Makale

AHMED YESEVİ HAZRETLERİNE DOĞRU

ANI

AHMED YESEVİ HAZRETLERİNE DOĞRU

Ertuğrul YAMAN
Araştırma Görevlisi

Kazakistan sınırlan içerisinde bulunmasına rağmen ahalisinin önemli bir kısmı Özbek Türklerinden olan Çimkent’e 17 Mayıs 1993 tarihinde bir düğüne davet ediliyoruz. Taşkent’teki öğrencilerimizden İkram Rahmanoğlu’nun ağabeyi evleniyormuş Çimkent’in Karabulak köyünde. Köy ama nasıl bir köy. Okul olarak sadece üniversitesi eksik, hastahanesi ve her türlü imkanı mevut. 30.000 nüfuslu bir şehir aslında. Her türlü sosyal ihtiyacı karşılanmış. Çim-kent şehri, Sayram ilçesine bağlı Karabulak köyüne bir akşam vakti ulaşıyoruz. Hemen bizi karşılayıp tör’e (başköşeye) oturtuyorlar. Elbette ki sofra her zaman olduğu gibi kuruludur. Bir taraftan düğün devam ediyor, diğer taraftan Kazak ve Özbek konuklar gelip gidiyorlar. Düğün sahibi Ahmetcan RAHMANOĞLU her haliyle belli ki oldukça varlıklı birisi. Evi, saray yavrusu gibi. Yenen içilenin haddi hesabı yok. Biraz dinlendikten sonra misafirlerin arasına katılarak düğün törenlerini izliyoruz.
Düğün, evin arka kısmındaki geniş boşlukta kutlanıyor. Misafirler için özel oturaklar konulmuş, iki taraftaki misafirlerin görebileceği bir yere gelin ve damat için özel bir karargâh hazırlanmış. Bu özel mekan mutluluk dileyen yazı ve renkli ampullerle süslenmiş. Bir müddet sonra gelin ve damat protokoldeki yerlerini aldı. Ortadaki tam Avrupai orkestradan her türlü müziği dinlemek mümkün. Özbeklerin âdetine göre yakın akrabaların ve misafirlerin gelin ve damadı mikrofonla tebrik etmesi ve iyi dileklerde bulunması gerekiyor. Biz de bu adetten nasibimizi alıyor ve tebrik sözüne çıkıyoruz. Pek dikkatle dinlenilmeyen bu tür tebrik sözlerine sırf biz Türkiyeli olduğumuz için, pür dikkat kulak veriliyor. Bu tür kutlama ve oynamalardan sonra, Özbeklerin meşhur gelin selamına geçiliyor. Gelin ortaya bir yere çıkarılıyor. Maniye benzer övücü sözler eşliğinde gelin her defasında eğilerek kaynatayı, kaynanayı, kayınları, görümceleri, damadın arkadaşlarını, özel misafirleri selamlıyor.
Bizim düğünlere benzer gelin alma töreninden sonra düğün tamamlanıyor ve biz hemen Türkistan şehrindeki Türk ve İslâm Aleminin en büyük evliyalarından birisi kabul edilen Hz. Ahmed Yesevî’nin türbesine doğru yola çıkmaya hazırlanıyoruz. Ertesi günü erkenden düğün sabihi Ahmedcan ağabey, köyün reisi Sadriddin Bey ve diğer ev halkıyla birlikte Uç taksiyle yola çıkıyoruz. Zaten yeni evlenen gençlerin Ahmed Yesevîyi ziyaret edip kurban kesmek gibi bir adetleri de varmış. Bizim yoğun isteğimizle bu adet birleşince kurbanlık bir koçu da yanımıza alıyor ve yola çıkıyoruz. Bu arada çok şükür ki aklediyor ve bir video kamera kiralıyoruz. Ahmed Ye-sevî’nin türbesine kadar sürecek yaklaşık 12 saatlik yolculuğumuzu kasete alabiliyoruz.
İlk ziyaret noktamız Karabulak köyünün inşaatı devam eden camisi oluyor. Bir köy için oldukça büyük bir cami. Bizi karşılayan Hoca Efendi bizimle yan Türkiye Türkçesiyle konuşuyor ve ben de "Türküm" diyor, Osmanlıdan övgüyle söz ediyor. Caminin içine girip bir dua ediyor ve tekrar yola koyuluyoruz.
Mukaddes beldelerdeki ziyaret ettiğimiz ilk türbe, Ahmed Yesevî Hazretlerinin babası olan İbrahim Ata’nın türbesi. Türbe Sayram kasabasının Sayram köyünde hakim bir tepenin böğrüne kurulmuş Türbenin tepesindeki hilal daha uzaktan dikkatimi çekiyor. Türbeye yaklaştığımızda kapıda birkaç kadının dua ettiğini görüyoruz. Biz de oturup duaya katılıyoruz ve şöyle bir hikayeyi dinliyoruz: İbrahim Ata bir gün, ekin tarlasında yabani otlan yolmaktadır. Henüz yedi yaşında olan Ahmed Yesevi gelip babasına ne yaptığını sorar. Babası da yabani otlan yolduğunu söyler. Ahmed Yesevî de "Niçin zahmet çekiyorsunuz, ektiklerim kalsın gerisi kaybolsun deseniz yeter" der. Der demez de yabani otlar kaybolur. Bunu gören ibrahim Ata "Sen benden alimsin, ikimiz bir arada duramayız" der. Bunun üzerine Ahmed Yesevî, yer altındaki bir yoldan Türkistan şehrine gider. Yer altındaki bu yolun varlığı bilinmekle beraber, hâlâ gören yokmuş.
İbrahim Atadan sonra Ahmed Yesevî’nin annesi olan Karasaç Ananın küçük türbesini ziyaret ediyoruz. Sayram köyünün içindeki bu küçücük türbe, yol kenarında ve yemyeşil bir bahçe içerisinde. Kapıdaki küçücük delikten baktığımızda bembeyaz örtüler içinde ebedî uykusundaki Karasaç Ananın kabri görülüyor. Yine bir dua okuyor ve ayrılıyoruz. Bu esnada rehberimiz Karabulak köyü reisi Sadriddin Bey’in söylediği şu beyit pek manidar geliyor bize. "Türkistan’da tümen bab Sayram’da sansız bab" Türkistan’da on bin evliya
Sayram’da sayısız evliya.
Sayram’dan sonra Farabî’nin doğum yeri olan tarihî "Otrar" şehrine doğru ilerliyoruz. Uzaktan yüksek bir tepe gibi görünen şehrin ancak kalıntıları mevcut.
Bir sonraki durağımız uzun bir yolculuktan sonra, Ahmed Yesevî Hazretlerinin hocası olan Arslan Babın türbesi. Türbe oldukça büyük; dümdüz, yapayalnız bir çölün ortasına kurulmuş. Etrafta sadece birkaç Kazak çadırı (otav) görülüyor. Terk edilmiş görünümü veren türbeye yaklaşıyor ve kapının açık olduğunu görüyoruz. İçeride in cin top oynuyor. Büyükçe bir kapıdan girdiğimizde sağımızda ve solumuzda iki yeni kapı daha görüyoruz. Sağdaki kapıdan girince camlar içinde sergilenmiş Arap harfleri kitaplarla karşılaşıyoruz. Az sonra aksakallı bir Kazak geliyor ve bize rehberlik ediyor. İçerde bir mescid var. Mescidde Cuma namazları kılınıyormuş. Mihrabın yanında Türk Dünyası Araştırmaları Vakfınca hediye edilmiş Kur’an motifli bir güzel saat yer almış. Mesciddeki duadan sonra sol kısımdaki kabirleri ziyaret ediyoruz. İlk girişte Arslan Evliya’nın has adamları olan Karga Bab, Şerimbek, Ezder ve Laçin Babın kabirleri bulunuyor. Daha iç kısımda ise, Arslan Babın insanı dehşete düşüren genişlik ve büyüklükteki kabri yer alıyor. Evliyaların isimleri dikkat çekici: "Arslan, Karga, Laçin, Şer (arslan)...Türbe 12. asırda inşa edilmiş, 1907de restorasyona tabî tutulmuş.
Türbeden ayrıldıktan sonra hemen yakınımızda bulunan bir Kazak çadırına giriyoruz. Dışarıda şiddetli rüzgâr esmesine rağmen, içeride pek bir şey hissedilmiyor. İçeride bir aksakal ve etrafında bir sürü kadın oturmaktalar. Hemen bizi karşılıyor ve başköşeye oturtuyorlar. Derhal çay ve çörek ikram ediliyor. Uzun bir sohbete koyuluyoruz. Aksakal dua ediyor. Ben, meraklanıp çadırın nasıl kurulduğunu ve nasıl taşındığını soruyorum. İhtiyar, bir saatte kurup söktüklerini ve bir deveyle de taşıyabildiklerini söylüyor. Bize evliyaların mühürlerinden oluşan bir kağıt ve birkaç kitap hediye ediyorlar. Artık hedefimiz Ahmed Yesevî...
Uçsuz bucaksız çölleri aştıktan sonra ancak akşam saat 18.30da varabiliyoruz Türkistan’a. Ta uzaklardan klasik Türkistan mimarisinin en önemli belirtilerinden olan yuvarlak, masmavi kubbeleri görüyoruz. Türbenin önüne geldiğimizde ne yazık ki türbe kapanmıştı. Sağa sola bakarken birkaç ilgiliyle karşılaşıyoruz. Adeta yalvarıyor ve çok kısa bir süre için kapıyı açtırıyoruz. Restorasyon işlemi devam ettiği için içerisi hem karanlık hem de her tarafı demir iskelelerle kaplı. Işıklar yandığında, "İnşaata girmek tehlikelidir" gibi Türkiye Türkçesiyle yazılmış uyarıcı yazılarla karşılaşıyoruz. Meğer bir Türk şirketi tamiratı üstlenmiş. Tehlikelere pek aldırmayan iç kısımlara doğru ilerlerken bir yandan videoya alma işlemini güçlükle de olsa sürdürüyoruz. İçeride gördüğümüz en önemli şey, Ahmed Yesevî’nin kazanı. Kazan neredeyse bir insan boyunda. İki taraflı koca koca kulplan var. Yan çapı tahminen 1 metreden fazla. Ağırlığı ise tam Uç tonmuş. Kazanı, Usta Abdülaziz adlı birisi yapmış. Yine aldığımız bilgilere göre kazanın içerisine birkaç koyun, bir inek ve bir deve sı-ğarmış. Daha önce Ruslarca Leningrad’a götürülen kazan tekrar buraya nakledilmiş. Ne yazık ki daha iç kısımlardaki kabri görmemiz mümkün olmuyor. Alelacele dışarıya çıkarılıyoruz. Kapıda dua okuyor ve dış kısımlan tedkik etmeye devam ediyoruz. Türbenin girişinde açıklayıcı yazılardan anlıyoruz ki türbe Emir Temur tarafından yaptırılmış. Etrafı kolaçan ederken ansızın karşı yamaçlarda nazlı nazlı dalganan Türk bayrağına ilişiyor gözümüz. Baraka tipindeki yapıların önüne geldiğimizde Türk bayrağıyla birlikte Kazakistan, Emir Temur ve Kokan Hanlığının bayraklarının da dalgalandığını görüyoruz. Barakaların önündeki insanlarla hemen tanışıyoruz. Bunlar tamirat işi için Türkiye’den gelmiş Vakıflardan sorumlu Devlet Bakanlığına bağlı Vakıf inşaatın usta ve işçileriymiş. Onlardan aldığımız bilgilere göre, tamirat işini Türkiye üstlenmiş ve 6 aydan beri devam etmekteymiş. Bir müddet daha sohbet ediyor ve ayrılıyoruz.
Anlatıldığına göre Ahmed Yesevî Hazretleri 63 yaşına geldiklerinde, Peygamberimizin (S.A.S.) yaşadığından daha fazla yeryüzünde kalmamak için yerin altına girer. Bir o kadar da yer akında yaşadığı rivayet ediliyor.
Artık ziyaret tamam olmuştur. Şimdi sıra adetlerin yerine getirilmesinde. Daha önceden kesilip hazırlanan kurbanlık koçun etinden yememiz gerekiyor. Etli pilavın da duasını okuyor ve Çimkent’in yolunu tutuyoruz. Ertesi gün erkenden Almatı’ya hareket etmek üzere hazırlıklara başlıyoruz. Evdekilerle vedalaşmadan önce gelini bizim bulunduğumuz yere, özel olarak getiriyor ve bizi selamlatıyorlar. Böyle bir âdetleri varmış. Vedalaşırken de bizim Tokat’ta "en" adını verdiğimiz düğünler için özel hazırlanmış kumaşlardan ve bir de gömlek hediye ediyorlar. Biz de onlara Türkiye’den kasetler, kitaplar, bayraklar vs. armağan bırakıyoruz. Ve sımsıcak dostluklarla, unutulmaz hatıralarla elveda Çimkent, elveda Türkistan’ın Ulu Piri Ahmed Yesevî Ecdadımız diyerek ayrılıyoruz.