışıyor. Devletine sadık, dinine bağlı bağımsız mahkemelere, hatta, köyde-kent- te küçük huzursuzlukları geleneğe göre çözdüğü ve insanları mahkemelere göndermeden birçok anlaşmazlıkları, hatta hukuk davalarını kendi aralarında hallü fasleden, “İmama-ihtiyara gidelim” diyerek yüksek mahkemelere gösterdiği saygıyı aynı duygularla imandan-ihtiyardan oluşan küçük kurula gösterme olgunluğuna ermiş bir millet, şimdi niçin bu değerlere kıymet vermiyor. Halbuki taraflardan birinin daima haklı olması düşünülemez. Ama peşin fikirle öfke basına sıçrayan insandan bu mantığı bekliyemez- siniz. O halde tek tek hasım tarafları mantıklı olmaya çağırmak veya insafa davet etmek mümkün olmadığına göre suçun ve suçlunun azaltılması, herkesin kendi hakkını almaya özenmesi gibi bir başıbozukluğun körüklenmemesi ve kısaca adalet mekanizmasında devletin ciddi bir ıslahat hareketine girişmesi şarttır.
Birçok yerlerde yargı hala sığıntıda oturmakta, dosya, kağıt, kalem, daktilo, bilgisayar, masa, kasa sıkıntısı çekmektedir. Yani Türkiye’de hukukun fizik zemini bile bozuk, altyapısı yetersizdir. Devlet adaleti ikame ve icra edecek, hükmünü infaz edecek hakimin basının dik durmasını sağlamalıdır.
Adalet ve yargı konusundaki rahatsızlıklar sade bize de mahsus değildir. Hemen her devlette (ülkede) adalete karsı, yargıya karsı bir güvensizlik sözkonusudur. Ün yargılar, mahkemenin tarafsızlığına gölge düşürecek kadar artmıştır. Demek bütün dünyada bu konuya karsı halkta aşırı bir hassasiyet var. Adalet mekanizmasının sağlıklı çalışmasını engelleyici olan bu menfi duyarlılık, ileri boyutlara varıyor ve bizzat adalete gölge düşürüyor. Gerçi gelişmelere bakarak adaleti ve adalet icra eden makamların tümünü mahkûm etmek bizi yanlış neticelere götürür. Bizim hedefimiz bu değildir. Adaletin tevziinde vatandaşlarda hoşnutsuzluk varsa bunları bertaraf etmenin çarelerini ilgililer aramalıdır. infaz makamlarının daha çok erozyona uğramasına meydan verilmemelidir. Yoksa bütün vatan sathının mahkeme koridorları haline gelmesi içten bile değildir. Eğer dünyanın en eski bu müessesesine karşı milletin güveni toptan sarsılırsa koskoca vatan hakimsiz ve yargısız bir açık hava cezaevine döner.
Bilindiği gibi adalet, devlet ve hakimiyet fikriyle beraber doğmuştur. Onun için adalet mekanizması (adli teşkilat), fertlerin haklarını, hem birbirlerine karşı, hem devlete karşı teminat altına alacak ve adaleti tevzi edecek olan devletin en önemli müesseselerinden biridir. Hatta denebilir ki devlet nizamî bir kuruluş olarak vücut bulmadan, insanlar şuurlu ve disiplinli bir topluluk haline gelmeden de adalet vardı.
Sadece elde ettikleri basit nimetleri paylaşmada değil, başka her türlü İnsanî ilişkilerini geliştirdikleri adalet ölçüsüne göre hallederlerdi.. Adaletin ikame edilmediğini görünce de kıyam ederler, aksayan adaleti sağlamaya çalışırlardı.
Ancak kamil manada bir adalet mekanizmasının tesisi ve işleyişinde, birçok sosyal müessesenin kuruluş ve işleyişinde olduğu gibi, onun da temelinde vahiy vardır. Belki zaman ve mekan şartlarına göre adaletin işleyişinde değişmeler ve gelişmeler olmuştur. insanlığın bu konuda çok zengin bir birikimi de sözkonusudur. Fakat adalet, tarih boyunca semavi kökenli olma keyfiyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bu özelliğinden dolayıdır ki adalet müessesesine hep saygı duyulmuş, adaletin tevzii ve tenfi- zi, adaletin ikame ve icrası takvaya en yakın bir muamele olarak kabul edilmiştir.
Adalet, hem hukukî bir kavram, hem ahlakî bir terimdir. Hukuk literatürüne ve ahlak disiplinine ne zaman girdiği bilinmiyor. Belki de insanoğlu bu zenginliğe sahip olarak doğdu. Çünkü Ademoğlunu hak ve adalet duygusundan ayrı düşünmek, böyle manevi donanımlardan mahrum olarak dünyaya atıldığını varsaymak insanın yüklendiği hilafet ve niyabet göreviyle müte- nasib değildir. Eğer bu varsayımdan hareket edilseydi de insanın hak ve adalet kavramı gibi bir takım mücerretleri edindiği tecrübeler ve geçirdiği badireler sayesinde elde etmiş olsaydı, bu kavramların kutsallığı belki bugün bile onun müfekkiresinde gelişemezdi. Çünkü insanın tıneti, insanın bencilliği, onun ruhunda böyle mukaddeslerin kısa zamanda mayalanmasına manidir. Öyle ise diğer bir takım İnsanî hasletler gibi hak ve adalet kavramının menşei de ilahidir.
Ahlakî kaynakların adalet yaklaşımı şöyledir: Adalet, ahlakî faziletin ve insani erdemliliğin rüknü olan dört esastan biridir. Bunlar: Hikmet, şecaat, iffet ve adalettir. Ruhi kuvvetlerin itidal noktası adalettir. Adaletin iki tarafı yoktur. Sadece bir mukabili bir zıddı vardır ki o da zulümdür. Demekki adalet ahlakî bir melekedir. insanın ruhunda bu meleke gelişmezse diğer üç güzel hasletin bir tesiri yoktur. Çünkü onlar itidal noktasına gelemedikleri için aşırı uçlara yani ya ifrat ya da tefrit kutuplarına kayabilirdi. Adalet mutlaktır. Azı çoğu yoktur. Kişiler ve verilen hükümler adil veya gayr-ı adil olabilir. Ama bizzat adalet, bir hak ölçüsüdür, bir kıstastır. Dengeli bir ahlakî haslettir. Herşeyi yerli yerine koymak adalettir. Ferdin saadeti için lüzumlu görülen adalet devlet için de saadetin teminine medardır. Yani devlet içinde nizamın hükümran olması ancak adaletle mümkündür. Adalet kutsaldır, yargılanamaz, irdelenemez.
(Devlet hayatında) toplumsal hayatta düzensizlik hali, müesseselerin daha çok yaslanmasından, kuruluş yıllarındaki dinamizmi, müteakib asırlarda göstere- memesinden kaynaklanıyor. Zamanla toplumu ayakta tutan dinamiklere arız olan bazı yapısal bozukluklardan dolayı işlevini yapamadığı sosyolojik bir vakıadır. Cemiyet bu arzulardan dolayı bîtab düşebilir, beka mücadelesini kaybedebilir. Bunların hepsinin, yine o toplum içinde yetişen enerjik kadrolar tarafından, işlerlik kazanması belki toplumun en kötü ihtimalle elli-yüz yılını alabilir. Fakat adalet mekanizması bozulur, hak ihlalleri başlar ve toplum adalet müesseselerine olan güvenini yitirirse sarsıntı daha büyük olur. Düzelme ümidi de kolay kolay yeşermez. Ve öyle köklü bir müesseseyi de parti ve kulüp kurar gibi, yeniden inşa edemezsiniz.